Yaşam Büfesinde “Kader Kısmet”

“… Genç adam, antika merakı nedeniyle Anadolu’nun en tenha yerlerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacı gencin yürümesine yardım ederken, “Günlerdir hasta olduğumdan odun kesmek için bugün ilk defa dışarı çıktım” dedi; “meğer seni bulmak için iyileşmişim”. Diz boyunu bulan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının kar beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran dört iskemle onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerce kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış…”

Merhaba

Yarı yıl tatilinin ikinci haftasını başlatan hafta sonu ilginç gelişmelere sahne oluyor. Büyüme, gelişme, değişme ve dönüşme yolculuklarını hızlandıran kurumsal planların çarkları arasında nelerin iyiliklere vesile olduğunu anlamak pek kolay olmuyor. Dualarımızın arttığı bu süreçte dualarımızı “olsun mu; olmasın mı ?” için yönelttiğimizi de pek bilemiyoruz. Sadece dua ediyoruz ve “hak edip etmediğimizi; bizler için hayırlı olup olmayacağı” yargısını Allah’a havale ederken aslında yine kolaycılığı seçiyoruz. Sanki kaderle pazarlık ediyoruz. “Kaderle Pazarlık” etme sözcüğü sevdim.

Yazımın başlığını “Kader Kısmet “korken anılar beni çocuklarımın çocukluklarına götürdü. Üzerinde iki yüz civarında delik olan, deliklerin üstü çukulata kağıdı (alüminyum folyanın adı öyleydi o günlerde) kaplı olan bir karton olurdu kutunun içinde. Çoğu boş olurdu. Örneğin yirmisinde de farklı hediyelerin isimleri olurdu. Hediyeler çoklukla gofret ve birkaç da oyuncak arabaydı. Üstteki delikli karton yanlardan zımba ile alttakine tutturulduğu ve delikler de çukulata kağıdıyla kaplı (kapalı) olduğu için hangi delikte ne olduğunu kimse bilmezdi. Bu seti on liraya alırdık. Tanesi yirmi beş kuruşa çektirdiğimizde ve hepsini açtırdığımızda onbeş lira kazanırdık. Hoş bir yerden sonra ya dağıtılacak hediye kalmadığından veya azalan seçenekler çekiciliğini yitirdiğinden ya da öğrenme yolculuğundaki genç satıcı bu işten çabuk sıkıldığından bu üst sınıra hiçbir zaman ulaşılamazdı. On lirayı aşan her kuruş satıcıya yetebilirdi. Bazen de satıcı oturur kendisi delikleri açardı. Böylece çocuklarımızı ticarete ısındırmaya çalışırdık. Bu işi yaparken satıcının “şans talih kader kısmet” diye bağırması ve müşteri çekmesi gerekirdi. Böylece çocuklarımızı az da olsa “yaygara”ya alıştırırdık. Bugün inanıyorum ki; özellikle yöneticiliği seçen büyük oğlumun başarılarında; özgün yöntemler geliştirip kendini yurt dışında da aranan kılan ortanca profesör oğlumun gayretlerinde bu “Kader Kısmet “oyununu çocukluklarında oynamış olduklarının etkisi olduğuna inanıyorum. Üçüncü oğlum özel sektör ve içimizde tek kolej çocuğu olduğu için “Kader Kısmet” ten daha çok Ramazanda pide satmanın azıcık da olsa etkisi olmuştur girişimci genç iş adamı oluşu ve riskleri üstlenişinde. Bunlar görebildiklerimiz ve aklımızın erdiği kadarıyla açıklama getirmek için kendi düşünce tarzımızı baskın kıldığımız örnekler. Aslında hepsi birer “Kader Kısmet” meselesi. Ne diyelim hayırlısı olsun !

Patangonya’da Pazarlama Hizmetleri Müdürü olmak ister misin ve hangi bedele gidersin ?

Diye sormuşlardı bana gizliden gizliye. Bu soru iki kere geldi yaşam büfesindeki yol ayrımlarında karşıma. İlki 1998 in son günlerindeydi. İkincisi ise geçen hafta. İlkinde İstanbul efendileri hakimdi karşımda oturan otorite koltuğunda. Taşrada gelişen, sahrada (hem de gerçekten Büyük Sahra’da) pişen, Sudan’da yanan genç meslektaşım ayrılıverince kurumdan karar vericiler grubu sersemlemişlerdi. İkisi de ziraatçı değildi. İkisi de Boğazın serin sularına bakıp viskilerini içerken dört yıl önceki kriz koşullarında çalışanlara “bana bakın geminin güvertesinde kristal kadehlerle şampanya içme devri kapandı; kendinize gelin” söylemlerinin hâla sıcaklığını hissederek “asarız, keseriz biz bu işi yürütürüz” havasındaydılar. Çok güzel bir akşam yemeğiydi. Plaza Otel’in çatı katındaydık. Her zaman olduğu Merlot/C.Savignon kupajı mükemmeldi. Konuşma daha doğrusu “ikna” konusu “birer adım öne ilerleyelim beyler”di. Otobüs yolcularının “el mahkum” olduklarına inanıyorlardı.

Aynı Patagonya konusu geçen hafta da kapımızı çaldı. Karar vermek zordu. Pazarlık şansımızı zorladık. Tıpkı on beş yıl önceki Plaza Otelin çatısında vakit gece yarısını geçtiği andaki gibiydi görünüm. Ben kırk yıldır (1958-1998) İzmir’liydim; Çeşme’liydim. Patagonya’ya gitmek özveri gerektiriyordu. Hiç bir zaman Patagonyalı olmak istememiştim. Halbuki hem bir kariyer yolculuğu olacaktı, hem de kültürel bir açılım yaşanacaktı; hem de yaş kemale ererken bir serüven yaşamanın keyfi de söz konusuydu. Teklifleri netti; “maaşına %15 zam yaparız”. Güldüm. İkinci bir ev açacaktım; Çeşme’ye hasret kalacaktım.  Benim teklifim de netti; “%50 zam isterim“. Aracı kişinin buna ne gücü yetiyordu ne de söyleyecek sözü vardı. Ertesi gün bir başka konudaki toplantı biterken baş otorite en yalın, en katı, en ciddi haliyle ve biraz da otorite olduğunu diğerlerine de hissettirmenin en etkin şekliyle, işaret parmağını uzatarak “sen yarın sabah saat sekizde odama gel” dedi. Gittim. Masal başladı. Ana fikir “para her şey demek değildir” idi. Zam oranı değişmemişti. İstediğimi vermediler. Ben de Patagonyaya gitmedim. Bir yıl sonra ikinci bir global birleşmeyle Patagonya gündemden pat diye düştü. Otorite ve grubu kurumdan ayrıldı gitti ve giderken de duydum ki “para her şeymiş” aldıkları milyon doları aşan miktarlara bakınca. Otorite tıpkı genç antikacı gibi “Rabbena hep bana” demişti. Böyledir sistemlerin insanları aştığı gerçekten kurumsallaşmış olan yerlerde otobüs yolcularının koltukları değiştirilmek istendiğinde uygulanan politika. Kimi zaman da çarkın dişlileri kendini dişli sananları yiyiverir. Ne diyelim “Kader Kısmet” meselesi.

Benzerini de bu hafta yeniden yaşadık. “Patagonyaya gitmek veya gitmemek işte bütün mesele bu” değil aslında; “Patagonyaya gitmek istiyorum. Ancak buna değmeli. Bunca özverinin bedeli bu olmamalı. İşte benim, kendim için çizdiğim bedel. Hadi gel buluşalım.” dersin ve ototire önce sessizliğe bürünür ve sonra bir de bakarsın ki küsmüş. Olur böyle şeyler; “Kader Kısmet” meselesi.

Böylece “Şu GAT dünyada MAS laşmak için RAW (ve hatta RAF) mıyım ?” sorusuna olumlu yanıt verelim ve bu da işimize, sonuçlarımıza yansısın. İçimize sinsin. İşte bunun adı “hakkaniyet“. Madem ki bu dünyanın GAT (Give And Take / Ver ki alasın) olduğuna birlikte inanıyoruz; madem ki verilenle alınan arasında bir “denge” olduğunu kabul ediyoruz, o halde Patagonyaya gitmeyi gereksiz şekilde ucuza getirmeye çalışmanın kurnazlığına sapmayalım. Madem ki Patagonyaya gidince benden MAS (More And Smarter/Kapasite ve Kapabilite) laşarak maksimum verim bekleniyor o halde bunun bedeli tıpkı 1998 de önerildiği gibi olmamalı. Sağlık olsun. Madem ki RAW (Ready Able Willingness / Hazır, yetki ve istekli”) olmam bekleniyor; o halde bunun için motivasyonum sağlanmalı, korunmalı. Ben Patagonyaya gitmekten kaçınmıyorum; yeter ki hak edilen bedelin ödenmesinde gereksiz pintilikler yaşanmasın.

Patagonyaya giderken Antalya’da buluşalım mı ?

Dün hava kıştan öteydi. Bazen yağmur barana dönüşüyordu. Bir telefon aldık. Sevgili KİZD Grubumuz Bursa’ya doğru yola çıkıyordu. “Aman” dedi annenin yüreği “sakın gitmeyin bu fırtınada, silecekler yetişmez cama vuran damlaları düşürmeye“. Dinlemez o grubun lideri bu sözleri. Patagonya öncesi bir kez daha birlikte olmak için; Sakızlı Öküz olmasa da oradaki Şükrü “Arap” olsa da gider ve gitti de. Anne bana da ısrarcıydı “sen ne biçim babasın, söyle de oğlun gitmesin“. Küçük bir düzeltme, Patagonyaya değil, Bursa’ya. Nasıl der benim dilim ? Kara kutu direksiyon kutusunun üç vidası yalama, kaloriferi çalışmaz, yokuşu da (su kaynatır) inişi de (frenleri tutmaz) sevmeyen 68 Anadol’la nice fırtınalı yolculuklara çıkmış olan ben, nasıl derim Mercedes’inle çıkma bu havada yola diye. Diyemem. Demedim de. Sessizliği yeğledim. Sağ salim gittiler. Bursa’nın yeni ve en güzel otelinde C5 grubunun dört bireyi de iki gecelik konaklama ile felekten ve Arap Şükrü’den iyi bir gece çaldılar. Allah içlerine sindirsin. Böylece Patagonya için moral olurlarken “son dakika” mesajıyla yolculuğun şimdilik ertelendiğini öğrendiler. Her şey “Kader Kısmet” meselesi. “Nasipse gelir Hintten yemenden, nasip değilse ne gelir elden ! Bunda da bir hayır vardır.“diye teselli buluyoruz. Tıpkı birkaç yıl önceki gibi sen git İsviçre’de görüşmeler yap ve gel vazgeç. Tam da Mısır’da “Bee&Me” sunumum öncesi, Pazarlama Müdürlüğüneü devrederken otorite ile olan küskünlüğümüze bir de sen bir katmer daha ekle. Bursa’dan İzmir’e gelme hevesinde CC den CG e transferioOlmadı. İyi de oldu olmadı. Şimdi o fabrikanın yerinde yeller esiyor ve bizim C4 grubu bu kez yeni bir Patagonya serüveni heyecanları içinde. Bekliyoruz ve göreceğiz. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.

Gelelim Antalya’da buluşmaya… Altmışsekiz Anadol’un anılarıyla 68li Ziraatçıların kırkbeş yıl aradan sonra bir araya gelme hevesleri birlikte gelişti belleğimde. Yirmi yıl önce rahmetli ve sevgili Prof.Latif’in gayretleriyle Kuşadası’nda buluşmuştuk. Tadı damağımızda kalsa da bir daha buluşamadık. Çünkü sevgili Latif iki yıl sonra yaşı elliye varmadan vefat etmiş; aramızdan ayrılmıştı. Ondan sonra bizim bölük pörçük çabalarımız bir heves olmaktan ötede yaşama aktarılamadı. bu kez olacak gibi görünüyor. Aklımız Patangonya serüvenine kilitlenmişken bu konudaki gelişmelerin hızı yine beni pek fazla umutlandırmıyor. Bu nedenle Sevgili Hayrettin “elliyi aşarız” dese de ben otuz civarında tutuyorum başlangıçta beklentilerimi. Sevgili Şükrü’nün kırk bir yıl aradan sonra taaaaa Amerika’nın Florida’sından “Valla gelirim abicim” demesi ne kadar gözlerimi yaşartıyorsa ve “gerçekten de dünya çok küçük” diye düşünmeme neden oluyorsa; taaaa burnumun dibindeki Bornova’dan hiç ses çıkmaması da “dünya küçük ama Bornova çoook uzakmış” diye içim içimi yiyor. Bekliyorum bakalım gün doğmadan neler doğacak !

Patagonya yolculuğunda Antalya’da buluşurken safraları atabilecek miyim ?

Bu yarıyıl tatili Albatros’ta COPCUs Plus (Nato ile 14 üz) gücünü hep koruyarak gelen beraberliğimize Venezyalı, Sakızlı ve Öküzlü geceler katınca; C2 nin aşureleri C3-C5 serisinin her gece her gece artarak süren tatlıları eklenince; sanki Ramazan iftarı gibi yemeğimiz Kulak Çorbası ve Çığırtma benzeri yerel (Somalı) aşlarla zenginleşince bel ağrım yeniden hissedilir oldu. Geçen hafta bugün bir haftanın bilançosuna baktım. Birkaç yıldır 67.7 civarında gezinirken ne göreyim bir haftanın ekstralarıyla 68.4 olmuşum. Belki de belimi ağrıtan bu fazladan gelen 0.7 kg dır diye hedef belirledim ve herhangi bir diyetin teorik önerilerine bakmadan kendimce kendimi disipline ettim.

Bir haftada aşağıda özetlediğim “sistem disiplini” ile hergün 0.2-0.3 kg lık azalışlarla bugün 66.5 kg a geldim. Yaptıklarım:

*Şekeri tümüyle çıkardım.

*Yediklerimi yarıya düşürdüm.

*”Aman yazık olmasın, günahtır” diye düşünüp kahvaltıda kalan domates tabağındaki zeytinyağını içmedim.

*Zaten azaltmış olduğum peynir ve zeytini birazcık daha kıstım.

*Asıl önemli olan yerken lokmaları hissetmeye çalıştım. Ağzımdaki lokmaya odaklandım. Yediğimin farkına varıp daha çok çiğnedim.

*Lokmalar arasına boşluk koydum. Lokmaları birbirine eklemedim. Böylece her zaman yediğimin yarısına gelmeden tokluk hissini etkili bir şekilde hissettim ve böylece bir haftada 1.9 kg verdim.

Şimdi sanki belimin ağrısı daha az gibi; sanki sabah yürüyüşünde yere daha yumuşak basıyorum gibi. Herkese öneririm.

Tüm bu gayretlerin ışığında (yoksa gölgesinde demek mi daha doğru olur acep !) bugün farklı bir gün olacak. Çünkü haftanın sadece Pazar gününü kendimizi şımartma günü olarak belirledik. Yarın kahvaltı soframıza reçel gelecek, haftada bir olan yumurtayı törensel kılıcaz.

Bu arada “Patagonyada Pazarlama Hizmetleri Müdürü” olmak olasılığında günü hasarsız geçirebilmek için eski kayıtlarımı karıştırdım. Laf aramızda Sevgili CK henüz Çeşme’ye gitmediğimden dolayı Menemen Staj Çiftliği görsellerime erişemedim. Bu konuyu unutmadım ancak henüz/hâla gündemime düşmedi hava muhalefeti nedeniyle. Bilgisayarımın arşivinde bulunan video karelerinden rahmetli annemin el emeği, göz nuru yorganlarını anımsayıp adına “Kırkpare” dediğim bir seri montaj dvd hazırladım. Bir serinin fonuna “Güzel İzmir Şarkıları“nı, bir diğerine Sevgili irem’in isteği olan “Genç ve aşk şarkıları“nı, bir diğerine de rahmetli Zeki Müren’in sesinden “Mutluluğun Sırrı” ve “Dünya yansa yorganım yok içinde” şarkılarını koydum ki kendim yaptım ve kendim çok beğendim. Kendimi kutladım. Antalya’da da benzer görseller yapmak istiyorum.

Allah nasip eder de Patagonyaya giderken Antalya’da (10/12.05.2013) buluşursak, hele bir de taaaa A.B.D.den “Sam Amca” gelirse, bir de buna Esnaf Kahya’nın yeğeni Ahmet’le, Muhsin ve arkadaşlarıyla sevgili Cihan da eklenirse ben “Konuşma Halkası“nda buluştururum dostlarımı. Önce 68liler ön sırada oturur ve onlara “Let us your story/Bize öykünü anlat” derim ve video kaydıma gözüm gibi bakarım. Ardından bu başarılı 68lilerin can dostlarını öne alır bu kez onlardan öykülere katkı alırım. Daha sonra da ikinci soru gündeme gelir. Sorarım onlara;

Bu kırkbeş yılda, şöyle bir geriye baksanız, neyi İYİ yaptınız; neyi yaparken ZORlandınız ve aynı yaşam bir kez daha yaşayacak olsanız (ki yaşayacaksınız) neyi FARKLI yapardınız ?” ve

aldığım yanıtları, yorumları, mesajları video kayıtlarımla geç kalmadan, daha pek çoğumuza yeşil örtüler örtülmeden, numaramız okunmadan onlara mutlaka iletirdim. Belki de bundan böyle hemen her yıl toplanırız: neden olmasın ? Çünkü çok net “Haydi Abbas vakit tamam…” sözlerini er ya da geç kulaklarımızda çınlayacak. Önemli olan bu süreçte “carpe diem/günü yaşamak“. Yaşadığını hissedebilmek.

Şimdi gelelim bizim genç antikacı ile yaşlı adamın soğuk kış gecesindeki öyküsüne ve bakalım bu yazının genel havasına ilintili bir mesaj çıkacak mı ?

Bence daha ilk satırlarda var ilinti; dün (1998) ve bugün (2013) bizi Patagonyaya göndermek isteyenler de tıpkı antikacı gibi “emeklerimizi, beceri ve deneyimlerimizi yok pahasına satın almak” istiyorlar. Çünkü onlar da “alet çalışır el övünür” diye düşünüp tıpkı 2001 başında zorunlu olarak ayrılan otoritenin kriz yılında bile milyonu aşan finansal çıkarla ayrılışındaki övüncü gibi. Olan Patagonya yolcularına oluyor. Böyle gelmiş böyle gidiyor. Onların rolü de bu. Ara yolu bulma gayretleri de “müzakere/negotiation” dan çok “pazarlık/bargain“e dönüştü(rüldü)ğü için pek şık olmuyor. Bir yere gelince otorite tuttuğunu öpüyor ve “ben sizin babanızım ben ne dersem o olur” diyiveriyor. O an, o aşama hiç kimseye yarar sağlamıyor ve saygı ile cesaret arasında gelişmiş dengenin ifadesi olan “olgunluk” yok olup gidiyor. Yirmi dört yıllık (1985/2009) CINOS sürecinde otoritenin bu “sabır sınır”ını aştığına üç kez tanık oldum. Birinde elini masaya vurup “nankörler” demekten, bir diğerinde yine masaya vurup” ben yönetici isem doğrusunu bilirim (bana akıl öğretmeyin” deyişini anımsarım. Üçüncüsü daha kişiseldir; İsviçre’li Kurt beye yazdığım bir iletiye küsen ve ceza kesen otoritenin sözünden dönüşü ve yukarıda bahsettiğim sert tavırla odasına davet edişiydi. Kolay olmuyor “Yaşam Büfesinde Sıraya Girmek (SSTC) , Sırada Kalmak (SSFWS) ve Sırada Öne Geçmek(LCWS)”. Her şeyin bir bedeli var. Hiç bir emek boşa gitmiyor. İyi güzel de onca emek ve kazanılan deneyim aslında ben yaşlı adamın antika sandalyeleri gibiyken genç ve kurnaz antikacı olan otorite onu ucuza kapatmak istiyor. Sistem böyle çalışıyor. Yine bir yerden anımsıyorum özlü bir sözü; şöyle diyordu o sözde: “İsa’nın kutsal kalabilmesi için Meryem yine bakireliğe mahkum olacak”. Sistem acımasız. Biz öykümüzü tamamlayalım ve bu yazıya ekleyecek görseller bulmaya çalışalım.

“… Genç adam, antika merakı nedeniyle Anadolu’nun en tenha yerlerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacı gencin yürümesine yardım ederken, “Günlerdir hasta olduğumdan odun kesmek için bugün ilk defa dışarı çıktım” dedi; “meğer seni bulmak için iyileşmişim“. Diz boyunu bulan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının kar beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran dört iskemle onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerce kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülemeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken, “Bugün soba yakamadım evladım” dedi; “ama bu yorganlar seni ısıtacaktır“.

Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı ve bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarı çıkarmış olduğu sandalyeleri çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak da mümkündü.

Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar onun arkasından koşacak mıydı ?

Genç adam kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığı zamanlar, bu düşüncelerine kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa dahi odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allahım ! Antikalardan hiç biri ortada yoktu.

İhtiyar adam herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki sayıklamalarını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak: “İliğim kemiğim ısınmış” dedi. “Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum“. Yaşlı adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken “İskemle dediğin dünya malı be evladım.” dedi, “biz misafirimizi hiç üşütür müyüz ?..”

İşte böyle; Patagonya serüveni onbeş yıl aradan sonra yeniden gündemime düşünce “yaşam gölü”nün karşı kıyısına ulaşmaya çalıştığımız ( http://www.copcu.com/2012/08/26/yasam-bufesinde-awareness-farkindalik/ ) yetmiş yıla yakın çabalarımızda Sam Amcanın ve Sevgili CK nun Kanada-Amerika; Florida-Ohio macerlarının sahne arkasına baktığımda nice antika iskemlelerin parçalandığını ancak 45 nci yıl adımlarında görebiliyorum.

Dün konuk olduğumuz akşam yemeğinde on üç yaşın isyanlarıyla kitap-bilgisayar çatışmasında kilitlenen torunum ve oğlum arasındaki inat ve sabrın çatışmasına baktım. Sam Amcanın kısa öyküsünden “Doğu Ekspresi” yla başlayan Lyon’dan öteye gidebilmek için katıldığı bağ bozumlarını Sevgili Profesör oğlumun o yaşlarda İngiltere’de çilek toplama kampında yaşadığı benzer öykülerle bütünleştirip bir mesaj iletmeye çalışırken torunum sevgili Eren’in beni dinlemesi/dinliyor görünmesi sadece Musto Dede saygısındandı. Buna da şükür. Rahmetli Ahmet Haşim’e kulak vermek gerek “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden…

Yaşam Büfesinde sıraya girmek için “aklı” kullanırken, sırada kalmak için “irade”li olurken ve sırada öne geçmek için “güç” sahibi olmak için dua ederken yaşam gölünün karşı kıyısına hasarsız erişmek için peşin ödenen bedellerin zor olmaması için, kesedeki 17 altını paylaşmada asal sayının karakterlerini bölünebilir kılmak için ustalık yolculuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesini diliyorum.

Öykücü