Yaşam Büfesinde “Bitki Hekimliği”

“… Yetmişli yılların ortalarıydı. Haziran ayının son cumasında Beydere Tarım Meslek Okulu (Manisa)ndaki buğday tarlasında adi sürme sayımları yapıyorduk. Rahmetli Dr.Saydam, sevgili Öğüt, Allah selamet versin Konya’lı Mehmet ve Erol’la ancak üç tekrarı sayabilmiştik. Hava kararmaya başladığında çok yorulmuştuk. Denememizin son tekrarının sayımını ertesi güne bıraktık. O yıllarda cumartesi günleri de çalışırdık. Ertesi gün tarlaya geldiğimizde biçer döğerin denememizi biçtiğini gördük. Kahrolduk. Çare yoktu. Ne yapabilirdik ?…”

Merhaba

Bugün mesleğime dönmek istiyorum. Anılarımı öyküleştirip mesaj vermek istiyorum. Yukarıdaki öykü ayniyle vakidir. Bornova ZMAEnstitüsü’ndeyim. Bir tarla denemesinin son aşamasına gelmişiz. Sevinçliyiz. Kontrol parsellerinde hastalık oranı %50 i aşmış. Elde edilen sonuçların güven değerleri çok yüksek. Sevincimiz kursağımızda kaldı. Denemenin bir tekrarını göz göre göre yitirdik. Şaşkındık. Ne yapabilirdik ? Eldeki iki tekrarla yetinebilirdik. İstatistik yöntemlere sığınabilirdik. Enterpolasyonla kayıp tekrarın değerlerini teorik olarak bulabilirdik. Bunlar kolay yollardı. Bu olguyu bir öğrenme dersi kılmak istedik. “Ya denememizin tüm değerleri böylesi bir kazaya kurban gitmiş olsaydı !” diye düşündük. Laboratuvar koşullarında neler yapabilirdik. Bu olumsuz olgudan grubumuz adına bir ders çıkarabilirdik. Önce geriye doğru bir baktık. “Dağarcığımızda neler var ? ” diye irdeledik. Toprağı bol olsun Gassner’in kırklı yıllarda bulduğu “çamur” ortamında çalışmayı denedik. Adi sürmenin sporlarının çimlemmesini esas alan değerlendirmeleri geçerli kılmaya, farklılıkları ayırt etmeye becerilerimiz yetmedi. Yeni bir yöntem aradık. “Kalsiyum nitratlı su agar” ortamını oluşturduk. Geliştirdik. Adi sürme sporlarının çimlenmelerini resmettik. Dergimizde yayımladık. Literatüre yeni bir yöntem katkımız oldu. Bunları neden anlatıyorum; neden birkaç kez “adi sürme” diye yineleyip duruyorum ? Biraz sonra açıklayacağım. Enstitüde onbeş yılımda ve daha sonra özel sektördeki ilk sekiz yılımda buğday adi sürme hastalığının etmeni olan Tilletia türleri hep ağırlıkla yer aldı.

Bu konuya yakın olanlara ve hatta tüm bitki korumacalara bir sorum var: Buğday adi sürme hastalığının ilaçlı savaşımına ait ilaç denemeleri dünyanın en güvenilir ilaç denemeleridir.

Sizce neden ?

Yukarıdaki öyküden çıkarmak istediğim ana mesaj: Herzaman mutlaka bir çıkış yolu bulunur. Yolunuzda engeller yoksa, o yol sizi hiçbir yere götürmez. Zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer aklın gerçek potansiyelini görürsün. Yeter ki sen iste; yeter ki inancın güçlü olsun.

Yukarıdaki öyküden aslına, orijinaline sıkı sıkıya bağlı kalma çabalarının bizi nasıl bir hataya ittiğini örneklemek de istiyorum. Buğdaydaki bu hastalığa uzun yıllar neden “adi sürme” denmiştir ? Hastalığın ya da etmenin adiliği nereden gelmektedir ? Adi olan nedir ? Sürme etmenini mikroskop altında incelediğinizde öylesine bir güzellik görürsünüz ki bu görünümde hiçbir adilik yoktur. Pekçok fungusun aksine öylesine basit bir yapısı vardır ki onunla çalışmak kolaydır. Böylesi kolaylık sağlayan bir fungusun hiçbir adiliği olamaz. Öyleyse neden adı “adi sürme” idi. Bence sadece bir çeviri hatasıydı. Tıpkı İngilizce’deki “Turkey” sözcüğünü hem Türkiye hem de hindi olarak çevirmek gibi bir şey… Zamanın behrinde bu çeviriyi kim yapmıştır; bilinmez. Buğdayda esas olarak iki tür sürme hastalığı vardır. Bunlardan ender görüneni “cüce sürme” dir ve İngilizce karşılığı da “dwarf bunt” tır. Çeviri doğrudur. Hem Türkçe hem de ingilizce isminde olduğu gibi cüce sürmeden hastalan buğday bitkilerinin boyları kısalır; kardeşlenme sayıları anormal artar. İsmine layık bir hastalık. İkinci sürme hastalığını bundan ayırt etmek için de bir tamlama eklemek istenmiş. Bu tamlama da Türkçe’de “adi” olmuş. “Acaba İngilizce’sinde bu tamlamaya esas olan sözcük neymiş ?” diye baktığınızda, “common” sözcüğünü görürsünüz. Hatamızın kaynağı çok net değil mi ?. Bu sözcüğü “yaygın” yerine “adi” diye çevirince bir aklı evvel, yıllarca bu sevgili etmen “adi”likle suçlandı. Yıllar sonra hatamızı düzelttik. Sizin de buna benzer anılarınız var mı, hataları öyküleştiren ?

Bu vesileyle ikinci bir örnek daha vermek istiyorum. Özel sektöre geçtiğim seksenli yılların ortalarında kurumumun “acylalanin” grubundan mükemmel bir aktif maddesinin ülkemizde ruhsatlandırılması süreci gündemdeydi. Daha sonra bu grubun üyeleri arttı ve grubun adı “phenylamid” oldu. Buna ait çalışma grubunun başında uzun yıllar Prof.Gisi bulundu. Prof.Gisi bizi herkesten daha çok severdi. Bizi neden daha çok sevdiğini bir başka öğrenme öyküsünde dillendireceğim. O öykünün içine sevgili Tezer’i de katacağım. O anlatımı Ekim 2008 de Antalya’da çekilen son fotoğrafı ekleyeceğim. O öykümü “Yaşam Büfesinde Kaderin Karesi” olarak isimnlendirmek istiyorum. Her neyse… Konuya döneyim. O meşhur aktifimizi ülkemizde ruhsatlandırıp geliştirme süreci öykülerle doludur. Akademisyenlerin kariyer yolculuklarında önem taşımıştır. Çözümden önce olası sorunlar ele alınıp tekerine çok taş konmuştur. En iyi direnenlerin başında Prof.Dr.E.Onan gelmiştir. Hem de doktora çalışmasında ve doktora hocasına kafa tutacak kadar. Bu aktif maddeyi geliştirmek cesur adamlar yaratmıştır. Ya da daha doğru ifadeyle, hazır olanlarda, yetkin olanlarda ve asıl önemlisi istekli olanlarda cesareti ortaya çıkarmıştır. İlacımız üzüm bağlarına girmek istemiştir. Kabul görmemiştir. Tütüne girmek istemiş doğru yandaş seçememiştir. Kabakgillere girmiş ve deneme hatalarına kurban gitmişti. Rahmetli Dr.M.Güncü tarafından red edilmiştir. Özel sektöre geçiş günlerim tüm bunların üstüne gelince “cenaze kaldırmaya mı geldim ?” algılarımın yüreğimi sıktığını hep anımsarım. Ancak doğruyu bulma çabalarımda Dr.Karcılıoğlu, Dr.Onan ve Komser Osman‘ın çıkarsız desteklerine her zaman sevgiyle şükrederim. İşte o çalışmaların önemli bir bölümünde de hedef “hıyar yalancı mildiyö” hastalığı olmuştur. Hoppalaaa ! Nereden çıktı bu hastalığın ya da etmeninin yalancılığı ? Neden yalancı ? Hangi yalanı söylemiş ? Kim görmüş yalan söylediğini ? Doğrusu neymiş ki ? gibi sorular gelir aklıma.

Sevgili dostlar, ne hastalığın ne de etmenin herhangi bir yalancılığı yok. Hata yine bizde. Aslına bağlı kalarak çeviri alışkanlığımızda. Bu kez hatayı Latince isimden çeviride yapmışız. Mildiyö hastalıklarından en çok bildiğimiz “tütün mildiyösü” dür. Yıllardır tam bir felaket olmuştur. Adı “mavi küf” olarak daha ünlüdür. İşte bu hastalığa ait etmenin Latince adı: Peronospora tabacina‘dır. Hıyardaki etmenin adı ise: Pseudoperonospora cubensis’tir. “Pseudo” takısı ise Latincede “yalancı” benzeri bir anlam taşımaktadır. Spor taşıyıcılarının uçlarındaki çıkıntılara bakarak bu ayrım bilimsel olarak yapılmştır. Aferin çevirmene, o da görevini tam yapmıştır. Yaptığı doğrudur. Ancak gerek yoktur. Çünkü hıyarda ayrıca bir “hakiki mildiyö” hastalığı yoktur. Ayrıca yazıktır, günahtır, etmene haksızlıktır. Ona “yalancı” demek insanlığa sığmaz. Hatadan dönülmüştür. Hastalığın yalancılığı yıllar sonra kaldırılmıştır.

Bu iki örnek bana başka mesajlar da vermektedir. Görev üstlenenler inisiyatif kullanarak aslından sapmayı göze almalıdırlar. Verdikleri tanımların öncelikle işe yararlılıklarını ya da ayırt ediciliklerine bakmalılar. Söyledikleri doğru olmanın ötesinde fayda yaratmalı. Bu da beni “balondaki adam ve profesör” öyküme götürdü. Bunu da gelecek günlerde öykülendireceğim.

Böylece bugünkü yazımda “bitki korumacı ziraatçı” olarak mesleğimle ilgili iki anıya yer verdim. İnşallah zor günlerde bir gülümseme oluşturur !

Adilik ve yalancılıktan arındırılmış nice öğrenme öyküleri içinde görüşmek umuduyla yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)