Yaşam Büfesinde “HAGEM2-Elmalı Atilla”

“…Öğrencisi “Tabii efendim” deyince genç adam da daha zayıf bir sesle “Tamam” dedi.. Oyun başladı. Her şeyi en iyi yapan, her şeyde en başarılı genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak, bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci, usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmaya başlamıştı…Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi birden bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: “Tamam bitti ! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek“. Genç adam önüne bakıyordu. Bilge kişi konuştu: “İşte tekrar tutkuyu yaşadın, dikkatini toplamayı öğrendin, hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün, her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın”. Sonra bilge ve öğrencisi yere düşen taşları birlikte toplayıp kutusuna koydular…”

Merhaba

Önceki yazımda söz verdiğim gibi öykünün devamını bu yazımda paylaştım. Yazılarım an geliyor sıklaşıyor. Çünkü aklımın kıvrımlarında günlük olayların, olguların, küçüçük ilişkilerin uyardıklarının etkisi artıyor ya da ardışık bağlantılar gelişiveriyor. Nasıl mı ?

İki gün önce “Havagazı Gençlik Merkezi (HAGEM)” deki konuşmamın öncülü olan Utku’nun 3 Öyküsünden bakın neler çıkıyor ? İlk aklıma gelenler (top of mind):

* Elmanın iki yarısı (ye-öğren > ve “özümse-uygula”);

* Sahneye kaldırılan 9 kişi ve 8 elma; Kubilay’ın boş elinde ısrarla “benim elmam kırmızı” deyişiyle Utku’nun “hangisi farklı” sorusuna yanıt arayışlarına örnek sunması; özümsenmiş kırmızı elma ve esas olan soru sormak/sorgulamak;

* Mihmandar öyküsünde hazırlığın önemini vurgulamak; kendini tanımak (awaeking yourself) ve seçenekleri artırıp (yabancı hocada mülakata girme şansını zorlamak), daha doğru kararlar vermek (benim lisanım mihmandarlığa yetmez siz beni danışman yapın deyişiyle “sen seni bil sen seni, bilmez isen sen seni patlatırlar enseni” sözlerini anımsatmak);

* Otopark sorununu çözmede, çözüm arayışında etki ile tepki arasındaki özgürlük alanında çatışmayı önleyici proaktif tavırları oluşturmak ( ki en iyi çatışma yönetiminin çatışmaları daha baştan önlemek olduğunu vurgulamak) ve üç öyküyü anlatırken şu becerileri defalarca, ustaca kullanmak:

* Beden dili;

* Sesin tonu;

* Gülümseyen yüz;

* Sürekli, kısa, keyifli sorularla ilgiyi hep canlı tutmak;

* Dinleyecilerin açtıkları kabul kapılarına göre gündemini hep esnek tutmak

ve daha nicleri. Bravo. Kutlarım.

Sohbetin sonlarına doğru ikimiz arasındaki farkı “10S” in ilk “2S” ni anlatırken “Self Style/Özgün Tarz” a vurgu yaparken özellikle dillendirmekten kendimi alamayacağım. Buna ait video karesini de bir diğer yazıma eklerim.

Demem o ki; Utku öykülerin gücünü kullandı. Elma metaforunu SSTC den başlayıp yaklaşımlarının pek çok yerine ustaca monte etti. Metafor kullanmanın ya da anoloji yapmanın önemini gösterdi; gösteriyor. Tıpkı Jim Amcanın “İyiden Mükemmele” isimli iş kitabındaki “Yumurta > Değişim nasıl olmaz ? ; Volan > Değişim nasıl olur ? ; Kirpi > Motoru döndüren ne ? ; Otobüs > Kimlerle yola çıkıyorsun” dört metafor ve dört temel soruya yanıt arayışı gibiydi Utku’nun “Elmacı Mihmandar Atilla”sı.

Şimdi satır arasına takılı kalan aklımı sıyırabilmek için bir soruyu ben de netleştirmek istiyorum. Neden önce “Yumurta” ve “Ne değildir ?” sorusunun yanıtı ve ondan sonra “Volan” ve “Nedir ?” sorusu ikinci sıradadır ? Bunun yanıtı çok basit ve yaşamın içinde de çok yaygındır. Ben bunu hep “cıvata-somun” ikilisinin birbirine tam olarak uymasının sağlanmasına benzetirim. Ben lise yıllarımın yaz tatillerinde Sevgili Şükrü gibi Fransa’ya gitme şansım (!) olmadığı için Çankaya’da yedek parçacıda çalışarak üç beş kuruş kazanmaya çalışırdım (yine altmışlı yıllara döndü öyküm. Bugün 1972 den bu yana 25 yıllık Kanada serüveninden sonra ABD de Florida’lı olarak Sam’leşen-Şükrü’nün öyküsü de pek öyle yabana atılacak konu değildir; eğer “no gain without pain“e inanıyorsanız). Somunu cıvataya diş kapmadan doğru takmak isterseniz önce ters yöne çevirmeniz gerekir ki ilk diş “tık” diye yerine otursun. Aksi halde işe düz yolla başlarsanız diş kapabilir; siz bunu ilk anda anlayamazsınız ve sıkıştırmayı sürdürürseniz o somun ve cıvatadan hayır gelmez; işe yaramaz; çöpe atın gitsin. Bu nedenle önce “Ne değildir ?” diye işe başlamak ve gereksizleri elemek daha doğrudur. Prof.Kendrick’e de bitki koruma yöntemleri konusunda “IPM nedir ?” diye sorduklarında o ilk önce “IPM ne değildir ?” diye söze başlardı. Bunu bir zaman kaybı olarak görmeyin. Bunu “Kulağın nerde ?” diye sorulan soruya sol elinle sağ kulağına, uzun yoldan gösterme, oyalama taktiği olarak görmeyin. Bunu azıcık da Nasreddin Hoca metodu olarak düşünün ve hocanın eşeğe neden ters bindiğini bu yaklaşımla anlamaya çalışın. Ben de öyle yapmaya çalışıyorum yaşam gölünün karşı kıyısına yaklaşırken attığım kulaçlardan kimi zaman ürksem de… Her şey olacağına varıyor (kuşkusuz kendi katkılarımız ve her zaman farkına varamadığımız “Kelebek Etkileri” ile).

Tam bunları yazarken telefonum çaldı. Tıpkı beş yerine dört vakit namazı kılıp da köyün imamını şehre müftüye gönderen “aman hoca ne olur dört değil üç vakit olsun şu günlük namazların sayısı” diye köyün yamacındaki yolda merakla bekleyen ahaliye hocanın uzaktan havaya kalkan kolu ve dirseğinden doksan derece kıvrılarak yumruk yapılmış eliyle verdiği mesaj gibi bir sonucun çarpıcı etkisi altındayken bu telefon görüşmesi beni yeni bir test konusuna götürdü. O da şu “Bugün en ağır ödediğimiz prim hangisidir ?”. Çağımızın en ağır primi; pekçok kez ödediğimiz ? Yunt Dağındaki kanatlar da dahil…

Umarım ki öğrenme ve ustalık yolculuklarımız bizi benzer ağır primlerden korur. Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü