Yaşam Büfesinde “P” Paydasında…

“…Kanada’nın kuzey bölgelerinde yalnız iki mevsim yaşanır : Kış ve yaz. Özellikle bir bölgenin yollarında buzlar erimeye başlayınca yollar çamurlu duruma gelir. Bu yollardan geçen araçların bıraktığı derin izler soğuklar geri geldiğinde buz tutar. Bu ilkel bölgeye kışın girecek olanlar için yol ayırımında şöyle bir uyarı levhası bulunur: “Sürücü, aracını hangi izi izleyerek süreceğini iyi seç; çünkü bundan sonraki yirmi mil boyunca onun içinde olacaksın”…”

“Silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, yanlışınız çok demektir”

Merhaba

Çeşme’deyim. Hava azıcık da olsa ısınmaya başladı. Dün Tıp Bayramıydı. Hekimlerimize kutlu olsun. Özellikle 2014 ün zor “4E” koşullarında (Etki/Ekonomik/Ekoloji/Emniyet) “Mest“leşmeyi yeğleyen Copcu Hekimlerimizin Allah yardımcıları olsun. Bu arada üzülerek söylemeliyim ki ne hekimlerimizin ne de ülkemizin bayram kutlayacak havası ve hevesi yok. Allah sonumuzu hayreylesin. Amin.

Yukarıdaki kısa öykü nereden düştü aklıma ?

Açıkcası bilmiyorum. Belki de birkaç gündür elektronik postalarımda bazen Türkçe bazen İngilizce mesajlarıyla yaşamını ve yaşadıklarını öyküleştirerek yer alan sınıf arkadaşımdan etkilendim. Kendisi Muğla’dan sınıfımıza gelmiş (1963); beş yıl sessizce ve başarıyla yüksek öğretimini tamamlamış (1968) ve 1972 yılında Şükrü olarak Avrupa üzerinden yola çıkmıştı. Birikimiyle Fransa bağlarına kadar gidebilmişti. Orada bir süre bağcılık (!) yapıp uçak parasını denkleştirince Kanada’ya ulaşabilmişti çok soğuk bir Şubat gününde. Zor yıllar geçirdiğini yeni yeni anlıyoruz. Çeyrek yüzyıl Kanada’da boğuşurken ustalık yolculuklarında neler yaşadığını ancak anlayabiliyoruz. Köprü üstünde bozulan aracının içinde soğuktan donmak üzereyken kurtarılma öyküsü bile düşünmeye değer. Şükrü’lük zordu ve mecburen Sam’leşmeyi yeğledi. Diğer sınıf arkadaşlarımız bunu “Sam Amca” gibi yorumladılar. Değildi. Sam’leşmek “Şükrü”nün kabulünü kolaylaştırmak ve iz bırakabilmek içindi. Geçen yılın Mayısında Antalya’da pek görüşemedik. Bu yılın Gaziantep beraberliğine de pek gelemeyecek gibi. Herşey nasip meselesi. İnanıyorum ki bizim Sam, yukarıdaki öykünün, içine girdiğin çizginin öneminin hem doğruluğuna katılacak ve hem de bu öyküden ülkeme dönüp çamurlu yollardaki izlere girip de çıkamayanlara, çıkmak istemeyenlere, çamurda debelenirken sütünün kaymağını artıranlara, etrafa çamur atmaktan çekinmeyenlere, yüzleri kızarmayanlara, gözünü kapayıp sadece kendilerine gündüzü gece yapanlara, bu arada kendi aralarında “anamızı bellemek”ten söz eden zavallılara bakıp Kanada’nın zorluklarını bile özler olacaktır. Umarım hasarsız olarak kurtulacağız bu “kaos eşiği”nden salimen; umarım…

Son iki gündür gazete sayfalarına dalıp gidince Berkin & Burakcan ikilisinden geri kalan yazılı öfkelere, satırlara sığmayan bastırılmış kızgınlıklara bakınca neler görüyorum ?

Bay Hakan tipim değildir. Pek sevdiğim söylenemez. Önceleri köşesini bile okumazken dün “Zavallı” odağındaki sözcüklerine hayran kaldım. Aynı yetişme sürecinden geçtiklerine, başta hoşgörü olmak üzere din çerçevesi içinde sabra özen gösterdikleri halde o da taşmaya başlayıp şöyle diyordu dün:

“…Berkin’in ölümü karşısında içi titrememiş “zavallı”nın teki, guya laf sokuyor: “Berkin’e üzüldün, bakalım Burakcan’a da üzülecek misin ?”  Zavallıya bak, ölüleri yarıştırıyor. Zavallıya bak ! Bizim de kendisi gibi davranacağımızı düşünüyor. Bu yüzden kendisinden emin laf sokuyor… Sen herkesi kendin gibi mi sanıyorsun a zavallı ? … Sen insanlıktan çıktın diye biz de mi insanlıktan çıkacağız a zavallı...”

Yönü, yeri, tavrı, zihni belli olan, bunu gizlemeyen, benimsemesem de televizyon programlarında duruşunu sevdiğim Bay Beki bile dayanamıyor ve “Evet, daha fazlasını beklemek hakkımız, bizzat Başbakan da Berkin için yürüyenlerle empati yapmalı…” Eğitimlerimde “empati” ile “sempati” arasındaki farka değinirim ve satış odaklı müşteri görüşmelerinde ikisi arasındaki farkı da satıcının vereceği şu iki yanıtla görsel kılmaya çalışırım: “Haklısınız” yerine sadece “Anlıyorum” demeli ki satıcı masanın bu tarafında kalarak, temsil ettiği şirketin çıkarlarını korumaya özen göstererek ve müşterisini de memnun ederek  müşterinin itirazlarını yanıtlayabilsin. Bay Beki de bunu bekliyor Başbakandan. Bu bana yeter mi ? Hayır. Ama en azından “kaos eşiği”nde umuda yolculuğun ilk adımı olur. Buna ihtiyacımız varken…

Sevgili Arman”ın köşesindeki şu özdeyiş (!) çok anlamlı, çok vurucu, ürpertici ve Allah bizleri böylesi tanımlamalardan korusun: “Biri 15 yıl yaşar sonsuz olur; biri 60 yıl yaşar soysuz olur”. Hani İngilizcesi daha güzeldir ya “Oh My God” ya da “Aman Allah’ım“. Hah işte tam bu noktada şimdi gelelim yazımın başlığındaki “Yaşam Büfesinde “P” Paydasında…” nın ne demek istediğine.

Lise yıllarımızdı (1960 lar). Yaramaz çocuklardık. Dilimiz de yaramazdı. Erkek Lisesinde (İzmir Atatürk Lisesi) okuyorduk ve dilimizin de kemiği yoktu. Hâla da yok. Soylunun da “Soysuz”un da yok. Şöyle derdik: “İki körfez vapurunu çok severiz: Sur bir, Efes iki”. Ne var bunda derseniz ? Efes kısmında ulama (!) yapın doğruyu görürsünüz ve ondan sonra düşünün telefon konuşmasında anamızı bellemekten söz edenlerin bugün deşifre olduklarında yüzleri kızarıyor mu acep ? Bu iki vapur gerçekten de o yıllarda seferde olan vapurlardı. Ya da “İngilizcede iki kelimeyi çok severiz. Orrayt bir Yes iki“. Aynı durum “yes” kısmını ulatın bakalım yer misiniz, yemez misiniz ? İşte bugünlerde meydanlarda yer miyiz, yemez miyiz diye düşünmeden siyasiler ve siyasilerin önde gidenleri ağzına gelen herşeyi söylüyorlar. Utanma kalmadığı gibi tam bir “garez” baskın. Tam bir ajan gibi, tam bir hain gibi görüyor yüreğim onları ve beni gençlerimizin geleceği açısından korkutuyor. Ne yapmak istediğini bilmiyor olabilir mi ? gibi “biz de safmışız” benzeri sorular aklımdan geçmiyor değil.

Ya Yılmaz’ın yazdıklarına ne demeli ? İki gün önce “…Sana gelince usta… Hatırlanmak bile istemeyeceksin. Yatacak yerin yok bilesin. Tükürmesinler diye mezar taşına toma bekleyecek başında…” Aman Allah’ım ! Ne yenir ne içilir. Ve ertesi gün devam ediyor “… Çocuk öldürdüler çocuk, endeksi merak ediyor herif ! Menkulun değeri yok artık, menfur kıymetler borsasıdır burası…” Nefret artıyor. Dilimde daha çok dua var ve çatıya çıkıp üç kitap seçiyorum. Bunlar,

1.Tanrılar Okulu

2.Tanrı’nın Doğum Günü ve

3.Allah ile Aldatmak (Türkiye’yi kemiren ihanet)

Rastgele sayfalarını çeviriyorum. Bunlarla ilgisi olmayan bir yerden bir söz çarpıyor gözüme : “Sonunda herşey yoluna girer; girmediyse henüz sonlanmamış demektir“. Tıpkı R.Bach‘ın martısı Jonathan’nın dediği gibi “Yaşıyorsan bitmemiştir“.


Prof.S.E.D’Anna’nın “Tanrılar Okulu” kitabıyla nasıl tanıştım ?

Hani hep diyorum ya “Bu dünya GAT dünyası; ver ki alasın” sözlerinin tipik bir yansımasıydı bu kitap. Altı sene önce Mayıs ayının ikinci gününde “Biyoteknoloji Günleri“nde konuşmacıydım ve katılımcılara altı kitap dağıtmıştım; anı olsun, akılda kalıcılığa etkisi olsun diye. Öğleden sonra CINOS‘taki odama geldiğimde Sevgili Gülşah, Forum Bornova’da Sevgili Z.Aker’i görmüş. O da bu kitabı alıp bana göndermiş. Çok sevmiştim kitabı. Okurken her tarafını karaladım. Aradan iki seneden uzun bir zaman geçmişti. Hürriyet Gazetesinin 07.11.2010 gününe ait IK ekinde bu kitabın yazarının İstanbul’a gelip 1000 kişiye liderlik eğitimi verdiğini okumuştum.”Avrupa Ekonomi Okulu”nun rektörü olan yazar bu eğitimi Floransa’da veriyor ve program “Rönesansın izinde” olarak betimleniyor. Çatıdan bu kitabı alıp da sayfalarını rastgele çevirirken aklımın “Berkin & Burakcan” ikilisiyle karmaşıklaşan kıvrımlarına gizlenmiş korkularımla yüzleşmeye çalışıyorum. Sayfa 316 da “AIM ><IAM” dönüşümüne dalınca “Zavallı Usta“nın amacının sadece kendi d…nü kurtarmak olduğuna bunun derdine düştüğüne inanıyorum. İşte o zaman lise yıllarımdaki İngilizce’nin “Orraybiryesiki” deyişimize gidiyor buğulanan gözlerim aklımla birlikte.

Yine daldan dala atlarken “Yaşam Büfesinde “P” Paydasında...” ile ne demek istediğime değinemedim. Diğer kitaplara geçmeden şu konuyu bir açıklayayım. Başarı formülümde çarpanlardan biri “2P” ve işte İngilizcede “Patient & Persistent” ile “Sabır ve Sebat; İnat ve Israr”ı olumlu olarak görürken ve bunların bileşkesini de “Passion/Tutku” olarak yine olumlu olarak ele alırken Türkçe’ye dönünce dilim “Para, Paket, Parsa, Pusht; Pe…enk vb” olumsuzluklara dalıyor. “Terbiyeyi elden bırakmamak gerek. Aman ha. Kendine mukayyet ol; sana yakışmaz” diyorum kendime…Ne var ki; öğrenme ve ustalık yolculuklarımda rehberim olan SSTC prensiplerinden birisi “ignore negatives/pick-up positives: Olumsuzları görmezden gel, olumluları yakala ve kullan”, o halde ben de bunu yapmaya çalışayım.

Bay Franklin yıllar önce taaa Amerika’dan (Pensilvanya’dan değil) buralarını, bugünleri görmüş ve demiş ki;

Doğa her tür canlıya, düşmanını ayırt etme içgüdüsü vermiştir.

Kazlar ve aptal kuşlar tilkiden kaçar.

Kuzular kurttan, denizciler kayalardan;

Bir sahtekar ise darağacındaki geleceğini önceden görür,

Ve ağaçların varlığına katlanamaz.

İstanbul’da Gezi Parkı, Ankara’da ODTÜ ve daha nice ağaç kesenlerin korkuları bu olsa gerek ki acep kaçış var mı ? Allah ıslah etsin.

“Ver ve kurtul”, Doğru mu ? Bu kadar basit mi, kolay mı ?

Karşımda dört adam var her akşam haberlerde boy gösteriyorlar. İkisinin elinde eylemli ve eylemsiz güç var; diğer ikisi de oynanan oyunda kareyi tamamlıyorlar. İlk ikisi maçı kazanmak için herşeyi yaparken, son ikisi de kaybetmek için akılsızca çırpınıyorlar. Onların yerinde olmak istemem. Acıyorum onlara. Dr.Dümen’e kulak verip bir kıyaslama yapıyorum. Adam olmak, erkek olmak ve yaşamın temel zevklerinden, keyiflerinden biri olan cinsellikten nasibini almak ya da almamak. Tıpkı Shakespare’nin dediği gibi “olmak ya da olmamak işte bütün mesele”. Bunca kavganın orta yerinde onların cinselliğe ayıracak zamanları ve hevesleri olabilir mi ? Olmuyorsa, neye yarar “Yaşam Büfesinde “P” Paydasında...” buluşmak ! İster Türkçe olsun, ister İngilizce, ister Prof.D’Anna’nın Tanrılar Okulu’nda öğrettikleri, ister Prof.Dr.Y.N.Öztürk’ün “Allah ile Aldatmak“ta altı sene önce dikkat çektiklerini bugün yaşıyor olmamız yerli yabancı karması “P”lerden olan “Performans, Produktivite” skorlarıyla bu dört adamın seksüel yaşamları acaba günün yorgunluklarını atacak şekilde işe yarıyor mudur akşam eve döndüklerinde, yatağa yattıklarında, eşlerine sarıldıklarında ? Sanmıyorum. Yazık onlara. Ben bu dili(mi) sevmesem de bugünlerde birşeyler sabır sınırlarımı zorluyor olmalı ki yazmaktan kendimi alamadım. Belki de hani o telefon kayıtlarında geçti ya, onlar hergün bizim, halkın anasını belledikleri için, hepimizi (d)üzdükleri için olsa gerek ki akşam yatağa yattıklarında şöyle ağız tadıyla (!) bir sex yapıyorlar mı acep ? düşüncesinden, kuşkusundan, onlar adına (b)üzülmekten vazgeçiremedim aklımı ! İyi olur inşallah… Üç gün sonra hepimiz gibi onlar da ölüp gidecekler ve belki de sadece birinin elinde diğerlerinden kat kat fazla oyuncak olacak ayakkabı kutularına konmuş ve kefenin cebine sığmayacak. Cepli özel kefen diktirecek olsalar bile…

Allah ile aldatmadan, Dreamer’ın öğretilerine kulak kabartarak Bay Özdemir’in yorumladıklarına değer verip zorlukların orta yerinde mutlu olabilmek için sabır sınavlarımızın hep aydınlık yollarda geçmesi dileklerimle.

Öykücü

 NOT: Dün (17.03.2014) İzmir’den manzaralara bakınca, Bay Yılmaz’ın yoğunlaştırmalarına takılınca Çeşme’nin güzelliğinde bile ruhumun şıkıştığını hissettim. Bunaldım. Yine Lise günlerime döndüm. Fuar’da palmiye ağaçlarının gövdelerine çivilenmiş posterlerdeki bir tiyatro oyununun ismini anımsadım. Rahmetli M.Karaca’nın “Karaca Tiyatrosu”nun bir oyunuyda ve ismi de “Hükümetin İşine, Fakirin s….e” karışılmaz gibiydi. Ne karışmaya çalıştığımız bir hükümet işi var ne de balkonlarda toma suyu içenler fakir ama birşeyler oluyor anlamakta zorluk çektiğim. Siyah elbiseli adamlar babalarının eviymiş gibi ev basıyorlar; otoyol sefalarına zorbalıkla konuk ettiklerine eziyet ediyorlar; yüzlerinin nuru gitmiş olanların kılı kıpırdamıyor; utanma, arlanma duyguları körelmiş olanlar bunların öbür dünyaya kalmayan hesabını nasıl verecekler acep ? diye düşünmüyorlar mı ? Küçük bir şaka yaptığımda Dr.VA, “dirty mind” demişti. Şimdilerde aklı temiz tutmak çok kolay değil. Ekranın üst köşesinde “AA” ı gördüğümde her zaman aklıma “Anadolu Ajansı” gelmiyor artık… Üzülüyorum. Kahroluyorum. Mart ayı sonunda irfanından hoşnut İzmir’im bence yine gereken dersi verecektir. Sevgili Birgi kısa mesajında “yüreğini karartma Mustafa bey” diyor ve biraz su serpiliyor yetmişe bir kala daha bir fazla yorgun olan yüreğime…