“… “Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır ?” diye sordular bilgeye. Bilge, büyük bir sofra hazırladı ve sevgiyi dillerinden eksik etmemelerine karşın, onu günlük yaşamlarında hiçkimseye göstermeyen kişileri yemeğe çağırdı. Sofrada herkes yerini aldıktan sonra, önlerine birer tas sıcak çorba, sonra da derviş kaşıkları denen, sapları bir metre uzunluğunda özel kaşıklar getirildi…”
Merhaba
Tekirdağ’ın Karaevli’sinde çok güzel dört gün geçirdim (26-30.05.2010). Böylesini hayal etmemiştim. İzmir’den ayrılmazdan önce habersiz olduğum bir toplantıya giriverdim ve yeni bir gelişmeden, iyileşmeden bilgim oldu. O toplantıda kahkahalar vardı. İki sözün arasında patronun başı çektiği yüksek sesli gülmeler katılımcılara baskın olmuştu. Hoş bir andı. Yeni katılan tanıştırılıyordu. Ben salona girince FE nun beni tanıştırması aynen şöyle olmuştu “Neydi o, 1/41/65 miydi senin beden ölçülerin ?”. Çok hoşuma gitmişti. Demek ki benim stilim algılanıyordu. Belki de benimseniyordu bizi biz yapan üç temel değerimiz ya da değişkenlerimiz. Bunlar, “kurum/meslek-görev/kişi”lik değerlerimizdi. Eylemlerimizde ya da başarı öykülerimizde bazen süreci bazen de salt sonuçları işaret ediyordu bu güçlü üçlü. Daha da yaygınlaşması için zaman gerekiyordu. Bu yaklaşım bana yeni bir fırsat sunuyordu. Beden ölçülerime geçmeden önce bu kalan “iz”den bir “giriş değeri” yaratabilirdim. Bunun en güzel yolu da “4L” kavramımdı. Birkaç yıl önce “4L” kısaltmasını ortaya koyduğumda hemen herkes bunu bizim tırtıl zararlılarımızın yaşam döngülerindeki larval dönemler, olgunlaşma yolunda aşılması gereken merhaleler, adımlar ya da aşamalar olarak algılamıştı. Benziyordu; ancak bu kez “4L” ile mesajım bunun biraz daha ötesindeydi. Çok sevdiğim Bay Covey’in son kitabının ekindeki VCD nin ilk filmi olan “Hayat kısa; öyleyse…” deki “motivasyon değerleri“ne değinerek kabul kapılarını açma olanağım doğmuştu. Sözlerime şöyle sürdürdüm (söylediklerim ve söylemeyip söylemeyi yeğlediklerim) :
“…Yaşamda yaptığımız her işin, her eylemin ardında yatan motivasyon nedeni “4L” den biri için. Bunlar sırasıyla “L1:Live/Yaşamak” için olabilir. Çalışıyoruz. Çünkü kazandığımız parayla yiyoruz, içiyoruz; giyiniyoruz. Bunların hepsi yaşam için. Ya da “L2:Love/Sevmek” için. Kız arkadaşımız oluyor, evleniyoruz; aile kuruyoruz. Sevgi de bir temel ihtiyacımız. Veya “L3:Learn/Öğrenmek” için çabalıyoruz. Okullara gidiyoruz; becerilerimizi geliştirmek için eğitimler alıyoruz. SSTC öğrenme yolculuklarına çıkıyoruz. Öğrenme ihtiyacı içindeyiz. Son olarak da “L4:Legacy (leave a legacy)/Miras” bırakmak için gayret ediyoruz. Bu sonuncusunun en yakın örneği benim. Bu beden ölçülerimle (2/42/65: 2 yıldır AgroBest Grup’tayım; 42 yıldır Ziraat Mühendisiyim ve 65 yaşındayım) neden çalışıyorum ? sorusunun birincil yanıtı “iz bırakmak, miras bırakmak”. Bunun için de “bilginin de zekatı vardır” sözüne inanıp SSTC çerçevesinde birşeyleri aktarmaya çalışıyorum. Tıpkı “Fahrenheit 451” filminin son sahnesinde göründüğü gibi…”
Bu hazla yola çıktık MG le. İki cep telefonu var MG ün ve ikisi de beş dakika bile susmadı. Birini kulaklıkla diğerini de arabanın radyosu ile idare etti. Blackberry’den de mesaj yazmayı, siparişlerini anında geçmeyi ihmal etmedi araba kullanırken. Adamın üç şapkası olursa ve bu arada Akın da balayına çıkarsa tüm bunlar normal olsa gerek. Ne diyelim “Ziraat Zor Zenaat“. Bu sırada bana da dua etmek düştü.
Hava kararmak üzereyken Karaevli’deki kara çadırın yanına ulaştık. Fuar alanı tam bir bayram yeri gibiydi. Böylesini hayal etmemiştim. İki parsel alan ABG iddialıydı. Sektörümüzden katılacak kadar cesur olanlarla olamayanları ayırt ediyordu bu fuar. Sektörümüzdeki beynelmilel iki kuruluş (D ve B) yanında sektörümüzün yerli lideri ile en eskisi arasında tam bir duruş sergiliyordu ABG. Helal olsun MD, GK ve diğer arkadaşlara. Bugün görünen güzellik için son altı ayda kimbilir ne kadar çok gece uykusuz geçmişti. Sonuçta değmişti.
Fuarın ilk günü özel konuklarımız vardı hem yurt içinden hem de yurt dışından. Bu nedenle bu yazımın başlığını önce “Yaşam Büfesinde Eski Dostlar” koymak istemiştim. Çünkü eskimeyen dostlardan Cevdet ve oğlu Can’ı görmek; mesleğinin genç yaşta zirvesine çıkan ve ekibiyle birlikte kara çadırımızı iki kez ziyaret eden, gayretlerini paylaşan ve asıl önemlisi “RAW” kavramımı kurumunda kullandığını açık sözlülükle ifade eden yol arkadaşımla sohbet etmek ve SynFlo ekibinin hemen hemen tamamına sevgi sözcükleri ve dost bakışlarıyla dokunmak güzeldi. Bu arada üç Bayram’lı Türkmenistan ekibini ağırlamak; Oğuzhan (!)ın kamerası önünde usta çiftçilerle iletişim becerisi sergilemeye çalışmak, B TV den Erdal beye konuşmak haz duyduklarımdandı.
Bu güzelliklerden yola çıkarak yazımın girişine koyduğum, William Gapeynski‘nin “Derviş Kaşıkları“nın devamını yazmadan önce Halil Cibran’ın “Birbirinizi sevin ama…” başlıklı şiirinden birkaç satıra yer vermek istiyorum.
“… Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın.
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gel-git ile çalkalanan bir deniz olsun sevgi.
Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı kadehle eğilip içmeyin.
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın.
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın.
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır.
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın.,
Çünkü hayatın elidir yüreklerimizi saklayacak olan.
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın.
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da birbirinden ayrıdır.
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez…”
Her sözcükte derin anlamlar var. Asıl önemlisi ister iş yaşamında ve hatta Trakya yollarında, ister özel yaşamımda bu sözcüklerin verdiği mesajlarla örtüştürdüğüm anılarım depreşiyor içimde. Bu depreşme bana diyor ki “gördün mü bak Halil de bugünleri görüp neler söylemiş ?“. Yaradandan “kelebek ve çiçek” istediğinde sana “tırtıl ve kaktüs” gönderiyorsa, biraz sabır lütfen. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bu nedenle tüm çabanla ortaya koyduğun serin geceleri aşmak için üstünü örttüğün, Gönen’den toprak getirtip otun ve etkinin önemini gösterdiğin parsellerde çeltik profesörünün “kusursuzluk arayışı”nın girdabında mutsuz olmamak gerek. Çeltik parsellerinin mihmandar müdürü olarak geçen yılın emekleriyle yoğurup pazar lideri olmasına katkı sağladığın çözüm için tapınağın sütunları gibi ayrı dursan da beraberliğinle tıpkı Ravel’in Bolerosu gibi katkınla yükselen nağmelere kulak ver; duyumsa ve mutlu ol. Bu senin hakkın.
Aykut’u kıramayıp da Adana’nın buğdayını Trakya’ya ekmişsen, diğerleri yeşilken sen herkesin önüne geçip hasada gelmiş buğdayı gösterebiliyorsan ve altın sarılarının içindeki akbaşaklar göründüğü gibi değilse, becerili ilişki yönetimin sana bununla bir ayrıcalık sağlıyorsa bu parsellerin müdürü olarak da sevgili Eray, yılların birikimini çözümlerimize derinlik kazandırmak için kullanabilirsin. Daha onlarca güzelliğin orkestra şefi olarak da sevgili Mehmet, konuklarımızın anlamlı sorularında her sıkıştığımızda imdadımıza yetişiyorsa daha ne ister insan ziraatın zor zenaat olduğu doğada mükemmelliğe erişmeye çalışırken.
Peki nasıl gelişti bu bir yıllık süreç ?
Kolay olmadığı gerçek. Bu sorunun yanıtı yerine yazımın girişindeki öyküyü tamamlamak istiyorum.
“… Ev sahibi konuklarına bu kaşıkları nasıl tutmaları gerektiğini söyledi : “Herkes kaşığını ucundan tutmak zorundadır“. Konuklar, uçlarından tuttukları bir metre uzunluktaki kaşıkları güçlükle taslarına daldırıyorlar, fakat kaşıklarına çorba doldurup ağızlarına götüremiyorlardı. Ağızlarına bir kaşık çorba koyabilmeyi beceremeyen konuklar, yemekten sonra kalktıklarında, karınlarını doyurmamışlar, kaşıklarından dökülen çorbalarla da sofranın üstünü kirletmişlerdi.
Bilge bir gün sonra ikinci bir yemek daveti verdi. Bu kez, sevgiyi gerçekten bilen ve hergün sevgiyle yaşayan kişileri çağırdı. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen pırıl pırıl kişiler geldiler ve bu kez onlar yerlerini aldılar, sofrada. Önlerine birer tas sıcak çorba ve sapları bir metre uzunluktaki derviş kaşıkları getirildi. Onlara da kaşıkları ancak saplarının ucundan tutabilecekleri kuralı söylendi.
Ev sahibi bilgenin “buyrun afiyet olsun” sözünden sonra sofradaki herkes, önündeki kaşığın sapının ucundan tuttu ve…
Herkes kaşığını karşısındaki kişinin tasına daldırıp, kaşığına aldığı çorbayı, karşısındaki kişinin ağzına uzattı. Bu yöntemle herkes karnını doyurabildi. Konuklar sofradan kalktıklarında ise, sofranın üstüne dökülmüş tek damla çorba yoktu.
“Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır ?” sorusunu soranlara bu uygulamayla yanıt verdikten sonra bilge, bir de öğütte bulundu: “İşte” dedi “Kim ki yaşam sofrasında yalnızca kendini görür ve yalnızca kendini doyurmayı düşünürse o kişi aç kalacağını da bilmelidir“. Ve “kim ki başkalarını da düşünür ve onları da doyurmayı çalışırsa, bir başka kişi tarafından o da kesinlikle doyurulacaktır. Çünkü yaşam denen bu pazarda, alan değil veren kazançlıdır her zaman…”
İşte durmadan yineleyip durduğum, kırk yıldan damıttığım, başarını sırrı olarak dillendirdiğim “Şu GAT dünayada MASlaşmak için RAW mısınız ?” sorumun “GAT (Ver ki Alasın) “ında yatan da budur. Daha fazlasını ararsanız “Tanrılar Okulu“ndaki “dreamer” a başvurabilirsiniz.
Öğrenme yolculuklarınızın hep aydınlık olması dileklerimle.
Öykücü