Yaşam Büfesinde “Yedi Onluk 3”

“…Birgün kentin sanat merkezini gezen çocuğun biri, bir mağazanın vitrininde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki yıl abisinin doğum gününe almak ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır, tablo hâla satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve “Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar” der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada ressamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar: “Sen ne yaptın ? O resmin değeri milyarlar ederdi. Neden bu kadar ucuza sattın?” Adam cevap verir: “Evet ben bu resme milyarlarını verecek bir sürü insan bulabilirim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirim ? “…”

 

Merhaba

Yedi Onluk” serisini zaman yitirmeden, birbirlerine olan bağlantıların heyecanı (bende yarattığı) azalmadan yazma hevesindeyim. Bugün Cumartesi ve biraz sonra Nezuş, “hadi Alaçatı pazarına gidelim” diyecek biliyorum ve bu arada yine çatıya kaçıverdim. Sanırım bu yazım bugün birkaç kesintiyle tamamlanabilecek.

Yazımın girişindeki öykü tam da Copcuların “Y Kuşağı Erkekleri” arasındaki sevgi bağını ve özveri düzeyini yansıtacak ve anlatacağım iki kısa yaşanmışlıkla ilgili olarak özel bir anlam taşıyacak. Yazımın ilerleyen bölümlerinde görebilirsiniz.

Öncelikle son iki yazımda “Yedi Onluk” tan yazdıklarımı birkaç cümle ile özetleyeyim:

1.Birinci onluk (bebeklik-çocukluk: 0-10 yaş / 1945-1955): Soma’lı, Soma’da, taşralı kara kuru bir erkek çocuk. Yaramaz…Kavram “sabır ve sebat”; simge “çıpa”…

2.İkinci onluk (ergenlik-evlilik: 11-20 yaş / 1956-1965): Taşradan şehire, İzmir’e taşındık; Tepecik’e yerleştik ve kısa bir süre sonra (birkaç ay içinde) kapı komşumuz Nezuş’la başlayan arkadaşlığımız flörte, söze, nişanlılığa (04.04.1964) ve evliliğe (19.09.1965) döndü ki bunların hepsi bu ikinci onda (decade) gerçekleşti…Kavram ve simge aynı…

3.Üçüncü onluk (babalık – askerlik: 21-30 yaş / 1966-1975): Okul bitti (1968) hem de birincilikle… Rahmetli babamın hep hayıflandığı sözler şunlardı: “Bizim ailede hep torun görmeden ölüyorlar; ben de torun göremeyecek miyim ?” Körün aradığı bir göz Allah verdi iki göz ve 1966 da Ümit, 1969 da Eray ile bizden (Musto&Nezuş) ileri uzanan COPCU’ları dörtleyiverdik. Aynı kavram ve simgeyle “zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer aklın gerçek potansiyelini görürsün“…

4.Dördüncü onluk (ödül ve acı : 31-40 yaş / 1976-1985): Minnet duygularıyla Tepecik’ten ayrılmamak (tam 29 yıl). …Memur olmanın sıkıntıları içinde ikisi de benim gibi İzmir Atatürk Liseli olup da üniversiteye giden iki oğula eklenen beşinci COPCU’muz: Kerem (1981). Enstitüde rutinleşen yaşam,“TÜBİTAK Teşvik ödülü (1983)” ve bir günde kalpten ölüveren annem (1984). Rahmetli annem hep şöyle derdi “ölmek kolay ölmemek zor”un yer eden izleri. Ve CINOS’un ilk evresiyle özel sektöre geçiş (01.05.1985)…Zorluklar ve dayanma gücü için aynı kavram ve simgenin pekişmesi…

Bir sonraki yazımı (dün) okuyup da dileklerini hemen ileten “en hızlı geribildirim verici” sevgili Utku”nun dün onun evlilik yıldönümleri için kutlamalarını “Zeynep-Kerem-Copcu”nun baş harfleri arasına kendi seçtiği seslilerle “Zekice Evlilik” olarak tanımlaması çok hoşuma gitti. Sevgili Taner’in mesajı da. İkisini de sevince ikisini buluşturmaya gayret ettim. Bakalım aralarında birşeyler gelişecek mi; neler gelişecek ?

Beşinci Onluk” tan önce dün özel bir gün olduğu için “Altıncı Onluk“a değindim. Bugün “Beşinci Onluk” ile devam edip “Altıncı Onluk”u daha sonra kısaca yeniden ele alacağım.

5.Beşinci onluk (kariyer kavşakları ve dedelik : 41-50 yaş / 1986-1995): Özel sektörlü olmama rağmen en zorlu dönemlerden biriydi. Dönemin başlarında kendimi kanıtlamak için, oyunun kurallarını da tam bilmediğimden kurtlar sofrasında tam “deli dana sendromu” içindeydim. Evde hasta bir baba, ergenlik fırtınalarında büyük oğul, Tepecik koşullarında zorlanan yaşam, Nezuş’un artan yükü hepsinin ruhumdaki izleri yağmurlu bir eylül sabahı İstanbul’da İsviçre’ye kalkan uçağımı beklerken kendime yazdığım mektupta saklı. Les Barges‘da 0naltı günde alacağım eğitimi ne fakültede ne de on altı yıl çalıştığım Araştırma Enstitüsünde görmemiştim. Yetersiz İngilizcemle herkesin bir saatte öğrendiğini uykusuz gecelerde öğrenme hevesiyle ve aklımı ve ruhumu geride bıraktığım için hâla büyük özlem duyduğum özellikle Platus (Lusern)‘a dağ treni ile çıkmak gibi, ya da bir hafta sonu Türkçesi “İki Nehir Arası” demek olan tipik bir İsviçre köyünde bir gün geçirmek gibi güzellikleri duyumsamın hep yarım kaldığını düşünürüm. Aklım geride; çünkü Ümit’in fakülte yaşamı için çok kritik kararlar arifesindeyiz ve tüm yük yine Nezuş’un omuzlarında. Şimdi çok daha iyi anlıyorum; hiçbir şey göründüğü gibi değil. Yaşadığın anda günün çekilen sıkıntıları yarının büyük sevinçlerinin birer öncülü oluyor. Büyük oğlum Ümit okul hayatı dışında gazete muhabirliği, turistlere limanda lokum satıcılığı, kuyumcu çıraklığı ve Kemalpaşa’da Nato’nun tünellerinde teknik operatör çıraklığı gibi çeşitli, etkili, pratik ve pazarda yetiştiren koşullarından sonra diğer adayları eleyerek CC’da işe başladı. Hem de yabancı kültür yapısındaki konsantre fabrikasında. Orada öğrendiği disiplinle bugün Lahor’da büyük işlere (ve asıl önemlisi ilişkilere) imza atıyor. Yirmiüç yıl önce (1992) sevgili kızımız Pınar’la evlenen Ümit ailemize “Altıncı Copcu“yu kazandırdı. Bir yıl sonra da ilk torunum Aslıhan oldu; böylece bugün ABİDE’leşen “Z Kuşağımız”ın başlangıcını yaşamaya başladık. Kısa süre sonra Aslıhan’da Rett Sendromu ile tanıştık ve başarılı bir mimar olan annenin fedakarlıklarının ve sabrının nerelere varabileceğini gördük. Onu gördüğümde benim ana mesajım olan “sabır ve sebat” solda sıfır kalsa da “çıpa”lamayla yola devam ettim.

Bu dönemin diğer karakteristikleri içinde ortanca oğlum Eray’ın hekim oluşu; küçük oğlum Kerem’in ailemizde ilk kolejli oluşu yanında 29 yıllık Tepecik yaşamımızdan sıyrılıp Karşıyaka’lı oluşumuz (1987) da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Aynı yıl vefat eden babam ve üç gün boyunca yatağında can çekişirken ellerini hep tutan Eray’ın “Anatomi Sınavı”ndan çıktıktan sonra cenaze namazına yetişmesi sevgi ve inançlarımızın bir başka göstergesi.

Bu onlukta CINOS’un hâla ilk evresindeyim. Henüz başımıza düşecek göktaşından haberimiz yok. Teknik bölüm beni tatmin etmemeye başlamışsa da “sabır ve sebat” nedeniyle bir açılım talebim de yok. Sadece sevgili Alev’in öneri ve destekleriyle üniversite dışından girdiğm sınavları (lisan, yayın ve bilim) başarıyla aşıp üniversite dışından doçent olmakla (1989) şirket içinde daha bir baskıcıyım. Bu baskımı bir de yine Alev’le tanıdığım SSTC Öğrenme Yolculuğunu uygulayarak ve asıl önemlisi “olarak” özümseyince yardımcı eğitmen olarak rol alıp işlerin rutinleşen etkilerini aşmaya, mutlu olmaya çalışıyorum. Şirket yükselme dönemini takiben (doksanların başları) birden dökülmeye başlıyor. Genel müdürünü, pazarlama, satış ve bölge müdürlerini bizden transfer ederek kurulan ve gelişen bir rakip (SNZ) ın yarattığı yıpranma sürecinde birkaç seçenek denendikten sonra beni teknikten satışa almaları. Bundan hemen önce pull’culuğum global desteği olan FST Projelerine yakınlaşmam…Oniki yıl önce Alicante (İspanya)‘de FST bazı için IPM çerçevesinde sahneye çıktığımda; aynı yıl Hong Kong ve Singapur’da müşteri ağırlamayı yaşadığımda yılın sonuna varmadan satışa transfer olacağımı bilmiyordum. Bu geçiş benim için en önemli kariyer kavşaklarından biridir. Geçtiğim yıl bir yandan satışın sorumluluğu ile ülkesel krizle daha yakından boğuşurken diğer yandan Budapeşte (Macaristan)de katıldığım ikinci IPM toplantısı ile sonraki sekiz FST Projelerimin ilkinin kabulünü hızlandırıyordum. Satışı etkinleştirmek için alışılagelmiş olan push(t)ları (bayie promosyonlarla ürünleri yükleme), teknik ağırlıklı yapım ve SSTC ustalığı desteklerle ağırlıklı pull’layınca (bayiden çiftçiye ürünlerin akmasını sağlamak için satışçıların tarlada mesleklerini, mühendisliklerini yapmaları) farklı bir konuma kavuştum. Tüm bunlarla yeniden ivme kazanan satışın sonuçları ülkesel krizle (1994) birden başarısızlığa dönüştü. Tüm bu olumsuz koşullarla baş ederken kriz yılında Dr.TÖ i transfer etmek, pullculukta el vermek; kırmızı tulum giyen kişi sayısını ikiye çıkarmak hepsi beşinci onluk’un gelgitlerinde sadece ve sadece “sabır ve sebat” ve inançlara, prensiplere yapılan “çıpa”lamanın bir sonucudur.

Bu kadar yeter. Hem altıncı ve hem de yedinci onlukları gelecek yazımda ele alırım. Bitirirken “beşinci onluk” içerisindeki bir diğer konuyu yazımın girişindeki öyküyle bağıntılı olarak şimdi burada ayrı olarak vurgulamak istiyorum. Altıncı onluk’un sonlarına doğru (1993) şirketten kullanılmış bir araba satın aldım. Doktor oğlum İstanbul’da uzmanlığa başlamıştı ve araba ona gerekliydi. Kullanıyordu. Büyük oğlum CC nın Manisa’daki konsantre fabrikası kapanınca Bursa’ya gitmişti ve torunum Aslıhan’ın rahatsızlığı ilerlemişti. Ona araba daha çok gerekliydi ve Eray hemen abisine verdi arabayı. Bu onluk dışında kalsa da bir başka paylaşım öyküsü anlatmak istiyorum. Kerem bilişim sektöründe kendini geliştirince ve bunu bir para kazanma (iş) yolu yapınca bir laptop istedi. Yıllık satış primini alınca ona bir laptop aldım. Bir süre sonra doktor oğlum Eray doçentlik için yoğun çalışmalara başladığında “…bir laptopum olsaydı…” dediğinde Kerem, ikiletmeden hemen elindeki laptopu abisine verdi. Bunlar bana hep “pay it forward” ı anımsatır ve şimdi çok daha iyi anlıyorum “neden oğullarım bırakın kavga etmeyi, tartışmayı, birbirlerine karşı seslerini bir an bile olsun yükseltmiyorlar ?” Hâla ve çok daha fazlasıyla bugün üç oğlum kadar, üç kızım da beş torunum da birbirlerine karşı en duyarlılık içindeler, aynı paylaşımdalar, aynı destekleri, katkıları gösteriyorlar ve biz “Musto Dede ve Nezuş” olarak hem gurur duyuyoruz ve hem de açık söylemek gerekirse huzur içinde rahat ediyoruz; gözümüz arkada değil. Binlerce şükür; daha ne ister insan !

Allah hepinize böylesi paylaşımlarla ruhunuzu yücelten, aklınızı rahatlatan aile ilişkileri nasip etsin. Formülü ne ? “Çelik kadar sert (kararlı ve disiplinli) kadife eldiven (hoşgörülü ve esnek)” olunca Nezuş’un ellerinde benim için “sebat ve sabır” ve yeri geldiğinde değişime, yeri geldiğinde direnmeye demirlemiş “çıpa”lama biraz olsun kolaylaşıyor özellikle “smell of success“le…

Şimdi film aramaya gitmeliyim (arşivime).

Yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü