Yaşam Büfesinde “Basiretli Tacir”

“… Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş; fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş…”

 

Merhaba

Yazımın başlığından “Basiretli Tacir” le ilk paragrafta yer alan kısa öykü arasında bir ilinti kurmak kolay olacak mı ? bilmiyorum. Aklımın kıvrımları, güncel çevremde oluşanlar, eşgüdüm gayretlerimde beklenti dışı gelişmeler; JAN MOTES’in satır arasındaki güzellikler bakalım yüreğimi, elimi ve ruhumu nasıl etkileyecek ? Bakalım “Başarı Formülüm“deki “4H / 4K Akıl-Yürek-Emek-Sağlık” satırlarıma nasıl yansıyacak ? göreceğiz.

Birkaç gün gerçek soğuğu yaşayan İzmir son iki günde onbeşleri aşan sıcaklıkla yine bahara dönüverdi. Allah doğudakilerin yardımcısı olsun. Dün haberlerde  doğuda dört metrelik kar altında kaybolan yedi TIRı arayanları görünce 1969-1970 lerde Erzurum’da geçirdiğim iki kışın -26 derecelere düşen sıcaklıkta donan ellerimi ve nöbetçi kaldığım gecelerde deprem korkusuyla daha bir sıkıntılı geçen saatleri anımsadım. Bugün yetmişe doğru giderken Albatros’larda yaşadığım konfora, yakınımda oturan, benden daha iyi koşullara sahip oğullarımla beraberliğime, yeni yılda yeni ufuklara açılma belirsizliğinin heyecanlarında A6 ile Bursa’dan her an yardıma yetişen “Big Brother“ın bütünleştirici gücüne hep dua eder oldum. Daha ne ister insan !

Basiret” sözcüğünün yaşamımdaki yerine şöyle bir baktığımda kimi anlık sıkıntıları önceden görememiş olmak, önündeki çukuru göre göre düşmekten kendini alamamış olmak, yoldaki taştan sakınmaya çalışırken bisikleti üstüne üstüne sürmekten sakınamamak, Kassandra Sendromu benzeri olgularda yeterince etkili olamamak gibi konularda bağlanan bir sağ duyu, bir öngörü eksikliği olarak zaman zaman etkilendiğimi gördüm. Adına kısaca “Basireti Bağlanmak” denen terimi baş harfleriyle ifade ettiğimde “BB” nin çoğu zaman Brigitte Bardot kimi geçişlerle eşi R.Vadim’in yaptığı “Ve Allah Kadını Yarattı” filmine gidişler oluştu bağlanan basiretle. İşte benzeri bağlanan basiretlerle Antalya’da güneş  tutulmasını seyretmek için bir araya gelen çimento sektörü otoritelerinin Rekabet Yasası‘nın yaptırımlarından kaçamadıklarını da anımsıyorum yedi sene önceki öğrenme ve ustalık yolculuklarımda. Halka açık bir şirket olunca, Amerika’daki SOX Yasası manipulasyonları birinci derecede cinayet gibi cezalandırınca global bir telaş almıştı hepimizi. Önce eğiticinin eğitimi ile hazırlanmıştık. Daha sonra “Farkındalık Eğitimi” ile herkeste bilinç oluşturmaya çalışmıştık. Aslında korkacak bir şeyimiz yoktu ama yine de cezalandırıcının acemiliğinde “Gavur eşeği benzeri nallanmamak” için yoğurdu üfleyerek yemeği yeğliyorduk. İyi de yapıyorduk. Kimi zaman yok yere korkularımızın gerçeğe dönecek gibi olmasından bile ürker olmuştuk. Bu tedirginlik sahrada satış gücümüzün girişimlerini engellememeliydi. İşte ustalık, disiplinle esneklik arasındaki bu dengeyi kurabilmekte idi. Kurabildik mi ? diye sorarsanız yanıtımız “evet” olur. Ne günlerdi ama !

İşte tam bu günlerde “Basiretli Tacir” gibi davranmak zorunda olduğumuzu kabullenmiştik. Bunun anlamı yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızdan da sorumlu olacağımızdı. Lokantada yemek yerken bir sohbetin arasında geçen ve sadece bir niyeti yansıtmaktan öteye herhangi bir eylem gücü olmayan yetkisiz çalışanların sözlerinin bir “Sabah Baskını“na yeteceğini görmesi gerekiyordu Basiretli Tacirin. Böyle davrandığımız için, böylesi duyarlı olduğumuz için kimi kritik anlarda bile sıkıntı yaşamamıştık. Sanırım bunu “sağgörü” olarak tek kelimeye indirgemek olanaklıdır.

Sıcak bir yaz günüydü (24.07.2012). Sevgili Muammer’in yeğeni için şortlarla Çeşme’den İzmir’e gelmiştim. Bu ziyaretin bir yan ürünü kendiliğinden oluşuverdi: MOTES. Hızlı ve hızla ilerleyen, büyüyen, gelişen ve dönüşen bir şirketin sağgörülü eşgüdüm desteklerine gereksinimi vardı. Temel inanç olan “Kıyafetle karşılanıp fikirlerle uğurlama“ya inanmama rağmen o gün o kıyafetle başlayıvermiştim. Sonraki günler hızlı gelişti. Kimi zaman ayda iki kereye çıkan ve SSTC ile “Telefonda İletişim” çerçevesinde öğrenme yolculuklarını bir otelin güzel bir salonunda Ramazan’ın bir iftar yemeğinin öncesinde şekilleniveren beraberlik çatışma yönetimi daha doğrusu “Basiretli Tacir ” gibi davranarak “Çatışmama Yönetimi” ile günlük iş yaşamında yerini alıverdi. Birkaç test yaptım. Kiminde kurumsal adımlara kişisel katkıları yansıtacak “niyetin safiyeti“ni yakalamaya çalıştım. En son testte de 2013 yılı başlarından kendini hazırlıksız olarak “Teenage/Ergenlik Dönemi” nde bulan şirket döngüsünün doğal sancılarına yine “Basiretli Tacir”  yaklaşımını yerleştirmeye çalıştım. Bu testten iki uç örneği vereceğim yandaki slaytlardan birinde. Görüleceği gibi ortalama %3 lük yüksek performanslı ekip bireyi olma algısını yansıtan “Kişisel Kalkan” verisi yanında (10x9x9) skoruyla %81 e erişmiş yüksek yetkinlik ve motivasyon düzeyindeki çalışanın aynı ortamdaki çalışmalarını en uygun şekilde bütünleştirebilmek de “Basiretli Tacir “ bakışını gerektiriyor. Bunun için de gerekli olan ilk koşul: Sabır ve Sebat. Diğer bir deyişle “Başarı Fomülüm”deki “2P/Patient & Persistent.

Geçen gün izlediğim ve adının Hard candy olduğunu anımsadığım filmde Latince bir kavram vardı. Doğru mudur yoksa filmin içinde uydurulmuş mudur ? tam bilmiyorum ama benzeri diğer kavramın doğruluğuna emin olduğum için bunu da doğru olarak kabul edip buraya alıyorum. “Carpe diem / Günü yakala / Günü yaşa” nın doğruluğuna ve geçerliliğine inanıp uymaya çalışıyorum. Sanırım dört sene önceydi Nezuş’la ikinci kez gittiğimiz Milano caddelerindeki büyük saksıların üzerinde “Carpe diem” yazıyordu. Bunları da kaydedip kısa bir dvd montaj hazırlamıştım. Sözünü ettiğim yukarıdaki filmde ise “Carpe omnious” sözleri geçiyordu ve Türkçe’ye “Hepsini al” diye çevrilmişti.

“Hepsini al” nasıl bir deyiştir ?

Yaşamımdan iki farklı örnekle açıklamaya çalışacağım. Bunlardan ilki seksenli yılların ortalarında sahip olduğum bir video filmi ve adına videotronik dediğimiz bir yansıtıcı makine ile düştüğümüz yollardı.  Soğuk gecelerde, Fethiye’nin Çamurköy gibi kıyı köylerinde sahra gücünü etkili kılmak adına satış destek çalışmalarında kullandığımız bu aletle Beşikçioğlu-Simplot ortaklığına da gösteri yapmıştık. Bir kavrama dikkat çekmek istiyorduk. Doğada %100 den sakın; her zaman karşı tarafa bir pay bırak. Biraz zararlı kalsın ki faydalı yaşamını bunlara sürdürsün. Mutlak başarıya erişicem diye doğayı mahvetme vb söylemlerle hedef altı kalan sonuçlara kılıf uydurmaya çalışıyorduk. İşte o günlerde “dayanıklılık oluşumunu engelleme stratejileri” kapsamında en tehlikeli bitki hastalıklarından olan Mildiyölere karşı yeni geliştirilmiş olan bir kimyasalın ticari formunu tanıtmaya çalışıyorduk. Olası gelecek erozyonlarından hızlı yıpranmalardan korunmak için de ilacın ticari versiyonunu karışım olarak dizayn etmiştik. Hâla, kırk yıl sonra bile etkinliğini sürdürme gücünde olan grup kimyasalı gözümüz gibi bakıyorduk. İşte bu filmin bir yerinde bir zamanlar adı GIFAP olan daha sonra GCPF e dönen “Ulusal Tarım İlacı Üreticilerinin Uluslararası Birliği” ya da “Global Bitki Koruma Federasyonu“nun temel kurallarına harfiyen uymaya çalışıyorduk. Ülkemiz koşulları, son kullanıcı olan çiftçinin bilinç düzeyi, aracılık edecek meslektaşlarımın algıları ve hatta karar verecek olan otoritenin kabulleri henüz böyle bir yaklaşıma hazır değilken böylesi zor bir yolu seçmiştik. hep söylerim zorluk bizim varlığımızın nedeniydi ve zorluklar “iyi ile kötü“nün farkını ortaya çıkaran gerçek testlerdi. İşte bu filmin bir yerinde “hepsini isteyen hepsini kaybedebilir” benzeri bir ifade vardı. Bunu kabullendirmek çok zordu. Çok uğraştık. Farkımızı gösterdik. Hem kârlılığımızı, hem rekabet gücümüzü ve hem de itibarımızı geliştirdik. Herşeyin bir bedeli var ve hiç bir emek boşa gitmiyor. İşte “carpe omnious/Hepsini al” ın ilk anısı budur benim için.

Şimdi gelelim ikinci anıya. Çocukluğum ve Soma’da geçen yılbaşılar. Elli yıldan daha eskiye dönüyorum. Yılbaşı eğlencelerimizin hepimizi aynı beceride toplayan ve sadece şansa göre kazanmayı belirleyen “fırdöndü“. Daha sonraları hem ellerim büyüdüğünden ve hem de fırdöndüler plastikten yapıldığından ve biraz da boyutları büyüyüp dönme momentleri arttığından şans için çevirmek daha kolaylaşmıştı. Ne var ki ilk okul ve hatta öncesinde çevirmeye çalıştığım fırdöndü sarı dökümden metaldi. Ağırdı. Küçüktü. Tutması zordu. Çoklukla ilk seferinde çeviremezdim. Dönmeden devriliverirdi. Döndü sayılmadığı için tekrarlamak gerekirdi. Ve tekrarlamak hem benim zoruma giderdi hem de sinir olurdum. Dönmeye başlayınca dualar da başlardı. Altı seçenek vardı. “Bir koy, iki koy ve birer koyunuz” olan ilk üç seçenek SSTC deki “Kaybetme Korkusu / Fear of the Lost (FOL)” un daha o günlerdeki sinyalleriydi. Diğer üç seçenek ise “bir al, iki al ve hepsini al‘dı. Bunlar da yine SSTC nin “Kazanç Sağlamak / to Make a Gain (MAG)” kısmıydı. İşte bunlar arasındaki “hepsini al” bana bu gün Carpe omnious‘u anımsattı.

Hepsini al” aslında bir hak ediştir. Hedeftir. “Hepsini al“amazsan bile buna yaklaşmak bir sevinçtir. “Elle gelen düğün bayram“dır “birer koyunuz” geldiğinde. Bir yandan da sevinirsin, ortada biriken para artmaktadır ve belki de bir sonraki turda “hepsini al” sana gelecektir. Belki de işini bilenler için “hepsini al“ı getirtmenin de tüyoları vardır. Demem o ki; elli yılı aşkın yıllar önce çocuk ellerimle ve çocuk yüreğimle “hepsini al“ı beklerken hissettiklerim bugün yetmişe giderken hissettiklerime nerelerde benzer, nerelerde farklıdır ? diye öz eleştiri yaptığımda  ne zaman ve ne kadar “Basiretli Tacir” olabildiğime de takılıyor aklımın kıvrımları.

Yazımın girişindeki öyküyü tamamlayayım:

“… Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş; fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:

İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenlerle tartışma...”

Nice “hepsini al” beklentilerinizde “Basiretli Tacir” olmanın sabır ve sebatının hep aydınlık yollarda öğrenme ve ustalık yolculuklarınızı gönlünüzce keyifli kılması, yolculuk arkadaşlarınızın, otobüs yolcularının hep emeğini bilenlerden olması dilekleriyle öykücü esenlikler diler.

Öykücü