Yaşam Büfesinde “Adi ve Yalancı”

“…Kore Savaşı sırasında Kızıl Çin esir kamplarındaki Türk askerlerinin ortaya koydukları davranışlar Albert D. Biderman tarafından kıyaslama örnek olarak gösterilmektedir (Life and Death in Extreme Captivity Situations. Bureau of Sociel Science Research, Washington, April, 1967). Tümü savaşın başında esir edilmiş olan bu askerler ya hasta ya da yaralıydılar. Esir edilen her on kişiden dördü ölen Amerikan askerlerinin tersine, Türklerin tümü hayatta kalmıştır. Bunlar yaşamayı nasıl başarmışlardır ? Öncelikle biri hasta olunca diğerleri ona bakıyorlar, besliyorlar, vücüdunu ve elbiselerini yıkıyorlar, soğuktan koruyorlardı. İkinci olarak yaşamlarını sürdürmek için, güçlü bir grup sadakatine ve katı bir grup disiplinine sahiptiler. Bu durum Amerikalıların ilişkilerine hiç benzemiyordu. Amerikalıların yaşam anlayışları “Benim yaşamım benim sorunum, seninkisi senin sorunun. Beni yalnız bırak ben de seni rahat bırakayım” biçimindeydi. Üçüncü olarak Türklerin hiyerarşik bir yapıları vardı. Önderliğin bir gereklilik olduğuna inandıklarından, hemen bir başkası onun yerini alıyor ve bu da itirazsız kabul görüyordu…”

Merhaba

Altı gün önce Çeşme yaşamımız başladı. İklim pek rayına oturmuş gibi değil. Bir bakıyorsun yaz gelmiş denize gir; bir an geliyor şömine yakıyoruz kış akşamları gibi. Herşeye rağmen mükemmel bir hava. Binlerce şükür. Özellikle aklı geride değilse insanın. Blok görevlimize mesaj çektim: “Nezahat ablana SGK’dan kargo gelecek; gelince bize haber ver, İzmir’e gelip alalım” diye. Sağolsun telefon etti. Kapımıza kargo haber kağıdı bırakmış; aslını da muhtarımıza. İzmir’e gidip geldik. Meğer gelen beklediğimiz değilmiş; geçen ay Ankara Caddesinde 98km/saat  ile gitmişim ve radara yakalanmışım. Onun ceza kağıdıymış. Kader. Daha nice hatalar yapmışımdır trafikte. Bu nedenle bu cezaya kızmak bir yana şükretmeliyim ve bundan böyle (hem de yetmişi aşmışkan) hızıma, renkleri görüşüme (kırmızıda geçmemek) ve şeridin düz olduğuna daha bir fazla dikkat etmeliyim. Sözün özü; ders olmalı.

Çeşme günlerim sezona giriş, yaz açılışı bakım onarım programıyla başladı. Boya badana derken kuyudan gelen suyun basıncı düştü. Yeni bir motor almak gerekti. Bahçenin bir yanındaki çimler sararmış, günlük güneşlenme süresi az gelince yaşayamayan Bermudaları yenilemek gerekli. Sağolsun Muammer hem çim gübresi ve hem de M4Joker ile çim tohumu desteği sağladı. Bakalım yarın yağmur yağarsa haftaya çim işimiz de yoluna girer. Güne bakışın bu özetini yaparken evin önündeki limonluk sıcak, dışındaki salıncak serin. Bu geçiş dönemlerinde daha bir dikkatli olmalıyım ki ay sonunda Marmaris-Rodos seyahatimizin keyfi kaçmasın.

Önceki yazılarımdan birinde kısaca değinmiştim. Elimdeki son kitaplardan birisi sahaftan aldığım “Meslek İntiharı” isimli Dr.Donald W.Cole‘un 1989 da kaleme aldığı “Yöneticinin Mesleği Nasıl Mahvolur ?” alt başlığını taşıyor. Birkaç kez okuyacağım gerçekten çok güzel bir kitap. Yazımın girişindeki anlatımı o kitaptan aldım. Aklım takıldı. Nezuş’a sordum: “Biz bugün de hâla yukarıda anlatıldığı gibi yapar mıyız ?“. Benim kuşkularım var. O ise emin ve yanıtı tek sözcükle: Evet oldu. Yaparmışız. Sanırım bu nedenle tüm kutulara, kasalara, saatli havuzlara ve oturulan kucaklara rağmen “hırsız ama çalışıyor” mantığı ile kabul oylarını sürdürenlere bakınca en çok cemaat yapısıyla “grup disiplini” konusunun güçlü olduğunu görüyorum. Büyük abi ara sıra çıkış yapıyor; bazen israfı itiraf ediyor bazen de parselci başına çatıyor. Ancak sesini kesip yerine oturuyor. Bir orta oyunudur oynanan ülkemde.

Yazımın başlığına gelince; “Adi ve yalancı kimdir ?” sorusuyla başlayında akıl yürütme devam ediyor sorular peşi sıra: “Adiliğini kim görmüştür ? Neden adidir ? Yalancılığı kanıtlanmış mıdır ? Hangi yalanı söylemiştir ?” Geçtiğimiz yıl Kasım ayının son haftasında Özdere’de güzel bir otelin toplantı salonunda Utku ile beraber 29 kişilik bir grubu öğrenme yolculuğuna çıkarmıştık. Amacımız öncelikle yönetim becerilerini geliştirmek konusunda sahip oldukları değerlerin farkına varmalarını sağlamaktı. Bunun için SSTC çerçevesini kullandık. Üretimden yönetime geçişte nelerin kendilerini beklediğini görmeleri için kendilerine yardım etmelerine yardımcı olmaya çalıştık. Daha sonra yöneticilikte ustalık yolculukları ilerlerdikçe liderlik ve koçluk becerilerinin önemine dikkat çekmeye çalıştık. Bu konuyu program dışında tuttuk. Çünkü sevgili HG nin bu konuyu kendine görev olarak aldığını öğrendik. Konuşma halkamızın bir yerinde sohbete katılan sevgili KK son dönemlerde moda olan (!) bir deyime dikkat çekti: “Pseudoleadership” Bu da beni Ken Sheldon‘un kitaplığımdaki “Sahte Liderliğin Ötesinde” isimli kitaba götürdü. Afyon’da kritik 1998 bahar başlarında CINOS‘un orta döneminde yaptığımız bir toplantının teneffüsünde otelin bahçesinde gezinirken okuyordum. Üç yıl önce gruba Alev’le birlikte “LCWS” eğitimi vermiştik. Mesajımız “Yaşam Büfesinde Sırada Kalanların Öne Geçme Mücadelesine Çerçeve Çizebilmekti”. Her neyse 27.11.2014 günü konuşma halkasında sevgili KK’nun değindiği konudan sonra mesleğimize (ziraat mühendisliği) ve uzmanlık alanıma (fitopatoloji) dönüp isimlendirmede yaptığımız haksızlıklara değinmiştim.

CINOS öncesindeki onbeş yıllık Enstitü iş yaşamımda en çok benimle beraber olan Buğday Sürme Hastalığını etmeni olan Tilletia caries veya Tilletia foetida idi. Ara sıra Cüce Sürme Hastalığı etmeni olan Tilletia contraversa ile de beraberliğimiz olurdu. Daha sonra “adi”liğini kaldırdılarsa da uzun yıllar (belki de elli yıl) garibimin adı “adi sürme” olarak kaldı. Gerçekten adi değildi. Hiç kimse onun adiliğini görmedi. Yaşamımızda hemen hergün karşımıza çıkan, kanal değiştirsek de kaçamadığımız, donuk bakışlı, kin ve nefret kusan nice adiler varken bu yakışıklı sürme etmeni adiliği hiç hak etmemişti. Yıllarca kimse onun hakkını savunmadı. Kimse adiliğini kaldırmak için uğraşmadı. Adiliği yadırgamadık. Adilik hem ona hem de bizim ağzımıza yapıştı kaldı. Adiliği ona verince esas adiler bildiklerini, okumayı sürdürdüler. Taraftarları “adi ama çalışıyor” diye savundular. Adilik baş tacı oldu. Halbuki adiliğin sürme fungusuna bulaşması tamamen hatalı bir çevirinin sonucuydu. İngilizcesi “common bunt” olarak sürmenin “common” ı bize göre adilikti. Halbuki buradaki “common” yaygınlığı ifade ediyordu. Hatalı olan bizdik. Sürme adi değildi. Adilik ona bakan gözlerdeydi.

Gelelim yalancıya. Onu seralara girince daha iyi tanıdım. CINOS’un üç evresinde (1985-2009) de seradaki hıyarlarda onunla çok karşılaştım. Ödemiş’te Yolüstü Köyünde de Kornişon tarlalarında onunla baş edebilmek için çok uğraştım. Lekeli, sararan yaprakların daha sonra kahverengi nekrozlara dönüşmesi hıyar ağasının bile yüreğini hoplatıyordu. İlaçlı savaşım için hemen herkes kendince çözümler sunuyordu. Hâla da sunuyorlardır. Programlı olmak önemliydi. Geç kalmamak gerekiyordu. Adına IPM dediğimiz “akıllı yönetim” için 1993 Martında İspanya’nın Alicante kentinde (hay Allah adamın adını unuttum) ortaya konan “Yedi Basamak“ta durup düşünmek ve doğru seçimler yapmak gerekiyordu. Yirmi iki yıl önce sanırım “7” sayısının ayrı bir önemi, anlamı vardı. Sağsa Allah selamet versin Bay Krotosyner ile “Siete Portes / Yedi Kapı Restoranı“na oturmuştuk güzel bir akşam yemeği için Barselona’da. Sonra da “kaderimin yazıldığı gün” olan Alicante’ye doğru yola çıktık. Yedi Kapıdan geçilen yedi basamağa göre program yaparsanız yalancının mumu yatsıya kadar yanar gerçekten de…

Ancak “yalancı” dediğimiz gerçekten de yalancı değildi. Onu da biz uydurmuştuk. Hem de bilimsel kılıflar içinde. Sözü uzatmayayım. Amcaoğlumuzun çok iyi bileceği gibi kabakgillerdeki “yalancı mildiyö hastalığı”ndan bahsediyorum. Nereden çıkmıştı yalancılığı ? Yalancı olmayanı var mıydı ? Bu da sürmede olduğu gibi bir çeviri hatasıydı. Bu kez Latince ismi esas alınmıştı. Uzmanları bilirler. Mildiyö hastalıkları etmenlerinin en karakteristik özellikleri sporoforlarının yani spor taşıyıcı organlarının şekilleridir. Buna göre birbirlerinden ayırt edilirler ve isimlendirilirler. İsimlendirme uzmanı olan bir bilim adamı bizim hıyar mildiyösü etmeninin spor taşıyıcısına bakmış ve şöyle düşünmüş: “Valla bana kalırsa bu Tütün mildiyösü etmeni olan Peronospora tabacina’ya benziyor ama taşıyıcının kıvrımları biraz farklı ben buna “Pseudoperonospora cubensis” diyeyim” demiş. Garibimin adı cins olarak “Pseudoperonospora” kalmış. Bildiğiniz gibi “Pseudo” takısı aşağı yukarı “yalancı” demek. İşte hıyar mildiyösü etmeni de bu doğuştan olan görüntü, bu Allah yapısı şekil nedeniyle bizim dilimizde hem de bilimsel dilimizde “yalancı mildiyö” olarak yıllarca söylendi durdu. Ben onu iyi tanırım, onun hiç bir yalancılığını görmedim. Gerçekten de yalancı değil. Bu sıfatı o hiç hak etmedi. Nice koca adamlar var yalancının daniskası; sabah söylediklerini akşam unutuyorlar. Asıl yalancı onlar. İşte konuşma halkasında sevgili KK “Pseudoleadership” olarak bir kavramı tartışma konusu yapınca ben de bu iki örneği dillendirmiştim. O sahneye ait video kaydını bulunca bu yazıma ekleyeceğim.

Geç kalan baharı yaşamaya çalışırken Allah hepimizi gözümüzün önündeki adilerden ve her yanından yalancılık akanlardan korusun; böylesine haksız isimlendirmelerden arındırsın ve yolumuzu hep aydınlık etsin.

Öykücü