Yaşam Büfesinde “Perspektifi Genişletmek”

“… Değişime yol açmak için birşeyler bilmek yeterli değildir. İnsanların birşeyler hissetmelerini sağlayın. Atalet ve aynılıkla analitik tartışmalarla mücadele etmeyi denemek, boğulan birine yangın söndürme tüpü atmaya benzer. Çözüm soruna uymamaktadır… Küçük başarılar bile insanların kendilerine inanmalarında inanılmaz rol oynayabilir. Küçük, görünebilir amaçlar koyduğunuzda, bu amaçlar başarabilecekleri şeyler olarak insanların kafasında yer etmeye başlar… Yeni bir kimlik çabucak kök salabilir, ama onunla yaşamaya alışmak inanılmaz zordur. Bu durumda nasıl motive olacaksınız ? Cevap tuhaf gelebilir: Başarısızlık beklentisini yaratmalısınız… Eğer pazar hakkınızda konuşmuyorsa bunun bir nedeni vardır. Nedeni sıkıcı olmanızdır. Ve muhtemelen bilerek sıkıcısınızdır. Sıkıcı fiyatlarınız vardır, çünkü öylesi işinize gelir. Sıkıcı bir yeriniz vardır, çünkü yerinizi keyifli hale getirmek size sıkıcı gelir. Sıkıcı ürünleriniz vardır, çünkü pazar bunları istemektedir…”

Merhaba

Ekim ayının son günü. Felaket yağmurlardan sonra yazdan kalma bir gün. Geçen hafta bugünlerde Konya’dan dönmüştüm ve evimi su bastığını gördüm. Sağlık olsun dedik. Çocuklarımızın paylaşımlarıyla daha bir kolay atlattık. Belki de ders aldık ve yüzlük checkvalf taktırdık. Şimdi rahmetli babam olsaydı “anan … edildikten sonra kapıyı fillemek” diyerek kızardı. “Fillemek” bizim Soma’lı yerel dilimizde “kilitlemek” anlamındadır. Babam haklıydı. proaktif olamamıştık bu sıkıntıyı yaşamamak için. Anamla ilgili kısmı noktalayarak geçtim. Çünkü biraz önce baktım ki Ekşi beyi özür de kurtarmamış; gazetesinden istifa etmiş. Bence bu da yetmeyecek ve yasal bir süreç tüm güçle sürecek. Çünkü karşı tarafın eline bulunmaz bir nimet düştü. Ekşi beyin kaderi de tıpkı Güner Ümit’in “Turnike“sinde; M.A.Erbil’in “Çark-ı Felek” inde yaşadıklarına benzedi. Dilin kemiği yok ama kalemin düşünecek zamanı var. Şık olmadı. Kader böyleymiş demek diğerlerinin ders almasını engeller. Dikkat gerek. “Marifet” ile “anasını bile satmak” kavramları yan yana kullanılmamalıydı. Olmadı.

Yukarıdaki satırları yazıp taslak olarak koruma altında aldıktan nerdeyse bir ay geçmiş. Su gibi akıyor zaman. Oğlum Eray sitem ediyor “hiç bu kadar ara vermezdin yazılarına; hayrola iyi misin ?” diyor. Eray haklı. Neden böyle oldu ? diye özüme döndüğümde görüyorum ki yıl sonu değerlendirme toplantısına odaklanmam; görselin gücünü artırma uğruna kısa montaj filmlerimi artırmam çok zamanımı almış. Beldibi’nin en güzel otellerinden birinde seksen kişi çok yararlı bir birliktelik yaşadık. Geçen yıla oranla göze çarpan gelişmeler, değişmeler ve belki de en uygun sözcükle “dönüşmeler” vardı. Bakıp da gören göz için. Bugün 24 Kasım öğretmenler günü ve en yakınımdaki Nadire ve Gültekin hanımların öpülesi elleriyle verdikleri öğrenmeye destek çabaları için kendilerini kutlarken yine bugün Hürriyet’teki köşesinden, buram buram İzmir kokarak seslenen Sevgili Yılmaz Özdil’in “Versus” lu mesajlarını okumanızı öneririm. Ne mutlu bakarkör olmadan, sorgulayarak doğruyu bulan ve hatalardan ders alanlardan olanlara. Şimdi yazımın biray önce hazırlamış olduğum kısmına devam edip biraz geçmiş kokulu mesajlarla geç kalan, boş kalan günler adına yazımı sonladırmak istiyorum. Bri sonraki yazımda (belki yarın) “Versus” başlığı altında seslenirim.

Herneyse ! Gelelim bu yazımın esbab-ı mucibesine; diğer bir deyişle “gereklilik nedenleri”ne. Giriş kısmının ilk, mavili bölümü Cheap kardeşlerin “Switch/Dönüştürme” isimli kitabından alıntıdır. Anahtar sözcükler “hissettirmek” ve “eylem“dir. Devamındaki kırmızılı tümceler ise New York Giant’ların koçu Bill Parcel’den alıntıdır. Anahtar sözcükler ise “erişilebilir, küçük adımlar“dır ki bu beni yazımın ileri bölümlerinde “Kaizen” e götürecektir. Yine Cheap kardeşlerden alıntı olan sonraki mavili tümceler ise “kimlik kök salsa da zor olan yaşam” ve “başarısızlık beklentisi“ni yaratıp da bunu aşmak için katılımcı önlemleri adil süreçle birlikte yaratabilmektir. Ya da RAW’ımın “hazır olmak” la ilgili sorusuna yanıtları baştan ortaya koymaktır. Girişin son yeşilli kısmı ise “Mor İnek“in yaratıcısı Seth Godin‘e aittir. Seth beyin açılışını yaptığı bu kavram ülkemizde Prof.Dr.A.Kırım tarafından yerelleştirilmiş ve zenginleştirilmiştir. Bu vesileyle Arman hocama da değineceğim bu yazımın ileri bölümlerinde.

Yazımın ileri-geri sarılan film kareleri gibi kronolojik olarak sürdüreceğim. Amacımın odağında ongün sonra yapılacak “annual conference” için bakış açımı toplantı öncesinde paylaşabilmek.

19 Eylül 2010 Çeşme-Fethi

“…Eylül güzelliği; yakan güneş; dalgalar… Akşam, gün kavuşurken Sarafin’in Füme Blanck’ı ile barbunlar; 45nci yıl dolarken haftada duble “turn the right”lar; ABGa şükürler; son bayramın unutulmaz hazlarıyla artan şükran duaları; ÜC nin “Mavi Okyanus Stratejisi” isteği ve o anda yeniden gündemime giren üç kitap: Sur/Petition (E.D.Bono); Good to Great (J.Collins) ve Blue Ocean Strategy (Kim ve Renee)… 2/42/65 beden ölçülerinde Alaçatı’lı Nezuş ile Soma’lı Musto’dan tam 45 yıl önce bugün başlayan yasal birliktelikle oluşan bir düzine sevgi yumağı Copcu’lara bakınca, “aman nazar değmesin ha” ürperişleri ile daha ne ister insan…”

8 Ocak 2009 Karşıyaka Vapuru

“…Altmış yaş kartım var. Ve de vapuru özlemişim. Yeni dönem MAStım; yani, “Mustafa Artık Serbest” yeni MASlaşma döneminin hazlarını yaşıyordum; yani “Mustafa Artık Serbest” diye düşünerek bağımsız ve bağlantısız olmanın rahatlığı içindeydim. Kapımın önünde Fellini Edition, KC nün garajında Fiesta hazır beklese de halk içinde renkleri ve herşeye rağmen gülebilen genç gözleri görebilmek için vapurluydum. Polen’den yaşam büfesinde sıraya girme çabalarına destek olma talepleri oluştu. Mutluydum. İşe yaradığımı hissettiğim için ağrılarımı ve ayaklarımın yorgunluğunu hissetmedim. Öner’in ek talebi beni daha da mutlu ederken hep yinelediğim şu sözler aklıma doldu vapur-metre yolculuklarında: “Birinden yardım istemek, aslında ona yardım etmektir.”... O sırada okumakta olduğum kitap da Al Ries ile Jack Trout‘un 1993 yılında kaleme aldıkları “The 22 Immutable Laws of Marketing / Pazarlamanın 22 Kuralı” isimli kitabın Ocak 2008 yılında  Türkçe’ye çevrilmiş olan cep boyutuydu. Sayfalarını kırmızı kalemle çiziktirmişim. Yazımın ileri bölümlerinde bu kitapçıktan dördüncü kural olan “Algı Kuralı”na yer vereceğim…” Al Ries bugünlerde yine Türkiye’ye geliyor. Demek ki onun modası hiç geçmiyor.

31 Ekim 2010 Çeşme (bugün)

“…Yarın Kasım ayı sayısı çıkacak, ben hâlâ Capital’in Ekim saysının HBR (Harvard İş Okulu Özetleri) kısmındaki iki makalenin taramasını yapamadım diye hayıflandım. İkinci makaleyi daha çok sevdim. Robert H.Schaffer’in “Liderlerin Yapmaya Devam Ettikleri HATALAR. Kemikleşmiş çarpıklıkları değiştirmeyi nasıl başarırsınız ?” isimli makalesi beni yıllar öncesine götürdü. Ben bu ismi bir yerlerden anımsıyordum. Çatıya çıktım; HBR kitapçıklarımı taradım ve Robert beyin 1997 yılında yayımlanmış iki makalesini daha buldum. Bunlar, Aralık 1998 deki “Başarılı Değişim Programları Sonuçlarla Başlar” ve Eylül 1997 deki “Daha İyi Sonuçlar Elde Etmek İçin Daha Çok talep Edin” başlıklı yazılarıydı. Baktım ki Bob bey yıllardır çizdiği çerçeveyi zenginleştirip inandıklarını destekleyerek paylaşıyor. Yapabilene ne  mutlu ! Bu makalenin de her tarafını kırmızılamışım. Özetle şöyle…”

15 Kasım 1999 CINO’nun “NO” sındayım

“… Değerlendirme çabalarından değer yaratma eylemlerinin sonuçlarına odaklanmaya zaman kalmadı. Aktivite merkezli eylemlere dağıldık kaldık. Kurumun kimyasını oluşturamadık. Bu gidiş pek hayra alamet değil. İşte kitapçığın işaretlediğim satırları: Birçok şirkette performans geliştirme çabalarının operasyonel ve finansal sonuçları, yağmur duasının hava üzerindeki etkisini andırır. Bazı şirketler hızlı bir performans gelişimi kaydederken bazılarında yöneticiler inanç ve enerjiyle dualarını sürdürürler. Bu “yağmur duası” yöneticilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağlamanın ötesinde performansa hiçbir katkıda bulunmaz. “Toplam kalite” ya da “Sürekli gelişme” adı altında sürdürülen bu etkinlikler fonksiyonel işbirliği, orta kademenin güçlendirilmesi ya da personel katılımı çerçevesinde bir yönetim felsefesi yaratır… “Aktivite Merkezli” adını verdiğimiz bu programların kalbinde araçlarla, proseslerle sonuçları birbirine karıştıran bir mantık vardır…”

30 Kasım 2000 NO sona ererken

“… CINOS’un “S” ni duyduk. İkinci gök taşıydı. Alışmıştık. Sürpriz gelmedi. Yukarıdaki “yağmur duası“na ben de İncil’den bir öykü ile Hz.Musa’nın bir sorusunu ,”Hendekler nerde ?” sorusunu eklemiştim. Amacım “inancı vurgulamak” idi. Bu öyküyü önceki yazılarımdan birinde paylaşmıştım. Bob beyin yazısındaki birkaç tümce çok hoşuma gitmişti. Şöyle diyordu: Talep etme becerisi genel olarak en geri düzeylerde seyreden bir yönetsel beceridir. Koyduğunuz çıtalar yüksekse, iş arkadaşlarınızdan gelecek dirence ve başarısızlık utancına hazır olun. Alışılmışın üstünde hedefler belirleyen yöneticilere başkaları genellikle meydan okur. Bu nedenle yönünüzü net bir şekilde belirlemeniz gerekir… Rededilme korkusu da güçlü bir motivatördür… Gelişimi ivmelendiren bir yol her zaman vardır. Yönetim zaman ve enerji harcamaya hevesliyse, daha fazlasını istemenin ve elde etmenin her zaman bir yolu bulunur. Bu kuralın nasıl işlediğini çeşitli organizasyonlarda gördüm: İşgücünü yarıyarıya azaltırken çıktısını artıran bir rafineride; misyonunu ve yönetim biçimini radikal bir tarzda değiştiren bir kent hastanesinde; ek yatırım yapılmadığı halde rekabette öne geçen bir deterjan fabrikasında ve geleneklerin yarattığı atalete rağmen yenilenmeyi başaran okul sistemlerinde…”

7 Nisan 2005 Malatya

“… Stoperleri akıtan ilaçlar için sert sözler “almayın, geri gönderin. Kargo ücretini de karşı taraf ödesin”… Daha birkaç yıl önce 2002 krizin ardındaki sessizlik sürecini Fırat baraj gölünün yakınındaki öğle yemeği sırasında sevgili Ali’nin şu anlamlı sözleri bozmuştu “Aramızda kan davası yok ya !”. Adam haklı. Biz SSTC ile sıraya girme öğrenme yolculuklarını neden almıştık ? Sırada kaldığımız başka nasıl gösterecektik. Farklılığımızı gösterip sırada öne geçmek için kendimize, ötekine, ekibe ve kuruma liderlik etme çaba ve becerilerinizi nasıl ortaya koyacaktık ? Bulunmaz bir fırsat elden uçuyordu. İşte tam bu günlerde, 10 nisan 2005 tarihli köşe yazısında Sevgili Ali Saydam’ın “Algılama Yönetimi” isimli kitabının piyasaya çıkmak üzere olduğunu gördüm. “Algılama” sözcüğünü ilk kez 1986 da rahmetli (!) Dr.Kern’in “Pazarlama Eğitimi” sırasında ve daha sonra da 1997 de CI’den NO’laşırken kurumsal kültüre katkı olsun için İstanbul’daki “Performans Yönetimi” eğitimi sırasında Dr.Hardmeyer’den duymuştum. Hatta ikincisinde İngilizce’sini aklıma kazımıştım. Şöyle diyordu: “perception is an individually interpretation of reality / Algılama, gerçeğin bireysel yorumudur“. Tıpkı altmışlı yıllarda, lise çağlarımda izlediğim P.Newman’ın “Haydut “isimli filmindeki sözcükler gibi. Ali beyin kitabını hemen alıp kitaplığımın baş köşesine koydum. Metin Öner’in “Kitaplık” isimli köşesinde 5 Haziran 2005 de kitabı biraz daha detaylı anlatımında dikkat çektiği gibi Ali bey “Algılamalar ve algılar insanı diğer varlıklarından ayıran iki yetiyle yani akıl ve gönülle ilgilidir” diyor ve 11 altın kural iletiyor. Bunlardan ilki “Hedef kitlenin değerlerine uymalısın” sözleri ve asıl önemli olanı da “insanları söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle anlamak, değerler sistemindeki uyum ve çatışma noktalarına nüfuz etmek, algılama yönetiminin ön koşuludur” diyerek uyarıyor.

Nice öğretmenler günü bereketiyle performansınızı artırma gayretlerinizde yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü