Yaşam Büfesinde “Gökkuşağı”

“…Dünyanın tüm renkleri birgün biraraya toplandılar ve hangi rengin en önemli, en özel olduğunu tartışmaya başladılar. Yeşil “Elbette en önemli renk benim. Ben yaşamın ve umudun rengiyim. Çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim…Şöyle bir yeryüzüne bakın, her taraf benim rengimle kaplı” dedi. Mavi hemen atıldı ve “Sen yalnızca yeryüzünün rengisin. Ya ben ? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir ve huzur olmadan siz hiçbir işe yaramazsınız” dedi. Sarı söze girdi ve …”

 

Merhaba

Çeşme’de hava yine kapattı; yağmur atıştırmaya başladı. Bana da çatı yolu göründü. Kitaplığımdan “Bütün Dünya”ları taramaya başladım. Önceki yazımda Alev’le kendimi görselleştirip “değişim” çerçeveli mesajlar vermeye çalışmıştım. Bu kez 23.01.2001 de Ankara-Esenboğa’da satın almış olduğum kaydı ile kapağında yeşil kalemle işaretlenmiş 50 ve 61nci sayfalardaki kısa öykülere dalıp gitti gözlerim. Ondört yıl önce Ocak ayında CINOS’un üçüncü evresinin ilk resmi günleriydi. Dört yıl sonra ikinci göktaşı düşünce başımıza daha bir sersemledik. İkincisinde CI’den NO’laşırken aynı kültüre sahip olduğunu umduğumuz ve fakat yanıldığımızı hemen anladığımız yol arkadaşlarımızla değişimi kabullenmekte zorlanmış ve kurumun kimyasını bir türlü oluşturamamıştık. Öylesi dostlarımız oldu ki bize başka düşman gerekmedi. Sadece ülkemizde değil global gelişmeler de benzer olunca iki İsviçre kanına bir de İngiliz ekleyelim dedik geçen yazımda tamtam çalan yerliyi izleyen varsayımcı İngilizi alıp Synleştik. Bindokuzyüzdoksandokuzun aralık ayı başlarıydı. Çeşme, Altınyunus’ta SSTC Öğrenme Yolculuklarını başlatmıştım. Partnerim ÜG’suydu. Gecenin ilerleyen bir vaktinde telefonum çaldı ve bir yıl önce (1998) bizi birden terkedip giden meslektaşım (TA) arıyordu. Biryıldır görüşmemiştik. Samimiydi. Rakip bir şirketin Türkiye müdürü olmuştu. Böylesi rakipler her zaman rekabette kalite yaratırlar ve böylece mücadele daha fair (dürüst) geçer. Bunun sonucunda da gerçekten akla kara ayrılır; fark yaratbilirsin ve emeklerinin sonucunu alırsın.

O gece telefon bir başlangıç vuruşu muydu ?

Bilmiyorum. Ancak iki gün sonra SSTC Ustalık Yolculuğu kapanışında CINOS’un “No Ekibi”nin üst yönetimi sertifika dağıtımına davetliydi. Yola çıkıp gelirlerken Synleştiğimizi öğrenmişler ve yüzleri allakbullaktı. Bu karmaşa içinde, telaşlı yapılanmalarla, yurt dışı dayatmalarına direnemeyen yerellerle, geleceği hatalı şekillendirmelerle yeni milenyuma girdik. Görevim MDM-DC (Pazar Geliştirme Müdürü-Fungisitler Sektörü) idi. Böceklere ve yabancı otlara “pazar geliştirme” adına ne bakan vardı ne de bakmak isteyen. Boşluktan yararlandım. Tüm FST (Çiftçi Destek Ekibi) Projeleri ile yürütücülerine liderlik yapmaya başladım. Yetmedi. Hızımı alamadım. Bir de EM (Acil Durum Yönetimi) kavramı uydurup “devşirme güçler” yarattım. Bu güçlerle Fethiye’den girip Mersin’den çıktım onbeş günde sebze seralarından. Yetmedi. Malatya ve Mersin’den Nevşehir’e aktarma yapıp Maxer Projesinin ilk adımlarını attım. Yetmedi. Bursa’dan ve Malatya’dan ekip derleyip Giresun Fındıklarına girdim. Tam bir “deli dana sendromu” idi. Bana “dur” diye yoktu. İstanbul kendi derdine düşmüştü. İşte bu bocalama döneminde Niğde-Nevşehir hattında patatesçilerle önce tarlada başlayan yolculuğumuzu, sigaralı, soğuk köy kahvelerine taşıdım ve Nevşehir Dedeman Otelde bir toplantı ve eğlence ile taçlandırdım (24.11.2000).

Toplantının hazırlıklarında, gerçekleştirilmesinde ve hemen sonrasında neler yaşandı; neler öğrendik ?

Konunun üç sorumlusu vardı. Ben bunlardan biri değildim. Ancak üçü de Rusya’da eğlencedeydi; hem de kriz yılında ve kritik lansman sürecinde. Toplantı öncesinde pazarın tüm oyuncularıyla bir hafta sigara dumanlı kahvelerde beraber oldum. Üstelik yedi ay önce by-pass olmuştum. Kendime kahrım mı vardı ? Neyi kanıtlamaya çalışıyordum ki ? Yoksa “gitmek veya kalmak işte bütün mesele bu !” düşüncesiyle mi sınırları zorluyordum. Tüm FSTçileri (8 proje ve 7 proje lideri) Nevşehir’e topladım. Teknik ekiple güçlendirdim. Synleşmenin diğer tarafından da bir oyuncuyu (MA) içimize aldım ki kültürümüzü yaşayarak öğrensin. Ne yazık ki öğrenemedi; rahatlık zonundan çıkamadı ve Synleşme öncesindeki eski yapının rehavetinde sürüp gitti. Ne diyelim; bu da onun tercihi. Her neyse ! İşte o toplantının gala gecesinden bir eğlence ile başlıyor filmim. O yılın sonlarına doğru yıllık toplantıyı Adıyaman’da yaptık. Herkesin  15 er dk.lık ve üst yönetimdekilerin enfazla yarım saatlik sunumları varken benim üç farklı çerçeve ile tam 90 dk.lık sunumum oldu. “Gidişat iyi değil. Görünen köy ortada. Bütünleşme için biraz daha gayret vb” desem de olmadı ve ertesi yıla girdik. Resmen Synleştik. Yeni yapılar, yeni, sistemler ve yeni paradigmalar oluştu.

Lobiler oluştu. “Be Old” ile “Be Young” buluşmak yerine çatıştı ve “Be Effective” olman zorlayıcılığı için sinyaller netleşti. Kuvvetlerin ayrılığı prensibinde “ben senden daha önemliyim” kavgası en üst düzeyde etrafa saçıldı. İmam ve cemaate meselesi…İmam os….ca bölgeler sı…maya başladı. Kırk yıllık dost arkadaşların bölgesel satış-teknik bütünleşme(me)sinde küçük bir uyarı şu yanıtı aldı: “o kaç paralık adam ki onunla oturup program yapıcam”. İç çatışmalar dış müşteriye de yansımaya başladı. Danışman meslektaşımız ve hep dostumuz olmuş olan bir hanım arkadaşımızın bir ilacımızın kullanımı için birkez daha yardım istediğinde kendisine : “On yıldır kullanıyor hala doğrusunu öğrenememiş mi ?” yanıtının verilmesinden utanılmamasını, gocunulmamasını hiç unutmuyorum. Bunları görünce istanbul’da yapılacak bir görüşme için “Gökkuşağı” isimli 6 dk lık bir film hazırladım. Bu filmde Bütün Dünya’nın Ocak 2001 sayısının 61nci sayfasında yer alan “Bir uyum simgesidir gökkuşağı” isimli öyküyü kendi olanaklarımla seslendirdim. Ne yazık ki filmi izlemek istemediler. Yaşamakta olduğumuz iç kavgayı görmezden gelmeyi yeğlediler. Gözlerini kapadılar ve gündüzü kendilerine gece sandılar.

Sonuç; birkaç ay sonra akılları başlarına gelip de en aktif sezonda paintball oynatmakla vaziyeti kurtarırız sandılar. Yanıldılar. Bir de ülkesel kriz eklenince sular ısındı; kazan kaynadı. İstanbul ekibi tasfiye oldu. “Be Young” başa geldi ve köklü önlemler aldı; şirketin merkezini İzmir’e taşıdı. Pazarlama bölümündeki onaltı kişiyi yediye düşürdü. Subay yapılı olanları ödülle şirketten ayırdı. Kalanları etkinleştirdi; diğer bir deyişle “be young > be effective” oldu ve dört yıl sonra yıllık toplantıyı Rio’da yapacak kadar başarının çıtasını yükseltti. Şimdi bu yazımın ekinde “renklerin savaşı” odağında 2000 yılından esintiler göreceksiniz. İnşallah bir sonraki yazımda da yeni ekibin (be effective) 2003 yılında Antalya’da nasıl eğlendiğini görselleştireceğim.

Geçmişe takılıp kalmak gibi görünse de amacım;

  • Ders alamamak ve benzerlerinin nicelerinin bugün pekçok yerde yineleniyor olmasına dikkat çekmek;
  • Kendini sorgulamak ve olabildiğince proaktif, önlem alıcı olmaya çalışmaya katkı sağlamak;
  • Öykülerle öğrenerek akılda kalıcılığı artırabilmek ve
  • Churcill’in dediği gibi “ne kadar geriye bakarsan o kadar ileriyi görürsün” inanışıyla yaşanmışlıkları paylaşırken
  • Dost Can Deniz’in sözlerine kulak vermek: “Bugün, dünden güç alarak yarınlara uzanır” ve hatta
  • Rahmetli huysuz adam Bay Jobs’un Stanford Üniversitesindeki mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada dile getirdiği gibi “Geleceğe uzanan noktaları geçmişe bakmadan birleştiremiyeceğimizi” unutmamak. Yapabilene ne mutlu !

Demem o ki; “no gain without pain > acı yoksa kazanç da yok” en açık şekilde yaşandı. Onbeş yıl önce filmdeki saçmalıklar olmasaydı 2003 de o güzel günler gelmezdi. Bunlar aydınlık yolların bedelleri. Bakalım biz ülke olarak 7 Haziranda dört gün sonra hangi bedellerin köşe taşlarına el süreceğiz. Görelim Mevlam neyler; neylerse güzel eyler.

Öykücü