Yaşam Büfesinde “Arpa”

“…Masumlar için geçmiş bir ödül saklıyor olabilir. Ama hainler için geçmişin onlara gerçekten hak ettiklerini vermesi yalnızca bir an meselesidir (Revenge; S1B3 İhanet; 19.06.2023 The Day After)…; Seni yerin dibine gömmek isteyen düşmanların olmadan, zirvedeki adam olamazsın (Daredevil; S1B11 Vicdan; 03.07.2022)…”

MANS Plus; NÜN Trio; C9 Purolu keyifler; VIP’te 3 Güzel; Dondurmacının önünde 3 Hanım; Seyir Tepesi’yle Şifne’den Balıklıova’ya

Merhaba

Yazımın girişindeki alıntılarla, eklediğim video arasında hiç bir ilişki yoktur. Sözcükler HANsızların (*) hakim olduğu ülkemdeki bugün ve olası yarınları anlatırken; görselde özümün, ailemin ve dostlarımın beraberlikleriyle bulduğum teselliyi göreceksiniz.

Birkaç gündür yine vigorum (**) düşük. Elim klavyeye gitmiyor. Çatıya çıkmak istiyorum; çatıya çıkaracak ruh ve ayak enerjisini kinetik hale getiremiyorum. Havalardan mıdır nedendir ? bilmiyorum. Bu sabah (23.07.2022 Cumartesi) Çeşme’de hava yine fırtınalı ve fakat sıcak esiyor rüzgar. Deniz havası değil. Grubumda sevgili Ersin zona olmuş ve yaş seksene az kala daha çok endişe duyuyor insan. Halbuki Mart 1994 de Budapeşte’deki IPM Toplantısında sıkıntıdan zona olup yurda sedye ile dönmüştüm. Sebebi de teknikten satışa geçtiğim ilk yılda “94 Krizi” nedeniyle çarpıldığım müşteri ilişkileri içinde “Orta Yönetici Açmazı” idi. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranıyordum. O tarihte bile zonanın acıları ruhumu acıtmıyordu. Bugün sevgili Ersin’in zona oluşunu duymak bile yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken vigorumu düşürüyor. Çatı benim sığınağım.

Kendimle başbaşa kalmak

Önceleri kendimle başbaşa kalmak ya da “Sabah Notları“mı yazmak için çatıya sığınırdım. Son üç yılda pandemi nedeniyle Çeşme yaşamımız rutinleşince çatı daha bir fazla yer aldı günlerimde. Ne var ki; 2022 yılında pandeminin korkuları azalınca ve az da olsa diz ağrıları sinyal vermeye başlayınca çatı turlarım azaldı. Yaz olsun çatıya bir programla çıkarım ve hem kitaplarımın tozunu alır hem de dağınıklığı toplarım dedim. Yaz oldu; çıkmadım. Kıştan önce de 2021 sonbaharında havalar soğusun çıkarım dedim; kış oldu, havalar soğudu çıkmadım. Ben mi çatıdan soğudum acep diye düşündüğüm de oldu. Temmuz geçsin, Ağustosta çıkarım ve hele ben bir şu Disney + daki filmleri, dizileri azıcık seyredeyim diye kendimi kandırdığım da oldu.

Kendimle baş başa kaldığım; hesaplaştığım yerlerden biri de cami idi. Hocası (Ahmet Hoca) gerici, bağnaz değildi. Kimi zaman verdiğim mesajları ve hatta kitapları hutbesinde kullandığını görmekten haz duyuyordum (Kumsaldaki Ayak İzleri gibi). Hemen hemen her cuma günü sela okunur okunmaz herkesten önce camiye girer ve ilk sıranın sol başında yerimi alırdım. Böylece vaaz başlamadan, 15-20 dakika kendimle baş başa kalır ve kendimle hesaplaşırdım. Bundan hoşnuttum. Kendimden hoşnuttum. Ancak birkaç yıl önce cuma günü 29 Ekim tarihine denk gelip de hutbede Atatürk adını söylemedi diye hutbe okunurken yerimden fırladım “Bir Atatürk diyemedi” diye yüksek sesle söylene söylene camiyi terk ettim ve içimden de “hainlerin arkasında saf tutmam” diye mırıldanarak bir daha camiye gitmedim. Şimdi içim rahat mı ? Pek değil. Gider miyim; düşünmüyorum. Ancak caminin ulviyeti içinde kendimle hesaplaştığım haftalık çeyrek saatlik anları özlüyorum.

Atı Öldüren Arpa (SD)

Atın ölümü arpadan olsun” diyerek çoklukla ve özellikle haz duyduğum şeyleri seksene doğru manevra kabiliyetimin azaldığı günlerde bile yapmaktan geri durmuyorum. Alkol ve sigara değil; dedikodu ve çekiştirme değil. “Haz ya da Acı” ya da “Gain or Pain” ve yaklaşmak veya uzaklaşmak değil sözünü etmekten çekindiğim ve ima yoluyla geçiştirdiğim konu, etkinlik… Barış’ın verdiği “Kinik Felsefe Fragmanları” kitabında Sinoplu Diyojen‘in sözlerinin kimilerinin altlarını çiziyorum ve hoşlandığımı görüyorum. Ne var ki bir fıçının içinde, gölge etmesin güneşimi kesmesin, elimde bir sopa ve sırtımda bir harmani ile 2022 de özlem duyduğum bir yaşam biçimi mi ? Kesinlikle hayır. O halde… Neden atı öldüren arpa ?

Google’a “copcu arpa” yazıp aradığımda 27.06.2018 de yazdığım “Yaşam Büfesinde La Havle” e erişiyorum (https://www.copcu.com/2018/06/27/yasam-bufesinde-lahavle/). Ve işte o yazının ilk satırları:

“…Merhaba. Yazımın girişindeki öykü Mesnevi’den alıntıdır. Sofi’nin stili mi hizmetçiye illallah dedirtmiştir, yoksa hizmetçinin hizmetçi oluşunun tepkisi mi eşeği aç bırakmıştır. “Eşeğin Çilesi” büyüktür. Ne zaman “Lahavle” sözcüğünü duysam iki şey gelir aklıma. Bunlardan biri Yul Brynner ve Deborah Kerr’in oynadıkları “Kral ve Ben” filmidir. Yul orada “Lahavle vesaire” diye kısa kesmektedir. Diğeri de çocukluğumda rahmetli annemden anımsadığım sabır sınavı testlerindeki sığınılan tam versiyonlu Lahavle’dir: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” dir ki anlamı da  “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir ” demektir. Peki neden 24 Haziran’da Eşeğin Çilesi ve korkular artarak sürmeye devam etme kararı verildi. Biz nerede hata yaptık ? Biz mi yanılıyoruz ? Halbuki gerçekten de şu an yaşadığımız koşullardan birey olarak, aile olarak, bölge olarak hiç de öyle şikayet edecek bir durumumuz yok. Rahat bize batıyor mu ? Biz macera mı arıyoruz ? İşte bu noktada yine lise yıllarımdan bir beyit düşüyor aklımdan ellerime:“Bais-i şekva bize hüzn ü umumidir Kemal / Kendi derdi i gönlümün bizzat gelmez yadına” dan başka özlediğimiz değişimden başka hiçbir özel beklentimiz yok. Ne siyasiyiz; ne de yakın olup çıkar beklentimiz var. Korkularımız daha çok yarınlar için ve gençler için. Çünkü deniz bitti. Satılacak fabrika kalmadı. Soğan 7 lira oldu ve soğan bakanı bunu anlamıyor. Çünkü şeyinde değil. O bakan ama gören değil. Nereye bakıyorsa, neden bakıyorsa ? Üretim yok. Üretmek isteyen yok. Üretmeyi teşvik eden yok. Kırlarda yuvarlanıp kahvede bedava çay ve kekle guguk kuşlarının, ibibiklerin ağzına bakarak yaşamak kolaylarına gidiyor. Afyonlanmış gibiyiz ülkecek. Mahalle başkanları aktif; ibibikler cüppelendi ve oyunu öğrendi; keyif alarak yaptı. Nereye kadar ?…”

Aradan dört yıl geçmiş. Her şey daha da kötüye gitmiş. Yazımın girişindeki sözler izlediğim son iki diziye ait. Çeşme’de hem yazın tadını çıkarmak (Begonvil altındaki salıncakta sallanmak) hem de yetmişli yıllarda olduğu gibi “32 Kısım Tekmili Birden” film izlemek her kula nasip olmaz. Bunun değerini bilmek gerek ki bildiğime eminim. Hele bir de oğlum Ümit’in verip geliştirdiği biri stick diğeri box iki ekstra aygıtla her tür kanala ve platforma erişim şansı olunca insanın artan seçeneklerle doyumu da artıyor. İyi güzel de neden daha mutlu görünmüyor insan özellikle seksene az kala; neden yüzüm gülmüyor her sabah traş olurken aynaya baktığımda neden kendimden hoşnut değilim ? Dile getirilmeyen, hatta yüreğinin derinliklerinden yüzeye çıkmasına bile izin vermediği, vermek istemediği hangi gizli etkenlerle boğuşuyor çoklukla insan ya da ben…

Atın ölümü arpadan olsun; arpası fazla gelenlerin atakları ve arpalıklar ya da “aman arpa , buğday daneler; aman yıkılsın meyhaneler...” Soner Yalçın‘ın kitabında okumuştum tarihte ilk paranın “arpa” olduğunu. Daha sonraları buğdayın bile yetişmediği kimi kırsal, organik maddesi az topraklarda arpanın yetiştiğini öğrettiler bana. Fakülte son sınıfta bölümlere ayrılınca ve “Tarla Bitkileri“ni seçince “Serin İklim Tahılları“ndan dördünü hem de Latince cins isimleri sevmiştim. Hâla da seviyorum:

Buğday (Triticum); Arpa (Hordeum); Yulaf (Avena) ve Çavdar (Secale) dörtlüsüne olan tutkum Fakülteden sonra da sürdü. Enstitüde tercihim “Hububat Hastalıkları Laboratuvarı” olunca başta Buğday olmak üzere serin iklim tahıllarına, “Sıcak İklim Tahılları” olarak Mısır (Zea) ve Çeltik (Oryza) de eklendi. Öyle ki çeltik hastalıkları konusunda doktora yapma tercihim ile de “Yanıklık Hastalığı” etmeni Pyricularia oryzae fungusunun sporlarının ve spor taşıyıcına bağlanmalarının zerafetine de hayran kaldım. Laboratuvar şefim rahmetli Coşkun Saydam beyin doktora çalışmalarına yardımcı olurken Pamuk ve pek çok sebzede “Solgunluk Hastalığı” etmeni olan Verticillium dahliaenın sporlarının aynı noktadan spor taşıyıcısına bağlanan simetrik yapılarını da çok sevdim. Yine yan yollarda kayboldum. Amacım Yaşam Büfesinde Sıraya Girme‘nin anlam ve önemini yeterince bilmediğim 16 yıllık Enstitü günlerimde arpa ile beraberliğime değinmekti. Tarladaki arpa ile yaşam savaşında cebime giren arpa arasında hiç bir ilişki yoktu. Hele hele yetmişli yılların başlarında henüz 657 sayılı yasa söz konusu değilken aynı yerde, birkaç yıllık kıdem farklarıyla aynı işi yapan, aynı ünvana sahip olan üç kişinin arpalarına da kısaca değineyim; içimdeki hicranla. Benim 35 asli maaşla aldığım 525 TL ile, üç üst dereceden maaş alarak cebine 810 TK koyan bir diğer Mustafa’nın yanısıra torpilini bulup da 10195 e göre yevmiye alan rahmetli Coşkun’un geliri olan 1.600 TL arasındaki farklar bayağı canımı yakıyordu; daha doğrusu sıkıyordu. Bu nedenle arazi çalışmalarımızda köfteci ya da pideciye girince “tatlılar senden Coşkun abi” derdik ve o da yüzünden eksilmeyen gülümsemeyle tatlıları ısmarlardı. Yokluktan çok yetersizliklerin öğretilerinde yaşam büfesi önündeki çırpınışlarımızın bir başka hazzı da vardı. Belki buna “şeytana azapta yakışır” da denebilir acıdan haz aldığını söylerse birisi. Peki Sinoplu Diyojen (Diogenes) buna ne derdi ?

“…Diyojen, bir farenin kendine yatacak yer aramadan, karanlıktan korkmadan ve lezzetli olduğu sanılan şeylerin peşine düşmeden ortalıkta dolaştığını görünce kendisini koşullara uydurması gerektiğini anladı. Harmanisini katlayan ilk kişi oydu; zira içinde yatıp uyuması gerekiyordu ve yiyeceklerini taşıması için bir heybesi vardı. Her yeri her amaca uygun olarak, yemek yemek, uyumak ve konuşmak için kullanıyordu. Güçten düşene kadar değnek kullanmadı, ancak sonunda her yere onunla gitti. Sadece kentte değil yolda yürürken de onu kullandı ve yanında bir heybe bulundurdu. Birgün birinden kendisine bir kulübe yapmasını istedi. Adam işi ağırdan alınca bir fıçının içinde yaşamaya başladı. Zihinsel ve bedensel olarak iki çalışma türü olduğunu savunuyordu. İkincisinde daimî egzersizle erdemli işler için güvenli hareket etme özgürlüğü gibi sezgiler oluşur…”

Henüz 1985 yılının 1 Mayıs İşçi Bayramı günü gelmemişti. Aynı yılın Nisan ayının son Çarşamba gününde Enstitü Araştırma Komitesi toplantısından çıkmış ve odama çekilmiştim ki toplantıda hızını alamayanlarla odamda curcunalı bir kalabalık vardı. Elinde bir Bond çanta ve bir araba anahtarı ile sevgili Alev odama girdi ve giriş, o giriş. İkna yeteneği mi yüksekti ? Yoksa hazza yaklaşma isteğim mi azgındı ? Ya da yetersizliklerin yerleştiği “dertten sakınmak” veya “eziyet çekmemek” gibi acının şekillendiği dürtüler mi baskındı ? Diyojenvari yaşam tarzının modern versiyonu ile günler, aylar akıp giderken birdenbire nasıl öyle bir karar verebilmiştim ? Talebeydim (1963/68) her sabah ikibuçuk kilometre yürür ve Hilal’de trene biner Fakülteye giderdim. Mühendis oldum, Enstitüde çalışmaya başladım yedi sene yine aynı yolu sabah akşam teptim ve servis aracı ile gidip geldim. Tren yerine otobüs ve 55 kuruş yerine bedava. Sadece fark eden bunlardı. Enstitüdeki son sekiz yılımda 1968 model Mavi Anadol’um olmasına rağmen benzin parası için ekstralar yaratamadığım pek çok günde yine aynı yolda sürdü yolculuklarım (https://www.copcu.com/2021/01/12/yasam-bufesinde-mavi-anadol-1/; https://www.copcu.com/2021/01/14/yasam-bufesinde-mavi-anadol-2/) Ayakkabı ayağınızı sıksa da, yandan vurup kanatsa da alışkanlık haline gelince çekilen çile “kendinle başbaşa kalma anları” rutinleşip etkisizleşiyor. Ta ki kapıdan giren uzun boylu, yakışıklı ve her zaman sevgi ile gülümseyen eli çantalı Alev devreye girinceye kadar.

Gerçekten de “Kinik Felsefe Fragmanları“nın 73 ncü sayfasındaki yukarıdak paragrafın en çok sevdiğim “…daimî egzersizle erdemli işler için güvenli hareket etme özgürlüğü gibi sezgiler oluşur...”cümlesindeki her sözcüğün derin izleriyle “kumsaldaki ayak izleri”nin ana mesajıyla yola devam ediyordum. Şöyle ki

  • “Daimî > Daima, her zaman süren bir mücadele vardı “dengeyi korumak” için. Talebeyken evlenmenin, sahip olunan bir lokma ekmeği paylaşmanın ve gelişmelerin tartışmalarında kol kanat germenin ödenemez bir minneti, bir mihneti vardı; özellikle Nezuş için. Bu nedenle “daimî > sürdürülebilir” bir denge (karı/koca; oğul/ebeveynler; iş/ev; Bornova/Tepecik; sevgi/saygı; özerklik/bağlılık; ben/biz; vb) için kimi zaman kaos sınırlarında yaşamak bir başka tür “uykusuz geceler” yaratıyordu.
  • Egzersiz > Alışkanlık haline gelen alıştırmalar: İster Hilal’e uzanan ve Hilal’den gelen yollar, kimi zaman Alman Kulesi etrafından dolanan, isterse kimi zaman da “Keçi Pazarı“nın yan sokağından olsun başımız hiç derde girmedi. Çünkü sağa sola bakmadan yolumuza devam ettik; yoksa o mahalleden geçiş için vize gerekirdi normal koşullarda. Yamukluk yapmamak, yan gözle bakmamak gerek. “Eli Maşalı Mahalle Kültürü“nde ve özellikle oralarda bilmiyorsan öğretirler.
  • Erdemli işler” ne demektir ki ! Doğru olanı yapıp, yanlış olanı yapmamaktır erdem ki “Rekabet Yasası” eğitimleri sırasında özellikle baskın bir konumdaysam yaptıklarım kadar yapmadıklarımdan da sorumlu olduğumu öğrenmiştim. Bu nedenle “Basiretli Tacir” sözcüğünü sevmiştim. Altmışlı yılların hem ahlakî sınırları daha netti hem de niyetin safiyeti netse hoşgörü daha yüksekti. Atışmanın ve çatışmaya dönen gelişmenin bilinen evreleri vardı. Şimdilerde olduğu gibi yol vermedin diye çekip silahı öldürmeden önce yükselen sesler, ardından küfürler ve ilk hamlelerle “tutmayın beni” derken “aman tutun beni” dönemleri yaşanırdı. Kavganın bile erdemlisi olurdu. Meğer biz konuk yolcu niteliğinde hergün geçtiğimiz talebeyken beş yıl boyunca, mühendisken onaltı yıl içinde Hilal’in ara sokaklarında “Erdemli Yolcu” imişiz ki sağsalim bugünlere geldik.
  • Güvenli hareket etme özgürlüğü” de çok güzel bir anlatım. Hem özgür olacaksın ve dilediğini yapacaksın hem de kendini güvende hissedeceksin. Bunun için de yine 1148 sokaktaki “Sakız Bakkaliyesi“ile 1159 sokakta enginar bahçesine yeni yapılan ev arasında dokunan mekikten ne tür kumaşlar çıkacağı baştan belli olmuş olmalı ki Kahveci Yılmaz, Polis Abidin ve Mafya Sabit üçlüsünün gizli ve sessiz koruması altında 1958 den 1987 e 29 yıl hiç bir çevre baskısı altında kalmadan, kapının pervazına tebeşirle attığı sütçünün çizikleriyle güvenli hareket etme özgürlüklerimiz beslendi ve
  • Sezgiler” oluştu. Yıllar sonra, 2005 yılının Mayıs ayında, Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki tarihi bir şatonun balta girmemiş orman misali koruluğunda “Allah’ım ben bu dünyaya neden geldim ?” sorusuna yanıt aradığımız ve börtü böceğin vereceği yanıtlardan medet umduğumuz yolculuğun adının “Sezgi Yürüyüşü (Intuition Walk)” olduğunu öğrenecektim. Yaşam Büfesi önündeki sırada öne geçme kavgalarının yoğunlaştığı olgunluk döneminde tanımlanmış işleri doğru yapmanın bir adım ötesi olan “Doğru İşleri Yapma” basiretini göstermek ve bunu yaparken “Rubigon’u Aştığını Bilmek” ve olası “Tepkilere Hazır olmak” için özellikle “Tahrik ve By Pass’larda Baş Ağrıtmayan İnisiyatif Kullanmak” için “Basiretli Tacir Feraseti“ne sahip olmanın yoıllarını göstermiş Sinoplu Diyojen yıllar yıllar önce…
  • Ve işte bu son birkaç sözcüğün derinlerden bulup çıkardığı birkaç özlem duyduğum dize : “Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı / Bileceksiniz / Annabel Lee…” ile Edgar Allan Poe‘nin dizeleri dökülürdü dilime erdemli hareket etmenin güvenliğini ararken; diğer yandan da Bekir Sıtkı Erdoğan“ın “Marya” ını söyleme provaları yapardım Kömürcü Ahmet Amcaya: “Sustu another life gazinosu / Sustu şarkılar/ Paletimde renk sustu fırçamda şekil / Ve bu gece ilk defa / şimal körfezinde / Sustu paramos’un mazgallarından / Şehre pancur pancur dökülen arya,…” Şiirde “Marya” yı buluncaya kadar daha pekçok dizeyi aşmak gerek ki bu kadarı yeter.
  • Sözün özü “Sümer Arpası” ndan, “Erdem“e; Sezgi‘den “Basiret“e; Hilal’in dar sokaklarından Paris’teki şatonun güneş ışığı gören salonuna; yirmili yaşlardan seksene az kalaya; Yaşam Büfesi’nde sıraya girmek derken Yaşam Gölünde karşı kıyının göründüğü sulara; Baba / Oğul purolarını Ildırı’nın gün batımında tüttürürken Rusya / Ukrayna savaşına karşı cephelerden bakarak hakkaniyet arayışı tartışmalarında sınırları zorlayan seslere ve sözcüklere; gruba gece boyu sessiz kalmanın iç dünyasındaki fırtınalarına ve hemen hepsinde “Kur Korumalı Arpa“nın gelgit etkilerinde erdemli olmanın zorluğuna ve daha nicelerine “müdahil olmadan kalabilmeninin dayanılmaz hafifliğine” baktıkça şu şarkı ile son veriyorum yazıma: Güfte sahibi bilinmeyen, Kemanî Salih Efendi‘nin Hüzzam bestesi olan ;

“...Mahzûn gönül heyhât, heyhât şâd olacak mı sanıyorsun / Vâh esef âh bîçâre gönül eyvâh, eyvâh aldanıyorsun / Bu kadar cevr û cefâya bilerek katlanıyorsun / Vâh esef vâh bîçâre gönlüm eyvâh, eyvâh aldanıyorsun / Ben neden düştüm neden bilmem böyle bir ateşpâreye / Vâh esef âh bîçâre gönlüm eyvâh, eyvâh aldanıyorsun…”

Yazıma ekleyeceğim videonun fonuna ilk anda bu şarkıyı Melahat Gülses‘in sesiyle yer vermek istedim ve sonra görsellerle uyumsuz olacağı için vaz geçtim. Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü


(*) HANsızların : Hır, Ar ve Nur yoksunları

(**): Vigor: Canlılık; Yaşam enerjisi; Gözlerdeki ışık