Yaşam Büfesinde “Korkular”

“…”Yes, but...”ların “Why, not ?” lara baskın olduğu ve pazardaki yakıcı rekabetin inceliklerini anlamayan ve anlarmış gibi davranan “bilmediğini bilmeyen” lider ve kurulların yönettiği ortamlarda tutkulu çalışma düzenini yaratmak pek olanaklı değildir. Tutkulu çalışmak demek; yaptığınız işi bilmek ve sevmek, çalışma arkadaşlarınıza samimi davranmak ve işe gelirken, pozisyonunuz ne olursa olsun aylık bin lira maaşla çalıştığınızı ve eşinizin yedi aylık hamile olduğunu düşünmektir. Tutkunun olmadığı yerde profesyonellere gereken yüksek adrenalinli ve sürekliliği olan bir ekip kurulamaz. Böyle ekipler olmazsa hırs olmaz, hırsın olmadığı yerde hız olmaz ve hızdan yoksun tempodan da yüksek ölçekli işler çıkmaz…”

Merhaba

Burak haklı. Dün pazar günüydü. Bilgisayarım birden yavaşlayıverdi. Burak’ı aradım ve yaptıklarımı (bilmeden ve yapmamam gereken) anlattım. “Yarın gel” dedi. Bugün Netdirekt’e gittim. Farkına varmadan birkaç kaçak program yüklemişim GOM’a codec ararken… Burak’a “Korkudan ne sorarsa “no” dedim. Neden yine böyle oldu ?” diye sorunca gülümsedi. “Soru size olumsuz sorulmuş olabilir ve siz de “hayır” deyince yanıt olumlu olduğu için kaçak program bir eklenti şeklinde sisteminize girmiş olabilir” diye açıklayınca bilişim dilinden anlamanın ne denli önemli olduğunu yaşayarak anladım. Gerçekten anladım mı ? Bundan böyle artık uslandım ve korunmuş olacak mıyım ? Sanmıyorum. Bu kez de bilmediğim bir başka yerden yine eklentiler gelecek ve ben yine yardım isteyeceğim. Bereket şansım var. Netdirekt her zaman ve her koşulda düzeltici önlemlerle, koruyucu tedbirlerle yanımda. Teşekkürler.

“Korkular” ne demek ?

Ben böylesi küçük şeylerle uğraşırken çatıdan (Çeşme çatı değil, Netdirekt kafeterya) kaçıp ilk kata, Teknik Bölüme indim. Çatıya vurun damlaların sesinden, yağmurun şiddetinden korktum. Ekranda, dağın başında bekleyen kanatlar, gövde ve vinçlere baktıkça korktum. Aşırı yağışın olası zararlarından korktum. Buraya gelirken kaygan yollardan korktum. Korkularımın bugününe ve düne bakıp “Neden şimdi korkularım daha güçlü ?” diye düşündüm.

Otuzbeş sene önce 1968 model bir Anadol arabam vardı. Kışın ısıtmaz, yazın soğutmazdı. Yazın beklediğim soğuk kendim için klima değil motor sıcaklığının artmaması içindi. Yokuşu sevmez, tıkanırdı. İnişi sevmez durmakta zorlanırdı. Altı ayda bir gittiğim vizeden zor geçerdi. Görevli arabaya ve bana (devlet memuru olmak) bakar ve idare ederdi. Direksiyon kutusu arızalıydı. Bazen onkişi biner ve Yamanlar Karagöl’e çıkardık. İstanbul, Çanakkale ve Alanya turlarında dokuz sene kullandım; yüzbin kilometre yaptım. Halılar ve sucuklar taşıdım. Kör ışıklı farlarıyla, zor silen silecekleriyle tufan gibi günlerde, gecelerde çoluk çocuk ne seyahatler yaptık. Korkmadım. Şimdi en konforlu ve güvenli arabayla korkuyorum. Neden ? Gençlik ve yetmişe bir hafta kalanın değer yargıları kuşkusuz temel neden. Ötesi yok mu ? Bence var. Dürtülerim neydi, ne oldu ?

“Buying motives / Satın alma-kabul dürtüleri”min dünü ve bugünü arasındaki temel fark nerede ?

(Yazmayı bıraktım; erteliyorum. Çatıya çıkıp bir çay içip geleyim). Bir zamanlar, gençken, çok fazla şeye (maddi olarak) sahip değilken, memurluğun dar sınırlarında elde edilenlerle yetinmeyip ek bir şeyler ararken temel dürtüm “to make a gain / kazanç sağlamak“tı. Sahip olmadığım kimi şeylere sahip olma gayretiydi. Sonuç başarısız olursa en azından bulunduğum durumda kalacaktım. Kaybedecek pek fazla bir şey yoktu. Yol uzundu. Ufuktaki ışık soluktu. Şimdi ise temel dürtüm “fear of the lost / kaybetme korkusu“. Hem de neler ? Parasal değil. Doyum düzeyim zirvede. Eşim, çocuklarım, torunlarım, Albatros, Çeşme, C4, PAK/MES/NET Üçlüsü ve yükselen umutlar ve daha neler… Hepsi kaybetmekten korktuklarım. Bu nedenle daha temkinliyim. Daha sakin ve sabırlı olmaya çalışıyorum. Bazen çok yakınımda baskın gördüğüm atalete bakınca “kolları sıvamak” istiyorum. Sonra kendime “dur” diyorum. Bizim katkı sağlama ya da katılımcı olma çağımız geçti. Şimdi sakince izlemek ve sormadan karışmamak gerekiyor. Çoklukla arada bir girişlerimiz diyalogtan çok tartışmaya dönecek gibi oluyor. O zaman da burada bahsettiğim korkularım daha bir artıp pişmanlıklar oluşuyor.

Kasım 2014 ün son haftasında Özdere’deki güzel bir ortamda otuz kişiyle çıktığımız “ustalık yolculuğu”nun açılışında dile getirdiğim ” Hayatta en zor şey bir işin nasıl yapıldığını bildiğin halde, karşı tarafın nasıl yapamadığını ses çıkarmadan izlemektir” sözlerimi yakın çevremde yaşıyorum. Bı-u zorluğa sessiz kalamamaktan korkuyorum. En azından “kolaylaştırmak” ya da “sadeleştirmek/basitleştirmek” ve biraz gayretle “optimize etmek” için duramayan Nezuş’u frenleyememekten korkuyorum.

Bu korkularımla Çeşme’den yanıma aldığım Bay Lee Iacocco’nun kitabının yanına Barış odasından kitaplığımdan “Perakendede Diriliği Kaybetmek İrileşmek” isimli kitabı koyup paralel olarak okuyorum. Daha doğrusu birkaç kez okuduğum iki kitaptan rastgele sayfalar açıp aklımın yeni “mind-set’i / bakış açısı” ile harmanlayıp güncele dönüyorum.

Bay Servet Topaloğlu kendi yaşadıklarından arıttığı bilgilerle, kitapların öğrettiği teoriklerle kaleme aldığı kitabında tepe yöneticilerine bakıp iki tarz lider ve yönetici tipi tanımlar.

Bunlardan ilki iş yaşamlarına normal lise ve üniversiteleri bitirerek başlarlar ve şirketlerinde “kolları sıvayarak” değişik birimlerde çalışmaya başlarlar. Daha sonra şirket içi eğitimlerle enjekte edilen ustalıklarla adım adım üst yönetime çıkarlar. Şirket onları çok iyi derecede hazırlanmış dış programlara entegre eder ve “komple profesyonel” olurlar.

İkinci grup ise en iyi üniversitelerden en geçerli meslekle mezun olup, iş idaresi uzmanlığını tamamlarlar. Şirket hemen onları iyi hazırlanmış ve aylar süren entegrasyon programlarına alır. Ardından da “çapraz eğitim” programlarıyla işbaşı eğitimlerini yaparak pekiştirirler. Bu tarz eğitimleri küçümsemezler. Daha sonra da INSEAD gibi iş okullarının programlarında konunun uzmanı akademisyenlerin tezgahından geçip “komple profesyonel” olarak sistemde yerlerini alırlar. Yakın çevremde bu ikinci gruptan örnek göremiyorum.

İster dünün genç TA’sı olsun, ister bugünün yine genç HG olsun iş ortamından tanıdıklarım ve ben dahil COPCUların “Y Kuşağı”nın tümü birinci gruptan. Hatta bunlardan “PAK-Ü” hariç diğer ikisi henüz “komple profesyonel” olmak için son aşama olan “entegre programlara” katılmış değiller. Kendi gayretleriyle Mestleşmeye çalışırken Arap Ülkelerinde çıkış yolu arayan profesörümüzün kritik günleri ve henüz TOMBUL’aşamayan hayalleri; uykusuz gecelerle açılım üstüne açılım, Bergama’nın rüzgarlarından Işıkkent’in elektriğine katılım, stopaj konulu tartışmaların çevresinde uzlaşım, yeni projelerle pazarın yıkıcı rekabetine karşı dayanma gücünü artırım gibi eylemlerle hızını durmadan artıran bir tempo içindeki Netgiller… Korkuyorum. Yıllar önce gördüğüm bir rüya vardı. Kapıya elimi uzatıyorum. Kapının sapı yok. Ellerin boşta kalıyordu. Yardım edemiyordum. Bunlar beni aşan olaylar. Umutlarımı yüksek tutup dua etmekten gayrısı gelmiyor elimden.

Y Kuşağım“dan örneklerle onların yakın iş arkadaşlarına bakıp “işbirliği arayışındaki üç temel soru“nun yanıtları net midir ?

Diye düşünüyorum. Sadece yanıtı düşünmekle kalmayıp geçen yıl bu günlerde birden yaşanan bir eleman krizine nasıl baktıklarını paylaşılan bir elektronik postadan anlamaya çalışıyorum. Bizimkilerin işbirliğini oluşturmak ve geliştirmek için yola çıkarken şu üç soruyu sorduklarına eminim:

1.Onlardan hoşlanıyor muyum ?

2.Onlara güveniyor muyum ?

3.Onlara saygı duyuyor muyum ?

Sanırım üç sorunun da yanıtı “evet”. Yoksa bugünlere gelemezlerdi. İşte doğru soruların sorulmadığı ya da yanıtların gerçek sinyallerinin doğru algılanmadığı bir örnekle yaşanan gerilim. Geçen yıl bu günlerden otoritenin yaşadığı sıkıntıya ait bir alıntı:

“…Bu akşam evde oturup yatmaya hazırlanırken, Bu..’ın Skype’tan SEDE’nin işi bırakması ile ilgili yazmasıyla irkildim. Sonrasında maillerime baktığımda benimle konuştuktan az sonra aşağıdaki gibi bir mail attığını gördüm SEDE’nin. Anlamak mümkün değil ! Yeni yıla merhaba partisinde hiç birşey yokmuş gibi davranan, gülüp eğlenen o değil miydi  ? 

Fakat korkularım ve kuşkularım çok arttı. Anlık psikolojisi değişen böyle bir adamın, şirketimize zarar verebileceğini hissettim.  Bunun üzerine korkularım daha da arttı ve üzerime bir şeyler geçirip hemen ofise geldim. Açıkcası Se…’i de aramak istemedim , gereksiz gerilimleri yaşamamak adına. Çünkü eminim ki Se… SEDE’yi parçalardı 🙂

Ofise geldim ve SEDE ile konuştum, hakkında hayırlısı olmasını ilettim ve eğer Ma…. otobüsü varsa işini şu anda bırakmasını, bizim ekip olarak toplanıp bir değerlendirme yapacağımızı fakat ortamın elektriklenmesini istemediğim için, şu anda bırakıyor olmasının daha doğru olacağını ilettim. Fakat Ma….’ya gidebileceği bu saate hiçbir araç olmadığını söyledi. Bu sırada Kı…. de benim sinirlenip olası bir taşkınlık yapabileceğimi düşünerek kokoreccinin orada bekliyormuş 🙂 Neyse onu arayıp ofise gelmesini istedim, ona ofisi emanet edip SEDE’yi evine, Ma…..’ya kendim bıraktım. Yolda da çok sakin ve sinirlenmeden bir yolculuk yaşadık. En kısa sürede kendisine de haber vereceğimizi ilettim . Bu sırada Bu…. da Os….’ı evinden aldı ve ofise getirdi. İşleri Os…’a emanet ettik …”

Olayı açıkladıktan sonra şöyle devam ediyor otorite:

“…Bu maili neden yazıyorum , 

  • Öncelikle maillerimi neden daha sıklıkla kontrol etmediğim için kendime kızdım ( ki yılbaşında bile laptopımı bir çok kez açmış olmama rağmen, sanırım SEDE’den böyle bir geri dönüş beklemiyordum ) ,
  • Sıcağı sıcağına aklımda ve zihnimde yer eden şeyleri paylaşmak istedim , 
  • Aklımı / zamanımı / işlerimi çalan bu ilişki içerisinde kendimi salak gibi hissettiğim için paylaşmak istedim.
  • Ve en önemlisi belki de, biz Ne…. olarak gerekirse Ke… ve Se… olarak oturur o ticketları cevaplar, gene de size pabuç bırakmayız hissiyatının aşağıdaki tüm personel üzerinde etki etmesini istemediğim için, sizi de bilgilendirmek istedim.

Bo…’ta iken Fa…. hep , “ …. “ derdi. Bir kez daha doğruluğunu anlamış oldum .

Tabi bunları yaşarken Se… ‘e iletmiyor olmak canımı sıksa da ortamın elektriklenip olası başka sıkıntıların önüne geçmek adına haber vermek istemedim . Hoş görüle.

Yarın yüz yüze de detaylı olarak anlatırım.

Sevgiyle hepinizi öpüyorum . 

Ke… 02.01.2014 / 14.19…”

Bugünlere kolay gelinmiyor. Sıkıntılar kolay aşılmıyor. Yöneticiyi büyük şeyler değil küçük şeyler bunaltıyor. Yetmişe bir hafta kala böylesi gelgitlere dayanmak pek olası görülmüyor. Bazen izlemek bile yoruyor. Yukarıdaki örneğin öncülünü anımsıyorum ve çokca yinelediğim şu söze hak veriyorum:

“Akılsızlar en zararlı hırsızlardır; çünkü onlar zamanımızı, sağlığımızı ve mutluluğumuzu çalarlar”.

Nice aydınlık yollardaki ustalaşma çabalarımızda Allah hepimizi akılsızların katkılarından korusun.

Öykücü