“…Otomobiliyle zikzaklar çizen Yiğit’i polis Mudanya kavşağında durdurdu. Sürücü Yiğit, alkolmetreye üflemeyi reddedip polislere saldırmaya başladı ve arkadaşı Uçuran’a polislerin bağlamaması için kendi araçlarını kaçırmasını söyledi. Bunu yanlış anlayan Uçuran ise kendilerini durduran polislerin otosunu çalıştırarak hızla uzaklaştı. Polisler yoldan geçen bir başka araçla Uçuran’ın peşine düştü. Çıkmaz sokağa giren Uçuran durdurularak polis otosundan indirilmek istendi. Başına araçtaki polis şapkasını takan Uçuran, araçta bulduğu el fenerini de polis memuru Cüneyt’e doğrulttu. El fenerini tabanca sanan polis Cüneyt de tabancasını çıkarıp Uçuran’ı vurdu…”
Merhaba
Çeşme’den yağmurlu ve güneşli bir hafta sonundan birkez daha merhaba. Yıkarıdaki fıkra gibi olayla, Zonguldak’taki maden kazasında ölenler için “kader” odağında konuşan ve A.Hakan’ı bile çileden çıkaran aymazlık, İstinye mezarlığında bıçaklı soyguncunun öldürdüğü on aylık taze polis memuru, askerlikten muaf olduğu halde kilo vererek gönüllü olarak askere giden gencin ölüm haberleri birşeyleri anlamamı gittikçe zorlaştırıyor.
Neden bizde böyle oluyor ?
Bir de Mayıs ayımı şekillendiren iş çabalarıma bakıyorum da adına “İlk Adım Öğrenme Yolculuğu” dediğim beraberliklerde vermek istediğim temel mesajla, yaşamın ya da ölümün bunca anlamsızlaştırıldığı ülkemin koşullarında olanları karşılaştırıp kahroluyorum. Bundan önceki bir yazımda “iyi talihimi hak etmeye çalışıyorum” demiştim 2/42/65 beden ölçülerimdeki gayretlerim için. Bende mi bir hata var acep, yoksa polislerimize Amerikan dizi filmlerini bile izletmiş olsak sanki bu anlamsız hatalardan sakınamazlar mı ? İşimizi ve yaşamımızı fazla mı hafife alıyoruz. Yoksa bizim istihap haddimiz bu kadar mı ?
Bu yazımın başlığını “rüzgarın gücü” olarak da koymayı düşündüm ve içeriğini de E.Özkök’ün 20 Mayıs tarihli yazısındaki ana konularla sürdürmek istedim. Bundan önce bir açıklamada bulunmalıyım. Yazılarımda futbol ve siyasetten hiç dem vurmadım. Çünkü her ikisini de bilmiyorum, anlamıyorum. Bu iki konuda hiçbir iddiam yok. Ancak CHP deki son olayların yan etkileri beni kızdırıyor. Çamurda çırpınanları görünce artık neden Sefer Usta’nın kazandibi eskisi kadar lezzetli değil diye düşünüyorum. Sevgili Özkök yazılarında “Kahramanlar”dan olduğunu hep yineliyor. Ben de yirmidokuz yıl “Tepecik”te yaşadım. İki semtin arasında “Hilal” vardı. Hilal’in kendi kuralları vardı. Hilal’de yetişen sevgili Yılmaz da akademik başlayan kariyerini özel sektörde sürüdürken zirveye erişmişti ve global krizde açığa düşünce epeyce bocaladı. Geçen gün Alaçatı pazarında eşiyle gördüğümde Urla’da içine estetik de kattığı yeni yaşam biçimini mutlu mesut sürdürdüğünü anladım ve sevindim. Lise ve Üniversite yıllarım her sabah üç kilometre yürüyüşle Kahraman’lardan geçerdi. İki semtin de benzer özellikleri vardı. Muhtemelen Kasımpaşa da öyledir. Çamurda çırpınıp çamura bulaşmamak önemli bir özelliktir. Bu özellikten ne tür “fayda”lar türetebileceklerini de politika ya da futbol adına, semti adına, kendi adına “satış çağrıları” oluşturacak olanlar düşünsünler.
Neden kırk yıl önce Kemeraltı’nda Havuzlu Bey Pasajı’nın girişine yakın yerdeki küçücük dükkanında rahmetli Sefer Usta’nın kazandibi gerçekten çok lezzetliydi ? Çünkü o zamanlar manda (nam-ı diğer camız)lar vardı. Kimi türkülerimizde mandayı söğüt dalına yuva yaptırıp torbadan düşen öküzü gören var mı diye soruyorduk. Ya da Fethiye taraflarının yerel diliyle “enişten camızları buldu mu ?” diye yineliyorduk sorumuzu. Bunlar mı yaşamımıza absürtlük (saçmalık demek daha mı iyi olurdu, penguenvari görünmemek için) katıyor. Menemen’de çamurda yatarlardı mandalar ay şekilli boynuzlarıyla. Şimdilerde nerelerde çırpınıyorlar bilmiyorum. İşte bu ak sütlü mandaların ay boynuzları beni iki gün önce televizyonlerda arz-ı endam eden suratsız kişilerin anlamsızlıklarıyla uyandırdığı tiksintiye götürdü şimdi bu satırları yazarken aklımı. Beynelmilel Kirli Melal işleri uzmanıymış. Göbeğine bakmış, baldırını ölçmüş ve utanmazlıkla “bu görüntülerin Bay Tokkal’a ait olduğunu kimse ispatlayamaz” pişkinliği ile sırıtıyordu. Bunu nasıl böyle söyleyebiliyor ? Çünkü o ve temsil ettiği taraf beni gerzek sanıyor bana bunu layık buluyor.
Be adam beni aklımı takmak istemediğim, kendimi uzak tutmayı yeğlediğim konuya götürmeye çalışma. Bırak ben hâlâ mandaların Menemen’deki temiz tarla çamurlarında debelendiğini düşüneyim daha leziz kazandipleri için. Aklımı senden uzak tutayım. Sen de temsil ettiğin kişiye söyle madem istihap haddi doldu ve bir kenara çekilmeyi yeğledi, bari Prof.R.Pausch‘un “son ders“inde dile getirdiği “gerçek özrün üç aşaması” ile kısa konuşup, adam gibi adam olup anılarını yazsın. Desin ki “Bu benim hatam. Özür diliyorum. Düzeltmek için ne yapabilirim ?“. İçimden gülmek geliyor ve S.Aksu’nun bizi bir zamanlar çok duygulandıran şarkısının birkaç mısraı dilime dolanıyor “…nerde bende o yürek… CUHAPsiz kalacak“.
Bu Mayıs yağmuru mu beni böyle kıldı ; yoksa “Gandhi” benzetmesi mi beni Prof.M.Gelb‘in “Dehanızı Seçin” isimli kitaba götürdü ? Kitabın “Discover Your Genius” olan orijinal ismini Türkçe’ye çevirdiğinizde iki anlam çıkıyor. Ya kitabın Türkçe’sine verilen isim gibi “Dehanızı Seçin” dersiniz ya da “Dahinizi Seçin” olabilir ki aradaki nüans beni sevgili Özkök’ün köşe yazısından birkaç alıntıdan sonra bu kitapta ele alınan on dahiden Gandhi’e biraz yer vermek istiyorum. Ne zaman dilime, kalemime ya da aklıma bay Özkök düşse bundan tam 12 yıl önce Afyon-Oruçoğlu Otel’deki olağandışı yıllık toplantıya gidip gidip geliyorum. Birkaç ana bölümden oluşan toplantının bir bölümünde kişilik testleri yapmıştık. Kabullenmekte zorlansak da bizi bize anlatan yargılar vardı sonuçlarda. Yerimizi anlatıyordu. Dikkatimizi çekiyordu. Umutlar kadar korkular da veriyordu. O toplantının açılış konuşmasında global birleşmenin akıllardan çıkmayacak kavgalarında A,E,N,R,T beşlisinden oluşan “E” li ve “T” li iki ayrı versiyonunun kapışmasını unutamam. Birisinin yerel deneyimleri ve hırsı çok yüksekti. Diğerinin mesleki becerileri, yabancı dili ve farklı ülkelerdeki deneyimleriyle avantajları fazlaydı. Yarışa bile gerek yoktu. Sonuç belliydi. Ancak kulisler güçlerini sınarken yandaşların da yarışması zorunluydu. Bu yarışı kazanan TA sahra gücünün başı olmuştu. Birleşmenin ikinci yılıydı. Ben henüz farkında değildim ancak; merkezde meğersem fırtınalar esiyormuş. Açılış konuşmasında sahneye çıkan sahra gücü komutanın elinde Bay Özkök’ün bir köşe yazısı vardı. Konuşması buna odaklıydı. Yazının başlığı ise “sadrazam kellesi almak” idi. Aradan iki ay geçtiğinde, ben Malatya’dan heyecanla mesajlar atarken sahra gücü komutanı istifa etmişti. Zaman onun yaralarını sardı. Gençliğin tutkularının tuzaklarından kader onu çekip çıkardı. Rakibin başına geçirdi. Aradan bir yıl geçtiğinde de yeni bir birleşme ile kader bu kez yoılları yine kesinleştirdi. İstanbul’da La Maison’da maskelenen profesyonel ilişkilerdeki sukunetle gülen yüzlerin meyveleri yeni yapının dayanılmaz hafifliğini nasıl yıktığını altı ay sonra anladık. Tüm bu olgularda bence kişilerin “istihap hadleri” ya da omuzlarına yüklediklerini kaldırabilme, götürebilme, çekebilme güçleri yatıyordu. Şimdi 1998 in bu unutlulmaz öyküsünden tekrar bugünün Bay Tokkal’ına baktığımda benim kişisel beklentim istifanın hemen ardından Prof.R.Pausch’ın son dersindeki öğretisine uygun özürle kenarda bir bilen rolünde durmaktı. Bunu yapabilseydi 17 asal sayısının yarıya, üçe ve dokuza bölünmesini sağlayan katalist, kolaylaştırıcı etkinlikleri için kapısını çalan akıllı adamlar, .çözüm arayan adamlar olurdu; o da onlarla birlikte adam gibi adam olduğu izlenimini yeniden yaratabilirdi. Şimdilerde ise dilime dolanan diğer şarkı gibi “…kim arar seni kim arar…” der yüreğim sitemleriyle. Onu da yazımın girişindeki “…otomobiliyle zikzaklar çizen sürücü...”ye benzetiyorum ve gidişatı beğenmiyorum.
“Rüzgar işte tam böyle bir şeydir” diye yineliyor Özkök.
“… Bir esti mi, önünde duramazsınız. Gövdeniz dursa eteğiniz uçuşur; eteğinizi kapatmaya çalışırken, elinizdeki çanta düşer, onu yakalayayım derken ayağınız kayar. Yuvarlanırsınız“. Ne güzel yazmış Özkök. Sen hâlâ çamurda çırpınmayı neden yeğlersin ki aradan geçen kırk yılda ne Havuzlu Bey Çarşısı kaldı ne de Sefer Usta’nın o canım gerçek kazandibisi. Bana hangi lezzeti vereceksin bunca herzeden sonra. Ben İstemiyorum ama bugüne dek kuyruk suyunda oynamayı maharet sandığın rakiplerin soruyor “yaptın mı yapmadın mı ?” . Ya çekildiğin köşende uslu uslu (us=akıl) otur sesini çıkarma ya da… Ama ne olur beni bu denli gerzek sanma, ebleh sanma. Aklımı meşgul etme saçma sapan savunma komedilerinle.
Gidişinin böyle oluşuna üzüldüm. Artist gibiydin. Yetmişi aşan yaşında delikanlı gibiydin. Delikanlı gibi gidebilirdin. “İyi talihini hak etmeye çalışman” için nice fırsatlar geçti eline. Kullanamadın. Hırsına yenildin. Hırsının rüzgarı vicdanın adalet terazisi oldu. Bereket ki İkinci adamın sabırlı sakin tavrı grubunu seni dışlarken parçalanmaktan korudu. Biraz akıllı olsaydın bu koruma kalkanının senin elinde olduğunu gösterebilirdin. Hoş bu yazdığıma ben bile inanmıyorum ya… Böyle oluşu ve tümdem dışlanman bence en iyisi oldu. Özkök’ün en çok sevdiğim bir ifadesi de “birinin değil, onun bunun değil, kendinin adamı olmak… O rüzgar var ya o deli rüzgar bir esmeye başladı mı birinin adamlığı çeker gider ve herkes kendi olur...” Özkök’ün szöü herkese, hepimize. Anlayana sivrisinek saz anlamayana K.Genç bile az…
İnşallah yarın bu işin ikinci aşamasında Bay Tokkal unutulur gider ve Çiçero vs Seneca benzeri siyasi çatışmalarda Gandhi cephesinde de Ali gibi, Egemen gibi, Ahmet gibi genç beyinler inançla rekabet yarışı bayrağını taşıyıp bizlere gerçek seçenek sunarlar. Şimdi umutlarım daha yüksek. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.
“Dehanızı Seçin” kitabını açtım. Yukarıda söz verdiğim gibi Gandhi’e değinecektim. Kitabın içindeki gazete küpürleri aklımı çeldi. Beş sene önce Haziran ayında ilgimi çeken birkaç konuya aitti küpürler. Birisi 25 haziran 2005 tarihli Sevgili Ege Cansen’in termodinamiğin dört kanununu iktisat bilimine uygulayıp “sıfırıncı kanunu” yorumlamasıydı. İkibinbeş yılı benim için apayrı bir anlama sahiptir. Altmış yaşındaydım. Kariyerimin zirvesinden, Pazarlama Müdürlüğünden emekli olmuştum. Emeklilik sonrası “MAS (Mustafa Artık Serbest)” laşma hazırlıkları içindeydim. Ne var ki aynı kurumda dört sene daha çalışma olanağım oldu. Silolara dışardan bakıyordum. Daha özgürdüm. Ancak dört yılda hızla görünmez adam oluyordum. Bu da anjiografilerimi artırıyordu. Herneyse. O sürecin ilk yıllarında “Kelebek Etkisi“ne yakınlaşıyor ve Prof.M.Yunus’a hayran kalıyordum. Onunla beraber olduğunu öğrendiğim DBP un teşekkürlü elektronik postasını paylaştığımda “koçluk” eğitiminden dönmüş olan kurumsal omurgalı liderlik modelinin gereği olarak “geribildirim” alıştırması yapan müdürümün oyun alanına giriyordum. Ne günlerdi ! Kimi zaman acı çoğu zaman öğretici. Bu günlere kolay gelinmedi. Bakalım bizim Gandhi’miz nelerle karşılaşacak, nelere dayanacaki şirazesinden çıkacak kimi olaylarda pes edecek mi ?
Şimdi Gandhi’leşmekle ilgili birkaç küçük noktaya değinmek istiyorum.
“Şeker yiyen çocuk” kısa öyküsünü öğrenme yolculuklarımda anlatırım. Anlamlıdır. Haykıran beden diliyle de ilintilidir. Bunun ayıp anlatımı da bir bakıma “Bursa’lı Terzi Sadık (BTS)” fıkrasıdır. Galata köprüsünün kör dilencisi palamarları toplarken yol rehvan olmuş olan adama “Güle git git Bursa’lı Terzi Sadık” diyebilmiştir. Çünkü BTS ın bedeni kim olduğüunu haykırmaktadır. BTS bizim Bay Tokkal gibi profesyonel değildir. Yine konuyu dağıtıyorum.
Şeker yiyen çocuk öyküsünde, bir Hindu kadının elinden tuttuğu beş altı yaşlarındaki, şeker hastası oğlunu Gandhi’ye getirip şeker yememesini söylemesini istediği resmedilir. Gandhi, kadına üç hafta sonra gelmesini söyler. Kadın bir anlam veremez. Üç hafta sonra geldiğinde Gandhi çocuğa döner ve “şeker yeme” der. Kadın şaşkındır. Bu iki sözcük için neden üç hafta bekletilmiştir. Nedenini sorar. Yanıt kısa ve nettir. Gandhi der ki “üç hafta önce ben de şeker yiyordum”.
Şimdi bizim Gandhi’den beklentimiz budur (mu?). Ülkemde duyduklarım aklımı zorlarken böylesi konularla mı Gandhi’imizi test edeceğiz ? Onu böylesi yargılarla mı değerlendiriceğiz. İnşallah rahmetli Sabancı’nın stratejisiyle kurmaylarını doğru seçer; inşallah Beşikçioğlu’nun güvensizliklerine benzer gayretlerle gücünü tüketmez.
Şu öyküye bizim Gandhi acaba nasıl yaklaşacaktır ?
1947 de Müslüman Pakistan ile Hindu Hindistan arasındaki bölünme üzerine patlak veren çatışmalar sırasında oğlu Müslümanlar tarafından öldürülünce cinnet geçiren bir Hindu, Gandhi’ye başvurdu. Oğlunun öcünü almak için Müslüman bir çocuk öldürmüştü. Büyük bir çaresizlik içinde Gandhi’ye gelen adam, ona ne yapması gerektiğini sordu. Gandhi bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: Git ve çatışmalar sırasında öksüz kalmış bir Müslüman çocuk bul. O Müslüman çocuğu kendi Hindu evine getir ve onu kendi oğlun gibi fakat bir Müslüman olarak yetiştir.
Bunu yapabilmek yürek ister; güç ister, inanç ister;çevre baskılarına direnç ister. Şimdilerde medyaya bakıyorum da dikkat çekmek adına daha başlamadan yıpratmak, karalamak için Gandhi’nin doğru-yalan kimi insani duygularından bizim Gandhi’miz olumlu algılarımıza, dürüst beklentilerimize gölge düşürecek ayak oyunlarına başladılar bile. Ayıp ediyorlar. Yakışmıyor.
Prof.Gelb, Gandhi’nin varisleri olarak M.Luther King, Nelson Mandela ve Dalay Lama (14ncü) yı gösteriyor.
M.L.King‘in sözlerinden bir kısmı aynen şöyledir “…Gandhi, yaşadığı süre içinde, dünya tarihinde başka hiçkimsenin seferber edemediği sayıda insanı harekete geçirmiştir. Yalnızca biraz sevgi ve anlayışla, iyi niyetle ve kötü bir yasaya uymayı reddederek, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun direncini kırabilmiştir. Üstelik bunu şiddete başvurmadan yapmıştır…”
N.Mandela da inançlarından dolayı hapse atıldıktan sonra, G.Afrika makamlarını protesto etmek için oruç tutarken, Mandela da seve seve Gandhi’ye öykünmüştü.
Çin ülkesini işgal edince kavgasını Tibet toprakları dışında sürdüren D.Lama Gandhi için şöyle diyor “Freedom in Exile” adlı otobiyografisinde “…O, benim için mükemmelliğe erişmiş bir siyasetçi, özveriye olan inancını tüm kişisel kaygıların üstünde tutan bir adamdı. Onun şiddete başvurmama ilkesine olan derin bağlılığının siyaset yürütmenin tek yolu olduğuna ben de inanmıştım…”
Yazımı tamamlarken birkaç soruya yer vermek istiyorum.Kendini kısıtlama gücünü Gandhi’nin taşıdığı noktalara taşımak herkesin harcı değildir; ama yaşamınızda manevi boyutun eksikliğini hissediyorsanız, onun yöntemlerinden bazılarına öykünebilirsiniz. Bu amaçla kendinize şu soruları sorun.
- Manevi değerlerinizin günlük davranışlarınıza yansıyış şeklinden memnun musunuz ?
- Günlük yaşantınızda daha derin bir ilahi ilişki yaşamayı arzu ettiğiniz oluyor mu ?
- Bu arzunuza engel olan bedensel ve zihinsel alışkanlıklarınız neler ?
- Bu alışkanlıklarınızdan vazgeçtiğiniz takdirde kendinizi ne kadar daha iyi hissedeceğinizi tahmin ediyor musunuz ?
Bu sorulardan yola çıkarak Gandhi gibi düşünmede üç temel öğreti bulunuyor.
- Bağışlayıcı olun: Af dilemek harika bir alçakgönüllülük gösterisidir, ama Gandhi’nin öğütlediği gibi, doğru kişiden, doğru zamanda ve yapmış olabileceğiniz “yanlış şey” için özür dilediğinize emin olun. Bu konuda Prof.Gelb’in güzel bir testi var. Belki bir başka yazımda ele alırım ya da soranlara özel olarak yazarım.
- Hakareti sineye çekin: Herşeyi unutmaya ve olaya serin kanlı bakmaya çalışın. Bununla ilgili de bir test var “dehanızı seçin” kitabında.
- Seve seve hizmet etmeyi öğrenin: Gandhi der ki “doğruluk madenindeki arayış derinleştikçe, cevher bulma olasılığı artar; çünkü çok daha farklı alanlarda hizmet etme fırsatları doğar“. Ben bunu GAT dünyası olarak tanımlıyorum ve “doğa boşluğu sevmez; mutlaka doldurur” diyorum “verme”nin öncelikli önemine değinirken.
Prof.Gelb, kitabının bir yerinde “Gandhi, Rahibe Teresa ve Wimbledon Etkisi“nden söz eder. Çok sevdim bu yaklaşımı ve tıpkı N.Mandela’yı anlatan “Invictus” filmini izledikten sonraki süreçte kendimde gördüğüm bir adım daha iyileşmekten ayrı bir haz duydum. Çok kolay erişimler bunlar yaşam büfesinde girdiğimiz sırada kalabilmek ve doğal rol modeller olabilmek için.
Ben Gandhi’mizi sevdim. Ona kolaylıklar ve sabır diliyorum. Dürüst bir çekişme sunacağına inanıyorum. Bizlere verdiği seçenek için teşekkür ediyorum.Yolu hep aydınlık olsun; Allah yardımcısı olsun.
Öykücü