Yaşam Büfesinde “Kaderin Karesi” ve Prof.Gisi’nin Sevgisi

“… Başarıların self servis olduğu yaşam büfesinde sıraya girenler, sürekli öğrenerek sırada kalıp öne geçenler bu kez Antalya’da oyun oynadılar; bulmacının parçalarını tamamladılar ve “Aman bombalar patlamasın, müdürler kurtulsun” diye koşuşturdular. Yoruldular. Mutluydular. Bir grup dönüş için beklerken kader onları aşağıdaki karede bir araya getirdi. Ben bu görünüme “kaderin karesi” dedim. O karede hangi mesajlar var; hangi güzellikler gizli ?…”

Merhaba

Bir zamanlar bir film eleştirisinde “resmi okumak” diye bir kavramla tanışmıştım. Karşılıklı oturmuş polis ve mafya liderinin elbiselerinin renklerinden bakışlarına kadar resmin okunuşunu anlatıyordu (R.D.Niro  veA.Pacino). Ben de yandaki resme birazcık bu gözle baktım. Zaman koridorunda rakip olarak başlayan ve dost olarak gelişen ilişkileri anlamlandırmaya çalıştım. Bakın ne güzellikler gördüm.

Üst yarı kürede, kuzey yarım kürenin ılıman kuşağında Ahmet ve Mustafa var . Ben Mustafa’yım. Ziraatçı Mustafa.  İkisi de doçent ve bu akademik ünvanı ikisi de çalıştıkları kurumda, özel sektörde kazandılar; üniversite değil…Bu yolda ilk örneklerdir. Kendi adıma 16.10.1989 da doçent olmak için jürinin karşısına bilim sınavına çıktığım günü dün gibi anımsıyorum. Çünkü sevgili hocam Prof.Dr.N.Baykal‘ın “yeni ruhsatlandırma sistemi hakkında neler düşünüyorsunuz ? “sorusunu SSTC öğrenme yolculuklarımda örnek olarak işlerim. Mükemmel bir yaklaşım tekniğini anlatır. Müşteri responslarının ele alınmasında en canlı örnektir.

Sektörümüzde çok yaygın olan bir durum değil bu akademik oluşum: Özel sektörde ilişkilerini sıkıntıya sokma pahasına doçent olmaya kalkmak… O günlerde rakip firmada çalışan sevgili A.C.Akın radyolu hesap makinası armağanı ile doçentliğimi kutlayan ilk kişiydi. Kurumumda otorite ise yine sessizdi. Aylar sonra İstanbul’a gittiğimde otorite aynen şöyle diyordu : “Biz de mi acaba sandıktan kitapları çıkarsak da doçent olsak ?”. Espri miydi bu şimdi ? Ya da hangi duygunun yansımasıydı ?. Otoritenin huyudur; bunu hep yapar. Neyse otoriteyi bir kenara bırakalım ve biz bizim doçentlere dönelim.

İkisi de Enstitü kökenli. Ahmet Ankara Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü, ben ise Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü’den özel sektöre geçtik. Enstitülerin kazandırdığı en büyük ayrıcalık adım adım sorumluluk paylaşımıyla güçlendirilmiş “proje disiplini” ki SSTC öğrenme yolculuklarının temelinde yatan da bu: “yaratıcılığı engellemeyen disiplin“…

Proje yapılandırmada süreç şöyle çalışırdı. Şimdi ne kadar geçerlidir bilemem ancak; kulakları çınlasın Dr.K.Türkoğlu‘nun kazandırdığı “beyaz kitap” ın kurallarıyla birey projesini şekillendirir. Laboratuvarında tartışılır. Laboratuvar en küçük ekip birimidir. Proje artık ekibindir. Daha sonra proje Enstitü Araştırma Komitesine girer. Komitedeki sınavı geçtiğinde artık kurumun projesidir. Sırada Çalışma Grubuna gitmek vardır. Türkiye’nin bu konudaki uzmanları yıllık toplantıda projeyi tartışırlar. İş bitmiş midir ?. Hayır. Projenin kapsamına göre “Araştırma Konseyi”nde ele alınır. Artık ülkeseldir proje. Ne çok süzgeçten, sınavdan geçmiştir proje ve proejnin sahipleri.

Bu aşamalardaki her zorluk öğreticidir. Yol göstericidir. Böylece usta olunur. Tüm bu kritik ilişkileri yöneten, müzakere becerilerini geliştirerek geçen Ahmet ve Mustafa teknik ve bilimsel ağrılıklı yapılarını özel sektörde “güven” odaklı olarak pratik kılmışlardır. Ahmet, devam ediyor ve onun için en iyi dileklerimi sunuyorum: Yolun hep aydınlık olsun Sevgili Ahmet. Ben Ahmet’i 2007 yılındaki EPM by USS (Güncellenmiş Satış Becerileriyle Etkili Performans Yönetimi) konulu SSFMWS (Satış Becerilerini İzleme Küçük Çalıştayı) toplantımdaki “Garcia’ya Mektup” mesajını dile getirmesiyle anımsayacağım. Asıl önemlisi sonraki yazılarımdan birinde proje yönetiminde ROI i ele alacağım. Adına “kerameti kendinde menkul proje” diyeceğim o yazımda “yatırımın geri dönüşü”nde neler yapılması gerektiğine değineceğim. Kalemime dur diyebilirsem eğer “kimlerin neleri es geçtiğine” değinmeyeceğim. İnşallah dur diyebilirim. Ne de olsa öykülerin sınırlarını doğru çizebilmek pek kolay değil. Ne diyeyim; Allah affetsin.

Güney yarı kürede ise sevgili Tezer ve Tevfik beyler var. İkisi de özellikle Sandoz‘u geliştirirken ne büyük zorluklarla baş ettiler. Birgün inşallah onlar da öykülerini aktarırlar. Geçen yıl sonundaki  veda yemeği konuşmasında Tevfik bey o dönemdeki arkadaşlarını “cengaverler” olarak tanımlamıştı. Çok sevdim bu tanımı. Her ikisi de fabrika yaşamının zorunlu kıldığı, “sıfır hata” hedefi ve bunun öngördüğü disiplin içinde hep sırada öne geçtiler. Sevgili Tezer’in yüzündeki gülümseme hiç eksilmedi; Allah eksiltmesin. Emeklilik sonrasında bile teknik bazlı katkılarını hâlâ titizlikle sürdürüyor. Ne mutlu Tezer gibi bir çalışanı olan kuruma… Tevfik beyin bilgi ve becerilerini bundan böyle uzman olduğu alanda etkin kılacaktır. Sağlıklar diliyorum.

İşte bu karenin “kuzeydoğu-güneybatı” köşegeninde yer alan Tezer ve Mustafa için onbeş yıl önceye ait bir anım, bir öyküm var. Onu mesajlandırmak istiyorum.

Öyküm, İzmir-Ödemiş-Bozdağ Yaylası’ndaki patates tarlalarında geçer. Birbirinin ezeli rakibi olan iki çok uluslu firmada çalışan Tezer ve Mustafa’yı “rekabet ederken doğruyu bulma, seçme ve sürdürme” çabasında kader yollarını kesiştirmiştir. Duyarlı bir andır. Çünkü her ikisi de çok iyi bilmektedir ki; “cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”. Daha Türkçe ifadeyle “sevaba girmeye çalışırken günaha girmek kaçınılmaz olabilir”. Buna rağmen ikisinin de doğruya inançları güçlüdür. O günlerde adı GIFAP (Ulusal Tarım İlacı Firmalarının Uluslararası Birliği) olan, daha sonra GCPF (Global Bitki Koruma Federasyonu)e dönüşen ve bugün CLI (Crop Life International) olarak anılan birliğin öngördüğü kuralları pazardaki rekabetin acımasız koşullarında uygulayabilmek her babayiğitin harcı değildi… Biz bunu yaptık. Doğrular için kimi pazar kayıplarını göze aldık. Uzun vadede kazandık. Mildiyö ilaçlarının yer aldığı “çalışma grubu” nun başkanı Prof.Gisi (GIFAP-FRAC-PWG) her yıl bize sorardı: “Durum nasıl; neler yapıyorsunuz ?” diye. Biz de görsellerimizle neler yaptığımızı anlatırdık; gösterirdik. Prof.Gisi, haklı olarak bizi herkesten daha fazla severdi …

Sizce neden Prof.Gisi bizi daha çok severdi ?

Bunu da bir sonraki yazımda açıklayayım.

Kalın sağlıcakla; zorlukların orta yerinde mutluluğa uzanan yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)