Yaşam Büfesinde “Zirve Kayması”

“…Fransa’da ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli ilk işçiye yaklaşır ve sorar : “Ne yapıyorsun ?“. “Nesin sen kör müsün ?” diye öfkeyle bağırır işçi. “Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir işi, ölümden beter“. Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar.: “Ne yapıyorsun ?” İşçi cevap verir: “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli, sonuç da bir işim var. Daha kötü de olabilirdi”. Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru yönelir ve “Ya sen ne yapıyorsun ?” diye sorar. “Görmüyor musun ?” der işçi kollarını gökyüzüne doğru kaldırarak. “Bir katedral yapıyorum”…”

Merhaba

Çok bilinen ve mesaj dolu bir öyküdür. Neden bugün, şimdi bloguma düştü ve neden yazımın başlığı “Zirve Kayması” iken böyle bir öyküyle giriş ?

Birkaç gündür kendimi toparlayamıyorum. Pazar günü Babalar Günü diye kitaplığımdaki Leo Buscaglia’ya yöneldim. Dört kitabı var raflarımda ve dördü de 1994 de alınmış. Yirmibir yıl önce hem iş hem de buna bağlı gelişen ev yaşamım en kritik süreçlerden geçiyordu. Defalarca yazdım. Hem ülkesel kriz ve hem de satışın sorumluluğunda ilk yılımdı. Macaristan’da katıldığım ikinci IPM toplantısından satışın açmazları nedeniyle zona olup sedye ile dönmüştüm.

O günlere bakınca Pakistan, Mest ve Yunt Dağı projeleriyle akıtılan terler artsa da kazanımlardaki “cost/benefit” oranlarının yüksekliği ile teselli bularak en uzun günün arifesinde 23 yıl olan Ümit-Pınar beraberliğinin (20.06.1992); bugün yolun yarısına bir kala Kerem’in yeni yaşınının (24.06.1981) yaşamımıza kattığı güzelliklere müteşekkiriz ve duacıyız. Allah nazardan korusun.

İtalyan göçmeni olup da Amerika’da sevgi dersleri veren profesörlüğe yükselen Leo Hocanın kitaplarının herbirinin ilk sayfalarına kısa notlar düşmüşüm. Örneğin “9 Numaralı Otobüsle Cennet’e / Bir Sevgi Yolculuğu” isimli kitaptaki 20.03.1994 tarihli notum aynen şöyle: “Öylesine yüklenilmiş bir gündü ki İstanbul’da ayrılış öncesi ! Hangi mesajlar, nasıl ulaşmıştı bilinmez. Beraberliğimiz ve hoşgörümüzün temeli sevgi”. Biraz önce çatıya çıkarken çalan telefondaki özlediğim ses 21 yıl sonra yine benzer sıkıntıları maskeliyor gibiydi. Üzülüp de elden bir şey gelmemesi ne kötü ! Unutamadığım bir rüyam var: “Yanları olmayan bir merdivenin son basamağında bir demir kapı ve sapı yok. Açamıyorum. Ellerimi uzatıp tutamıyorum”. Görüp de duyup da beklemede kalmak yedi onluk sembolum olan “sabır ve sebat” olsa da yürek yakıyor. Dilimde yine İrem’in şarkısı: “Dualar eder insan…Çok şükür, bin şükür seni bana verene…

Leo Beyin “Sevgili Babam” kitabına da 24.10.1994 tarihinde şu notları yazmışım “Bugün, hızla, bir solukta okuyup bitirdiğimde ilk heyecanlarımı, duygularımı ve duyarlılıklarımı düşündüm. Ürperdim. Haz duydum. Daha çok sarılmalıyım, daha yüksek sevmeliyim ve özümü aşıp sevgimi söylemeliyim dedim. Tümünde kendimi buldum; kimi zaman LB’nın kişiliğinde, çoğu kez ise babasının niteliklerinde. Belki de Akdeniz ikliminin etkisiyle kendimi tümüyle özdeş kıldım. Doyumlu sevinçlerimi yeterli buldum; şükrettim.

Bu yıl Babalar Gününde Eray İstanbul’da ve Özgen-Eren İzmir’de oldukları için C13 olarak değil C10 olarak kutladık. Özlemlerle dualarla yine zengindi soframız. Nezuş başta “Kulak Çorbası” olmak üzere ana ve ara yemeklerle, el emeği börek ve tatlılarla yine döktürmüştü. Sevdiklerimin hediyeleri arasında sadece sevgili kızımız Pınar’ın dört kitabından söz etmek istiyorum. Herbiri birer ağır top olan kitapları okumak bana ağır bir sorumluluk yüklemişti. Herbirini önce taradım. Sevgili Utku’nun birkaç gün önce “Hocam bu kitabı okumanızı öneririm” mesajının ekinde gelen “Öykücü Beyin” kitabının görseline takılıp kalmışken aklım sevgili Pınar’ın dört kitabı arasında bu kitap da vardı. Böylece “AIDA” nın ilk “A” sı olan “Attention / Dikkat” aşaması gerçekleşmiş oldu. Ben eğer D&R da kitap okuyarak satın alacak olsaydım bu kitabı almazdım. Güzel kitap ama beni okurken yoruyor. Bu nedenle meslek jargonlarıyla ve bilimsel anlatım ağırlığıyla benim için zor bir kitap olsa da “AIDA” nın “I” si (Interest / İlgi) mi geliştirebilmek için sayfaları rastgele açmayı sürdürdüm. Aradığımı buldum. Sıçanlarla yapılmış olan bir deneyden “Zirve Kayması” mesajını öğrendim. Bu mesaj öncesinde Sanskritçe’den alıntı “rasa” sözcüğü beni alıp yine yirmi sene öncesine götürdü. “Tabula rasa / Yeni bir sayfa açmak” o günün koşullarında bizim için (CINOS’laşırken) çok moda, çok geçerli idi. “Öykücü Beyin” de “rasa, bir şeyin özünü kavramak” olarak açıklanırken “tabula rasa’nın da insan beyninin başlangıçta boş bir levha olduğunu açıklayan felsefi görüş” olduğunu internetten bir kez daha öğrenmiş oldum. Başlangıçta boş sayfaydı da şimdi doldu mu ? Örneğin bugünün saraylısının beyni nelerle doldu acep ? Acaba yukarıdaki üçüncü işçi Fransız değil de Türk olsaydı övünerek “Kaçak saraya taş yontuyorum” diyebilir miydi ?

Leo Beyin bir diğer kitabının (Sevgi İçin Doğmak) ilk sayfasına da 04.11.1994 tarihinde : “Sevgili Nezuş, Bu güzel kitabın ilkini soygunda yitirmiştik. O da bir deneyim ve ikincisini yine senin için aldığımda sevgiler sunuyorum. Bir ömür boyu sürecek ve yaşama aktarılacak güzelliklerle” diye yazmışım. Binlerce şükür.

Şimdi gelelim “Zirve Kayması”na…

“…Şıçandan dikdörtgen ile kareyi ayırt etmesi beklenen hipotetik bir deney yapılır. Şıçan dikdörtgene her yaklaştığında bir parça peynir verilir; kareye gittiğinde verilmez. Birkaç düzine denemeden sonra şıçan “dikdörtgen=yemek” denklemini çözer ve kareyi görmezden gelir. Doğrudan dikdörtgene yönelmeye başlar. Sıçan artık dikdörtgeni sevmeye başlamıştır. Ancak sıçana daha önce gösterdiğiniz dikdörtgenden daha büyük ve daha uzun (ince) bir dikdörtgen gösterdiğinizde onu tercih eder. “Bu biraz ahmakça neden onu eğittiğin orjinal dikdörtgen yerine yeni birini tercih etsin ki ?” diye sorabilirsiniz. Yanıt, sıçanın hiç de ahmak olmamasında yatıyor. O belirli bir model dikdörtgen yerine “dikdörtgenselliği” öğrendi. Yani onun bakış açısına göre ne kadar dikdörtgense o kadar iyi. Dikdörtgenle kare arasındaki farkı ne kadar çok vurgularsanız o kadar çekici gelecektir. Yani sıçana ince uzun dikdörtgeni gösterdiğinizde “Vay canına ! Ne güzel bir dikdörtgen” diye düşünecektir…” Bu etkiye “Zirve Kayması” denir. Çünkü normal olarak bir hayvana bir şey öğrettiğinizde zirvedeki tepkisini onu eğittiğiniz uyarana verir. Fakat hayvanı bir şeyi ayrıştırması için (örneğin dikdörtgeni kareden) eğittiyseniz zirvedeki tepkisini dikdörtgensellik olarak kareden daha da uzaklaşmış olan tamamen yeni bir dikdörtgene verir…

Peki “Zirve Kayması”nın siyasetle, bugünle, ülkemdeki görüntüyle ilgisi nedir ? Bunu da siz yanıtlayın lütfen…

Burada öyküyü kesiyorum ve altmışlı yıllarda ihtilal sonrası Cumhurbaşkanı olan rahmetli S…y Paşaya atfedilen bir fıkrayı yazmak istiyorum. Derler ki S..y Paşa Luvr Müzesini geziyormuş. Ünlü resimleri bakıp geçtikten sonra bir resmin önünde durmuş ve “Aman ne kadar güzel bir öküz resmi” demiş. Yaveri yanına yaklaşıp “Aman paşam o bir ayna” diye uyarmış. Rahmetlinin adı o günlerde “öküz baş çivit” markası ile özdeş anılırdı… Benzerlerini bir dönem başbakanlık yapan dürüst bir hal müdürü için de söylenmişti. Bugünün saraylısına bakınca hangi konularda, hangi ayrıştırıcı amaçlarla yapılmış eğitimlerin, saraydan havuzlara, kasadan kutulara, saatli kucaklara hangi zirve kaymalarıyla, doymazlıklar, aymazlıklarla bizi hangi uçurumlara götürdüğünü düşünmek bile istemiyor ruhum sahip olduğum güzellikleri şükürle, şükranla dualarla özümsemeye açlışırken…

Yolumuz açık ve aydınlık olsun ve Allah hepimizi, açgözlülerin yıkıcı, yakıcı zirve kaymalarından korusun.

Öykücü