Yaşam Büfesinde “Yalan Rüzgarı”

“… O kadar çok yalan söylüyorsun ki; doğruyu bulmakta güçlük çekiyorum;… O yalan, bu yalan, fili yuttu koca yılan, bu da mı yalan;… Hayatımız yalan…; Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu sinek kapmış gördün mü / Sabahınan erken çifte giderken / Öküzüm torbadan düştü gördün mü ?…”

Rahmetli Can Akbel’li (Canbaba > Kele Bakış) Murat’ın FİNK’i: Bir insana dikkat etmek; aslında ona dua etmektir.

(Anahtar sözcükler: Kele Bakış; Kuyudaki Eşek; Tirit; Ayran Aşı; Bandırma; Bandırcez; Yellen; Yellenen; Ete Soğan Doğramak; Yeşil Şifa; Kahvaltı ve Kahve; Murat Menteş; Ayşe Arman; FİNK; Camdaki Kız; Esra; Mercimek; Neyzen Tevfik)

Merhaba

Rahmetli Zehra Bilir‘in sesinde yanıklaşan öküzlü, mandalı, sinekli türkünün nakaratı “tridine banmak” tır (tiridine tiridine bandım / bedava mı sandın, para verip aldım (*)). “Tiridine banmak” istemek, tam da bugünlere uygun bir deyim. Ancak bugün internetteki yemek tariflerinde lüks bir yemek görüntüsü verilmiş tiride. O görüntüye bakınca banılacak bir yeri var mı tiridin ? Yok. Benim bildiğim tirit gariban yemeği idi. Et bulamayanların kemik suyuna ekmek banmasıydı. Belki de bizim gibi kırklı yıllarda karneyle ekmek alan aileler bunu böyle söylüyorlardı çocuklarına. O günün tiridi ve bugünün “bandıra bandıra ye beni !” sesleri. Kime, neyi bandıracez ki… Bandırmak öyle kolay mı ? Fazla tekrarlanan bandırmak sözcüğü beni yıllar öncesinin bir futbol maçına götürdü.

Bandırma ! < Bandırcez !

İzmir Alsancak Stadındayım. Göztepe ile Bandırmaspor maç yapıyorlar. Bandırmaspor’un amigosu bağırıyor: “Bandırma, Bandırma !” Taraftarları da tekrarlıyor. Sesleri durulunca Göztepeliler bağırıyor: “bandırcez, bandırcez”. Kendi oyununa kurban gitmek bu olsa gerek; ya da bindiğin dalı kesmek. Bu İzmirlilerden korkmak gerek. Rahmetli İsmet (ZM68İU)’in Diyarbakır BZMBaşkanı iken dediği gibi “Bu İzmirlilerin hepsi pusht”. G*tü korumak gerek. Bugünün yalan ustaları da benzer nakaratlarla bağırıyor kızgın yüzler, öfke saçan gözlerle. Bilmiyorlar mı ? “Öfke gelir göz kararır; öfke gider yüz kızarır”. Mutlaka bunu biliyorlar ama kızaracak yüzleri kalmadı ki…

Kuyudaki Eşek

Kuyuya düşen eşek anırıyor. Köylüleri canından bezdirmiş eşeğin anırtısı. Çıkarmaya çalışmışlar; çıkaramamışlar. Sonunda karar vermişler. Kuyuya toprak atıp eşeği öldürmeyi uygun görmüşler. Elbirliği ile kuyuya toprak atmaya başlamışlar. Eşek anırtısını kesmiş üstüne düşen topraklardan ürkerek. Ancak eşek akıllı. Üstüne düşen toprakları silkelemiş. Topraklar ayağının altına düşmüş. Eşek toprakların üstünde yükselmeye başlamış. Köylüler toprak atmış; eşek silkelenmiş. Eşek yükselmiş. Eşek akıllı. Arada bir anırmayı sürdürmüş ki köylüler ölmediğini anlasın ve toprak atmayı sürdürsün. Bu işlem eşeğin başı kuyudan çıkıncaya kadar sürmüş. Yukarı çıkan eşek zıplayıp kaçıp gitmiş. Eşek çekirge mi ? Zıplar mı ? Belki de eşeğin başını gören köylüler kıyamayıp eşeği tutup çıkarmışlar. Peki kuyu, “kör kuyu”muymuş ? Su yokmuş mu ? Bir zamanlar su varmış ama kurumuş. Eşek içerek mi kurutmuş ? Eşek, kuyuyu kurutacak kadar eşek olabilir mi ? Kuyuyu kuratmak eşeklikten öte bir haramilik mi ? Yoksa eşek tek başına değil mi ? Eşeklik eden eşekler grubu mu var ? Demem o ki; yalanla başlayıp eşekle süren bu yazı nereye varacak ? Çeşme’de sanki “Kırk İkindi Yağmurları” yağıyor geceden beri. Bu kez afatsız yağıyor. Sindire sindire yağıyor. Yağmurun sesi aşka davet ediyor. Artık arap kızı (Mabel Sakız) camdan bakmıyor. “Camdaki Kız” arap değil. Yağmurun sesindeki davete icabet etmek gerek. Çok şükür hâlâ (ya da henüz) elimiz ayağımız tutuyor. Kuyudaki eşek daha sonra bir ıssız adada aslanla baş başa kalıyor. Bir deniz kazası sonucu eşekle başbaşa kalan aslan bir süre sonra neden bağırmaya başlıyor ? Eşek neden aslanın sırtını okşuyor ve “sen aslansın” diyerek moral vermeye çalışıyor ? Eşek, aslana unutamayacağı bir ders veriyor. Peki bugün eşeğe ve eşeklik edenlere kim ders verecek ?

Sahipsiz Mercimek

Bu sabah İlker’in konuğu her zaman olduğu gibi Deniz’di. Söz döndü dolaştı; Tarım bakanına geldi. Dibine düşen armutu anımsatan genç bakan konuşuyordu paylaşılan videoda. Adam Tarım bakanı ve konuşma konusu “ona göre hurdaya dönmüş tank-paletin” katarlanırken kurtarılmasıydı. Onun uzmanlık alanı S400 ler, F35lerdi. Bunlar Savunma Bakanının konularıydı. Sorumluluk ve yetki alanlarına tecavüzden kimsenin şikayeti yoktu. Ancak, mercimeğin sahibi yoktu. Daha düne kadar Hindistan’a kadar gidip üretim fazlamız mercimeği ihraç etmeye uğraşan Ayşe hocam mercimeğin sahibiydi gönüllü olarak. Bugün konu sorumlusu oralı değil. Kimileri mercimeği fırına vermek için iki kere düşünecek bu gidişle. Mercimeğin bakanı ne üretimden, ne önlemlerden, ne de Kanada’dan söz etmiyor. Mercimeğin sahibi kim ? Mercimek hakkında konuşmak için de mi izin almak gerekiyor ? “Siz izin vermeden mercimek hakkında konuşabilir miyim efendim ?” demek düşüyor zihnime. Yazık oluyor mercimeğe. Fırın yine mercimeksiz kalacak…

Kız camda durmaya devam etsin. Eşek neşeyle şarkı söylemeyi sürdürsün. Yalan rüzgarı altında ıssız adada sekse sıra geliyor. Kura çekiliyor. İlk sırayı aslan kapıyor. Bundan dolayı “aslan payı” deniyor. Aslan payını cukkalayanlar yastık altından çıkaracaklar mı ? Saraylı, kanallı sohbetler karın doyurmuyor. Biz yine tiritimize dönelim. Orijinal haliyle olan tirit bugünlerde yine sofraları süsleyecek. Sofraların süslenecek hali mi kaldı ? Tirit süs olabiliyorsa sofranın halini düşünün. Nereye kadar ? Yüz lirayı aşan kıymanın yoksunluğunda sofrada neler olabilir ki ? Peki ya Nasrettin hocanın karısı sofrada neden suratını asmıştı ?

Ha Tirit ha Ayran Çorbası

Zor yılların sofralarında tirit olmadığı zamanlarda ayran olurdu. Ayran içeçek değil ana menüydü: Ayran Aşı. Ayrana ekmek doğranırdı. Ayran biraz beklesin. Kimin nereye ne doğradığının anımsatmasına kısaca yer vereyim. Aşağıdaki sözün sahibi olan kişi en yüksek askeri makam sahibiydi bir zamanlar. Emeklilik sonrası Çeşme’de bana yakın yerde oturdu. Her cuma namazına Germiyan Yalı Camiine gelirdi. Bu cami evime iki yüz metre ötede ve ben de giderdim cumaları. Hem de camiye ilk giren olurdum. İlk sıranın sol başına otururdum. Cemaat gelmeden önce kendimle baş başa kalırdım. Bir haftanın muhasebesini kendi iç sesimle yapardım. Kendi yangınımın itfaiyecisi olurdum. Aşağıdaki sözün sahibi de tüm sevimsizliğiyle camiye gelince halk etrafında saygı ile toplanırdı. Ne zaman ki “kasaptaki ete soğan doğramam” dedi etrafı sakinleşti. Bir süre sonra da sanırım camiye gelecek yüzü kalmadı. Ne o gitti camiye söylediklerine ters bakan yüzleri görmemek için, ne ben gittim tepkiyle söylene söylene camiyi terk ettiğim için. Yürüyüş sırasında, deniz kenarında Ahmet hocaya ratladığımda birbirimize selam ve saygımız eksilmedi. Ama artık cami buluşmamız yok. İçim rahat mı ? Değil, buruk ama inadım inat (kıçım iki kanat). Kasaptaki ete soğan doğramayan zatın özrüne bakalım:

“...Bugünkü makalenizdeki benden beklentinizi okudum. Yazınız teorik olarak sağlam temele oturuyor. Düşüncenize ben de katılıyorum. Ancak pratikte gözünüzden kaçmış bir nokta var. Ben ‘kasap-soğan’ andırışmasını (Analoji) 2008 yılının Temmuz ayında bir gazete muhabirinin, henüz gerçekleşmemiş bir durumun gerçekleşmesi halinde ne yapacağımı sorması üzerine yaptım. ‘Şimdiden bir şey söyleyemem’ anlamını mahalli bir deyimle belirtmek istedim. Hay dilim kurusaydı! (Soruşturma safhasının gizliliği nedeniyle, bir soruya ‘Yorum yok’ yerine ‘Var da diyemem, yok da diyemem’ demem de başıma ne işler açtı. Ama benim üslubum böyle) (25.09.2012)...” Çevir kazı yanmasın. Korku dağları bekliyor.

Kaşık Düşmanı

Et yüz lirayı aşınca kasaba gidemeyenler artık göremiyor et soğanlı mı soğansız mı ? Biz dönelim Nasrettin hocanın yer sofrasına. Kasnak üstüne konmuş sininin üstünde tek bir ayran kasesi var. Sofranın etrafında hoca ve karısı var. Hocanın elinde kuru bir ekmek ve kasedeki ayrana ekmek doğruyor. Usul esas olarak şöyledir: Biri doğrayacak diğeri kaşıkla ekmek parçalarını bastıracaktır. Daha sonra ayranda ıslanarak yumuşamış olan ekmeğe hoca ve karısı kaşık sallayacaklardır. Ancak durumda bir terslik vardır. Hoca doğramakta, karısı ise ekmekleri bastırmak yerine kaşıklayıp yemektedir. Hoca biraz sabreder. Ancak karısı bu usulsüzlüğü sürdürmektedir. Hoca dayanamaz. Elindeki kaşığı karısının alnına yapıştırır. Karısı ölür. Hoca karısının yüzündeki ifadeye bakar ve “Ne doğrarsın, ne basarsın; kaşığı yiyince de küsersin”. Kasaptaki ete soğan doğrasaydı kasap elindeki bıçağı ya da masadı bir yerine sokar mıydı ? Bence mutlaka sokardı. Çünkü on yılı aşkın süre önce, balyozla, ergenekonla kimlere neler yapıldığını bilenler bilir. Bilmeyenler unutmuştur. Tiritle başladım. Ayran çorbasıyla buraya kadar geldim. Camdaki Kız, Esra’nın organik osmanlı (!) konukları ve Selçuk’un acılı konularına hâlâ gelemedim. Yalan ve dolanla gittikçe alaca karanlık kuşağına dönen ülkemde günlük yaşamın ortalamasında neredeyim diye kendimi sorguladım ve neler gördüm ?

Esra daha gerçekçi

Önceki yazımda anlatmaya çalıştığım sağdaki beyaz eşya satıcısının vitrinindeki yazıya bakıp da Temel’in “Bu daha gerçekçi görünüyor…” dediği gibi bence Esra’nın doğal, organik konukları ülkemin perişan halini yansıtan gerçekçi olgulara sahip. Çeşme’de şikayetçi olmadığım günlük yaşamım nasıl geçiyor; nasıl karakterize edilebilir ?

Saat yediye varmadan erken kalkıyor Nezuş. Ben ise dokuza yakın kalkıyorum. Kısa namaz ve uzun süren şükür ve şükran dualarıyla sabahın kör karanlığında iki saatini benden ayrı geçiriyor. Kimi zaman yeniden yatağa gelmesini bekliyorum. Yaş yetmiş yediye bir ay kaldı. Beraberliğimiz 1958 den bu yana sağlıklı ve keyifli. Sarılıp yatmamız ise 19.09.1965 den bu yana hep sıcak. Bir vakit önce (2014) Pamukkale’de verdiğimiz bir eğitimi tamamladık İzmir’e dönüyorduk. Arabanın arka koltuğunda oturuyorum. Arabayı kullanan Utku mutlu ve doyumlu olarak soruyor: “Sizce nasıl geçti eğitim, memnun musunuz Mustafa Bey ?“. Mutluyum, memnunum. Ancak yanıtım şöyle: “Bugün hayatımın son günü olsaydı burada olmayı mı isterdim; ne yapmayı isterdim ?” ve arkasından yanıtımı net olarak veriyorum: “Çocuklarımla, ailemle birlikte olmak ve karıma sarılıp yatmak tek isteğim”. Her zaman böyle oldu; hâlâ da böyle. “Up Close and Personal” da dediği gibi “Yaşadığımız her gün hak ettiğimizin bir fazlasıdır”. Kısacası “Bugün, bize verilmiş bir armağan” ve “carpe diem”. Bu düşünceyle sabahın yedisinde ezan ve namazla başlayan gün nasıl gelişiyor ? sorusunu birkaç karakteristiği ile yanıtlamak istiyorum.

Kahvaltıyı ben hazırlarım. Bunu keyifle yaparım. Şarkı türkü ile süslerim. Bir saat sürer. Nasıl geçtiğini anlamam. Her zaman aynı sırayı izlerim. Otomatiğe bağlanmıştır hazırlıklarım. Kahvaltı sonrası kahveye gelir sıra. Kahve konusuna biraz sonra değineceğim. Şimdi kahvaltı hazırlığımın görüntüsüne döneyim. Önce “Yeşil Şifa“yı hazırlarım.

Yeşil Şifa

Maydenozu kurumakta olan greyfurtumun altından keserim. Onlar bitince pazardan aldığım maydenozlarda özellikle kalın saplı olanlarını seçerim. Çünkü suyunu çıkaracağım. Kalın sapların posasında lif daha çok olur. Yarım demet maydenoza yarım demet de dereotu katarım. Bahçemden kopardığım taze nane de eklerim. Bir parça taze zencefil ve yine bahçemden bir limon da eşlik eder yeşillere. Geçen yaz aldığım smoothy (!) tam bu iş için. Akıllı kesici kanatlar yapmışlar. Dıştan yukarı, içten aşağı çekiyor parçaları keserken. Dolaptan çıkmış buz gibi sudan da bir bardak koyup üç dakika kadar parçalamak yetiyor homojen bir karışım elde etmeye. “Yeşil Şifa” hazır. Tel süzgeçten süzerim. Bir bardak parçacıklı, konsantre koyu yeşil su elde ederim. Nezuş bunu içer kahvaltıdan önce. Süzgecin üzerinde kalan posayı ben yerim. Bu posanın üstüne uygun olarak hazırladığım domates esaslı bir karışımım daha var. Onun temel maddelerinden birini yazdan hazırlarız. Daha sonra yazarım. Kahvaltı hazırlıklarım şarkılı türkülü sürerken anılarım da canlanır. Bu arada saat 09.30 a doğru ilerlemektedir.

Bizden birkaç yüz metre ötede oturuyor büyük oğlum ümit. Onu davet ederiz hergün kahvaltıya. Çekilen kahvaltıya çağrı mesajımda saat var güne göre değişen “kahvaltı saat 09.30 (veya 10.00) da hazır; bekleriz”. Notuma hemen her zaman olumlu yanıtlayan Ümit, Malçik’le birlikte kahvaltı soframızda oluyor. Böylece oğullarım “EKÜ Trio” dan “Bekliyoruz” mesajıma kahvaltıya gelerek yanıt veren Ümit özlemimizi gideriyor. Allah razı olsun. Üçlü soframızda disiplinli (ve fakat keyifli) bir beslenme programı olur her gün. Kimi zaman rutini bozup da ekstra yapsam ne eklerdim diye düşünüp yine aynı limana demirlerim (hep aynı nakarat). Şimdilik kimsenin şikayeti yok dışa vuran. Sadece kahvaltı sofrasında hemen her zaman açık olan televizyonda seçim yapmak gerekiyor. Sabahın Sedası mı; Fox’un İsmail’i mi yoksa TLC mi ? Farklı tercihlerimiz olsa da kimse bir diğerinin üstünde baskı kurmaz. Şarkılar, türküler ağıtlı değilse, Dede Efendiden kalmamışsa ve de hiphop zırzop değilse kısık ateşde TRTMüzikle sürüyor fon müziğimiz. Kahvaltı disiplinimize gelince; ekmek birer dilim; peynir birer kibrit kutusu, zeytin açık büfe görünse de toplum baskısıyla beşer taneyi aşmıyor. Rahmetli Turgut Dede’den bu ay aldığımız taze zeytin yağına bir domates, kekik ve tulum loru ile ev yapımı acılı sosumuzdan bir kaşık tam ağız tadımıza uygun gidiyor boğazdan aşağı (henüz yalanların etkisinde “Kasımpaşa’dan aşağı” değil).

Seksen Yıla Çıktı Kahvenin Hatırı

Kahveler de benden. “Hacı Kuru” denilen ve aslında hacı hoca ile işi olmayan rahmetli babam ellili yılların başlarında Soma’da kahveci olduğu için bana yakışıyor kahve yapmak. Hoş Nezuş’un rahmetli babası “Kel Salih” de kahve işletmiş bir süre. Rahmetlinin ki “işletmecilik”, babamın ki ayakçılık. Ben de giderdim beş altı yaşlarımda. Yorulunca sandalyeye otururdum. Ayaklarım sandalyenin basamak yerine yetmediği için sallardım. Babam kahve ocağından seslenirdi: “Sallama öyle ayaklarını kahveci çırağı gibi”. Demek ki kahveci çırağı (ki ustası da çırağı da babamdı) o kadar yorulurmuş ki sandalyeye oturunca boyu yetse bile ayaklarını sallarmış dinlendirmek için. Bir zamanlar Alaçatı’nın meydan kahvesini işletirmiş rahmetli Salih baba. Hatta rivayet olunur ki kendine yardımcı olsun diye rahmetli Nezih abiyi okuldan çıkarmış. Tirit, Ayran Çorbası, Yeşil Şifa ve kahve anıları yazılarımı dağıttıkça dağıtıyor. Bağışlana ! Yine de kahve benim işim bizim evde. Daha birkaç ay önce fiyatı elli liraydı. Seksen oldu çaktırmadan. Geçen hafta aldığımız “Küçük Avcı“nın kahvesi 160 TL/kg olmuş. Füze gibi yükseliyor herşeyin fiyatı, faiz sevdası uğruna başı boş kalan, serseri dolar nedeniyle… Kahve saatimiz, geç ve uzun süren kahvaltı nedeniyle öğleyi buluyor. Bülo burada olursa çok sesli ve daha uzun süreli sohbetle camlı bölme çınlıyor. Bazen ikindiye bile uzanıyor. Daha henüz Esra’ya çok var. Bu yazım tam bir arabın yalellisi gibi oldu. Uzadıkça uzadı; lastik gibi. Daldan dala atladı.

Öyle hızlı geçiyor ki zaman; henüz saat 16.30a varmadı, Esra’nın zamanı gelmedi. “Herkese afiyet olsun; sofrayı kuran kaldırsın” duasıyla ortalığı derleyip toplamak bana düşüyor. Şikayetim yok. Hani emekli olunca ne yapacağını bilemeyip de can sıkıntısından şikayet ediyorlar ya, şaşırıyorum. Elin, ayağın tutuyorsa; dilin söylüyor, gözün görüyorsa ve elin ara sıra gittiği yönde sapıtsa da çoklukla senin sözünü dinliyorsa rutinler içinde öylesine gizli güzellikler var ki… Nasıl sıkılır insan zamanın bu hızlı akışı içinde, anı doyasıya, yudum yudum yaşama fırsatı varken…Makinası olsa da bulaşığı elde yıkamanın benim için ayrı bir değeri var. Bakıyorum ve sıraya dizmeye çalışıyorum. Çatal, kaşığın, bardak, tabağın ses çıkarmadan, birbirine çarpmadan ne yapmalı diye bakıyorum lavabodaki bulaşıklara. Durulayıp da kurutmaya alırken “Mikadonun Çöpleri“ni düşünürüm (https://www.youtube.com/watch?v=B66y6A0FFu0).

Kahvaltı Hazırlarken Dilimdeki Türküler

Elim işte gözüm oynaşta kahvaltı hazırlarken dilimde yarım yamalak, doğru eğri, melodisi uygun ya da çarpık çoklukla türküler oluyor. Beni alıp uzaklara götürüyor bu dilimdeki melodiler Covid korkusu olmadan ve meccanen (*). Üstelik sistematik olarak kurgulanmış, alışkanlık haline gelmiş süreç yönetiminde kolaylık sağlıyor. Çoklukla “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…” ı mırıldanıyorsam sevimli torunum İrem; “seni kırda görmüşler, saçına tel örmüşler yedi yıl düşünmüşler bana layık görmüşler” diyorsa dilim “yedi yıl değil yedi gün olacak dede ” itirazı ile birlikte en küçük Copcu Duru; “A Fadimem hadi senle kaçalım, Beyce pazarına dükkan açalım” a yönelince dilimin sesi rahmetli annem ve anılarım canlanıyor gözümde. Sözcükler birbirini çağrıştırıyor ve bu kez Fadime’den Hatice’ye geçiyor : “Haticem saçlarını dalga dalga taratmış, Mevlam bizi çamurdan onu nurdan yaratmış” derken Adem’in kaburgasını düşünüyorum. Bergamot aromalı üç demlik poşetli çay toplam altı bardakla tüm kahvaltı süresinde sıcaklığını koruyarak keyif veriyor. Hem elektrik gün be gün pahalı oluyor ve hem de hemen her şeyimiz elektrikli (çay makinası, ekmek kızartma, klima, camlı bölmede elektrik sobası; hava bulutlu olunca şofben; hele hele Nezuş’un dolmaları için fırın). Ümit için ev yapımı ve taze çilek reçeli, bizim (MN) için azıcık bal ile son lokmayla sofrayı kapatmak; hafta sonları kişi başına iki cevizle ekstra… Daha ne ister insan ! Hem ne yediğimizi, ne kadar yediğimizi, nasıl yediğimizi biliyoruz hem de ağzımızın, ruhumuzun tadının farkındayız. Şükür ve şükran doluyuz. İki duamızdan biri “Allah bu günlerimizi aratmasın“. Bu duadan önce zamanın behrinde “Allah aç kullarını da doyursun” diye bir başka dua da ederdik. Şimdi anladım ki bu dünyanın açlarını doyurmak “Allah’a kalmış bir iş ise yandı gülüm keten helva”...

Bu işi ya Yellen yapacak ya da yerli Yellenen ki bu bozuk düzeni istese bile bizimkinin gücü yetmez düzeltmeye. Nerde onda o yürek… (OT: Os*ruktan Tayyare)… Sadece “gücü” mü peki ya “RAW” açısından puan durumu nasıl Yellenen beyin ? “Ready“: Hazır mı ? Olmasa buraya gelemezdi (mi ? Hadi canım sen de…); “Able“: Becerisi mi ? Heyhat. Peki ya son bir umut olarak, “Willingness”: Dalga mı geçiyorsun ? İstese bile yapabilir mi ? Ne diyordu bir diğer bakan, korku ile karışık mahcubiyet içinde: “Siz izin vermeden söyler miyim efendim ?“. Söylemek için izin gerekiyorsa, siz ötesini hayal edin. Nerelerden gelmiş Yellenen bey bilmiyorum; ama Bayan Janet’in geçmişini biliyorum. İşte çarpıklık burada. Önümüzdeki çukuru görmeyen gökteki yıldızlara özenen turfanda müneccimlere döndük…

Yellen ve Yerli Yellenenler (Eküri) (***)

Birinci kalitede liderler birinci kalitede yardımcılarını; ikinci kalitede liderler üçüncü kalitede yardımcılarını seçerler(miş). Bu nedenle “imam o*urursa cemaat s*çar” demişler. Bunu destekleyen bir türev söz de şu: “Zorla os*ruktan b*k çıkar“. Buradaki “kalite” sözcüğü çok şık durmasa da, pek uymasa da (uysa da yazdım, uymasa da) bu sözün doğruluğuna inanıyorum. Bayan Yellen 75 yaşında ve akademik yükselişi ve iş kariyerinde öylesine bütünleşik gelişmiş ki ödüllü kurumlardaki büyüme ve gelişme sürecinde; ustalık yolculuğunda, profesör olmayı yeterli görmemiş Nobel ödüllü profesör koca ile evlenip işte ve evde işlemi tamamlamış. Bizimkisi ise bitkisel hayata uygun bir yerleştirme. Kimden ne bekliyorsun ? Böyle başa böyle traş. Özdil, Fellen’i kendi çizdiği çerçeveye göre anlatıyor bize, Wikipedia ise benim görmek istediğim bir noktayı vurguluyor cümleleri içinde:

“…Yellen was a member of the Federal Reserve Board of Governors from 1994 to 1997 and again from 2010 to 2018. She chaired the Council of Economic Advisers under President Bill Clinton from 1997 to 1999 and was the president of the Federal Reserve Bank of San Francisco from 2004 to 2010. Yellen served as vice chair of the Federal Reserve from 2010 to 2014 and was nominated by President Barack Obama to succeed Ben Bernanke as chair of the Federal Reserve from 2014 to 2018. President Joe Biden appointed her to the post of secretary of the treasury since January 26, 2021. She is the first person in American history to have led the White House Council of Economic Advisors, the Federal Reserve, and the Treasury Department…”

Benim dikkatimi çeken: Süreler ve Başkanlar. Üç günlük değil; tek başkanlık değil. Bayan Yellen’i hem Clinton, hem Obama hem de Joe sevmiş, sevmekten öte beğenmiş (eee beğenilmeyecek gibi değil ki…) ve iktidar değişiklerini Yellen’i yerinden yellendirmemiş. Bize gelince, on dokuz yıl önce vaziyeti kurtarsın diye ABD’den ithal Derviş efendi IMF doğrultma prensipleriyle işleri yoluna koymasına rağmen iktidar değişikliği ile tornistan geldiği yere yellendi. Dervişin ki bir şey mi (yanlış anlaşılmasın sadrazamın sağ tarafı aklınıza gelmesin) adam kendi seçtiğini yıllandırmadan yellendiriveriyor bir gece vakti (ansızın af dileyerek gidiyorlar). “Kavun değilsiniz ki kıçınızı koklayıp hanginiz iyi bileyim” demese de “seçmece bunlar” ve gelen gideni aratıyor. Faizi indirmeme niyet sinyalleri 16 Aralıkta eyleme dönüşürse büyük olasılıklı bu abbas da yolcu olur. Yolu açık ve aydınlık olsun. Geldiği yer malum, gidişi de kimseyi ırgalamaz; en azından beni ırgalamaz. Bizim özlü sözlerimiz de bunu destekliyor: “Kısa kes Aydın havası olsun” diyenler daha sözlerini anlamaya çalışırken hemen ardında “ağır ol molla desinler” çınlıyor kulaklarımda. Yeni yıla az kaldı. Yeniden değerlendirmede ölüm ve sıtma oyunu (%36 dan %25 e) insanları şimdilik ağlama duvarından geri çevirdi. “Fevkaladenin fevkinde asgari ücret sözleri” de bence komisyon 3.500TL diyecek ve büyük olasılıkla 4.000TL yaparak kişisel etkisini gösterecek otorite. Belki de aradaki 500TL yı yarıyıl devlet üstlenecek iş dünyasını da ürkütmemek için. Böylece 2022 yılında da kurbağa gittikçe ısınan suyun içinde haşlandığını anlamadan geçirecek. Nereye kadar ? Yastık altındakilere sormalı. “Güzellikle istedik; vermediniz, benden günah gitti” diyerek okus-pokuslu bir başka dertle uğraşır olursa ülkemin insanları gözden ırak kalacak etin yüz lira sütün on lira olduğu; ortalığı ineten gümbürtünün ortasında…Kör tuttuğunu öpecek. Galata Köprüsü üstündeki Kör Dilencinin müşterileri artacak. Bunları yazarken Alaçatı Pazarından dönen Nezuş, pazardaki insanların, satanların, satamayanların, alanların, alamayanların yüzlerindeki ifadeye, mutsuzluğa bakıp da “Allah fakir fukaranın yardımcısı olsun” dedi. Dedi de ben de diyorum ki “Allah artık bu tür yardım işleriyle ilgilenmiyor özellikle yurdumun vurdum duymazlığında”. Hala Esra’ya gelemedim; araya giren Janet’den dolayı ve hala kahvaltıdan çıkamadığım için.

Kucağıma oturtuyorum

Kahvaltı ve kahve sohbeti bitip de genellikle öğle ezanına doğru asayiş berkemal olunca, yerler de silinip süpürülünce (aslında önce süpürüp sonra siliyorum) laptopumu kucağıma alıyorum (her ne kadar adı diz üstü olsa da ben kucağa almayı seviyorum). Büyük olasılıkla o da kucağıma oturmaktan mutlu oluyor; sesini çıkarmasa da ben anlıyorum aletlerin mutluluğunu (eyvah yine edepsiz mecralara gidecek muhabbet tam da kucağımdayken). Gündüz vakti camlı bölmede yağmurlu ya da güneşli havada gözlerimiz televizyonda yorulunca, bahçe ve ötesindeki yola bakıp yakın-uzak gidiş gelişlerle dinleniyor. Vakit saat 16.30 olurken Esra’nın programı ikimizin (Nezuş ve Musto Dede) ortak paydasında yerini alıyor. Ancak benim kulağımda kulaklık, kucağımda laptop blogumu yarım bırakıp kapatıyorum ve Netflixleniyorum. Yine de kulaklığın arasından, monitorun sağından solundan Esra ve ev kaçağı konuklarının utanma sınırlarını aşmış anlatıları, beni de ülkemin bahtı kara insanlarının öyküleriyle etkiliyor. Daha sonra Esra’nın doğal (!) ve organik sosyopatların öykülerinden sıyrılıp Tepeli’den sonraki gecenin ileri hallerini birleştirip rutinlerimde ülkemin görsellerini irdelemeye çalışıyorum. Fazla karışık oldu. Daldan dala atladı. Murat Menteş’in “FİNK“ini elimden bırakıp biraz daha derleyip toparlamalıyım.

MM&AA

Bugün benim Murat Menteş (MM)in “Fink“ini satın alıp okumam, tıpkı altmışlı yıllarda Cumhuriyet okurken elime Tercüman alıp okumam gibi…Varsın olsun; çünkü ara sıra arınmak (detox) gerekiyor. Yoksa çukurda debelendikçe batıyor insan. Ben de öyle yaptım ne olduğunu bilmeden alıverdim “FİNK“i. İlk birkaç sayfasını okuyunca sarmadı beni ve elimden bıraktım. Daha sonra Murat’ın Samed ile beraberliği ve Yalın Alpay‘la video görüntüleri bu eksantrik gence yeniden çekti beni. Fotoğraflarını inceledim. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözüyle Ayşe Arman(AA)‘la beraberliğini gördüm. Karşı kıyıda yaşadığını gördüm. Yine de merakla okumaya devam ettim. Ayşe Arman adı da beni birkaç anıyla bütünleştiriyor. Bunlardan ilki “Kimse sormazsa ben sorarım” isimli kitabı. Bu kitabı da özellikle SSTC (Soru Sorarak Tabiiki Canım) açısından okudum. İkincisi ölümünden birkaç gün önce Prof.Arman Kırım‘la yaptığı ropörtaj. Üçüncüsü de zaman zaman kayın vadilesine kulak verirken adının öne çıkması. Bu nedenle Ayşe’yi hem seviyorum; hem de zaman zaman ötekileştiriyorum. Esra’ya gelince; sanırım o da soru sorma becerisi için özel eğitim almış olmalı. Çünkü hem güzel sorular soruyor hem de ignor etmesini (görmezden, duymazdan gelmesini) biliyor. Diğer kanallaraki kopyaları ise tam bir rezalet. Hatta bunu dizisine konu yapan hanım da beceriksizin önde gideni. Demek ki Murat da uçuk kaçık biriymiş. Varsın olsun, ben kitabına ve kullandığı dilin sevdiğim özelliklerine bakayım. Özellikle de “FİNK” teki kısa cümleleri ve “Seci Sanatı (**)” ile kitap boyunca yaptığı uyaklarını gerçekten sevdim. Konunun ne olduğunu umursamadım. Ama örneğin 60 ncı sayfadaki “Çocukluk insana asıl ileri yaşlarda lazım” deyişi; sayfa 63 deki “Kendinin itfaiyecisi olmak, içindeki kendi yangınını kendin söndürmek” gibi sözlerini ajandama not ettim. Satır arasında Balzac’ın kısa özlü sözünü de gördüm: “Bazı dertler sadece Tanrı ile paylaşılır“. Bakalım bu yazımda Murat’a görsel olarak da yer verecek miyim ?

Esra’nın Organikleri > Tepeli’nin Acı Gerçekleri > Gecenin Yalan Rüzgarları (Camdaki Kız hariç, şimdlik)

Hep aynı nakarat olsa da, otorite tınmasa da, benim gibi izleyicilerin bir oydan öteye etkisi olmasa da, sanki kendin çal kendin oynanın köçekçesine benzese de Selçuk Beyin jest ve mimikleri “sabır sınavı sınırları“nda durmak için zorlandığını gösterse de hemen her gece Fox’ta geçiyor bir saatim (19-20.00). Ardından seç beğen al, seçmece bunlar ve yok aslında birbirlerinden farkları (onların da program DNA testi yapılsa hepsinin aynı tornadan çıktığı ve uyuşturucu etkisi yaratıp da otoritenin ekmeğine yağ sürse de bir seçim yapıyorsun el mahkum). “Yargı” mı ? Boşver gitsin. “Çukurova” da yer kalmayınca “Kanunsuz Topraklar” mı bırak gitsin. “Sadakatsız” mı? hadi canım ordan benzeri yargılarıma rağmen televizyona bakışımız sürüyor ( görüntünün henüz renklenmediği, tek kanalın olduğu, İstiklal Marşı ve ekran ayarlama tanburuyla kapandığı ve kapanmazdan hemen önce arz-ı endam eden kel adamın sunduğu kısa programın adı: “Güne Bakış” olmasına rağmen halk arasında “Kele Bakış idi. Sunucusu gerçek bir sevimlilik timsali idi; Can Akbel’e rahmet diliyorum ve yazımın ekindeki videoya “O”ndan da birkaç “hoşgörü karesi” eklemek istiyorum ). Peki ya “Masumlar Apartmanı” ! Ben anlamam toptan tüfekten, seçim senin saçmalıklara boğulmak istersen… “Camdaki Kız“a ne dersin ? Kitabı da elimizde; “ehven-i şer” yani “kötünün iyisi“. Hangisi olursa olsun; benim kucağımda yine laptop, Nezuş’un elinde cep telefonu. Televizyon ise fon müziği gibi ses ve görüntü kaynağı ki davulun yanındaki iki zurnacıdan biri olan “ritm zurna“nın yaptığı gibi; laf olsun torba dolsun…

Dizilerimizin Bugünü ve Seksenli Yıllar

Kırk yıl önce de yaşam toz pembe değildi. Güller o vakitlerde de dikenliydi. Televizyonların 17 elemanlı antenleriyle analog yayınlarda seçim şansı bugünkünden fazla değildi. Akşam üzeri Brezilyalı “Yalan Rüzgarı”; gecenin bir vaktinde de “JR” lı (ki Ceyar’dı Türkçesi) “Dallas” vardı. “Kaçak” finaklinde yollarda kimse kalmamıştı. Herkes evine dönmüştü Dr.Kimble‘ın akibetini öğrenmek için. Dallas‘ta kimin eli kimin cebinde belli değildi (aile içindeki ahlaksızlıklar için daha doğru ifade, daha uygun sözcükler var ise de zaten yeterince edepsizleşiyor yazım böyle kalsın bence). Sis içindeki edepsizliklere halkımız o zaman da tutkundu. Bugün sosyal medya ile her şey, her ahlaksızlık net olarak ortaya dökülüyor. Halkımızın hala et ve sütten daha çok bunlara yatkınlığı sürüyor. Bunu gören otorite de bildiğini okumakta ısrar ediyor. Bunlara bakıp da rahmetli özal’ın prensleri bile “Köşe Dönmece” oyununu o yıllarda açık seçik oynamakta sakınca görmüyorlardı. Yandaşları yakalanıp da hakim huzuruna çıktıklarında bile “Rüşvetin belgesi mi olur pe**venk” demekten sıkılmıyorlardı. Bir kere “Ar Damarı” çatlamıştı yandaşların. Bugün de Bakara, makara dşyerek kutsal değerlerle bile dalga geçiyorlar. Üstelik ceza yerine ödüllendiriliyorlar. Özal’ın prenslerini bile aratan dörtlünün kasaları, ayakkabı kutuları hala başımızda İskenderin Kılıcı gibi. Biraz babalansan (rahmetli sıvı yumurtacı da “babalar gibi satıcam dedi. Sattı. Şimdi nasıl hesap veriyor bilmem. Sırat Köprüsünden geçebildi mi ? ); Halkbank öyküsü ile korkup “Kuyruğunu Kıstırıyorsun”. El mahkum ! Korku dağları bekliyor. Biz de emeklilere yapılacak zamları. Bugünün söylemleri dünden farklı mı ? “Hırsızsa, benim hırsızım” ya da “Çalıyor ama çalışıyor” diyor halkım. O zaman da rahmetli “Benim memurum işini bilir” diyerek ahlaksızlığı teşvik ediyordu. Yine de rüşvetle sınırlı kalıyor gibi görünen ahlaksızlıklar içinde ensarlı tecavüzler gündeme gelmiyordu. Bugün akşam üzeri Esra’nın programı yapmacık dizilerden çok daha anlamlı benim için. Diziler tam bir rezalet. Dünün yalan rüzgarının bugünün yalan ortak paydasında tam bir ahlak kayması karması yaşanıyor ülkemde. Hepsinin ortak paydasından yalan var. Yalan söylemek artık bu dizilerle bir beceri; söylememek ise beceriksizlik. Artık yalan söyleyenler dokuzuncu köyde baş tacı ediliyor. O kadar çok yalan ve yalancı var ki doğruyu, doğrucu Davut’u bulamıyorum. Kimse de aramıyor gerçi… Ara sıra rahmetli Neyzen Tevfik’i özlüyorum ve çıkıp da ortaya küfrediversin istiyorum. Şu beyitini bugün ki ruh halimle, ülkemin haliyle ve alınan tedbirlerin kötülüğü ile (su-i tedbir) bir başka sevdim (https://img.antoloji.com/i/sair/pdf/2/neyzen_tevfik_112_40040.pdf)

“Su-i tedbirimle ya hu öyle b*klaştı ki işim / Hem ağzıma s*çtı felek, hem de **kildi geçmişim”

Güdümlü ve sistematik yalanlarla bezenen ülkemin gündeminde yeniden değerlendirme ile asgari ücretle, faizi indirirken dövize müdahale ile neler oluyor neler, çarşıda pazarda maydenozlu köfteler. Seni “Köftehör” seni… diyerek burda yarım yamalak sonlansın yazım. Bugün ben de tam değilim. Yarın daha iyi olurum inşallah… İyi olmanın ölçüsü her neyse…

Öykücü


(*) Meccanen: Karşılıksız, bedelsiz ki çocukluğumda bizim evde çok kullanılırdı ve daha çok da “bedava” anlamındaydı. Biraz edepsiz benim gibi taşralı ve esnaf çocuğu olan sokak kültüründe pişen çocuklar arasında geçen kısa bir diyalogta bu “bedava” sözcüğü nasıl bir kalıcılık taşırdı ? Ellili yılların ortalarına doğru; örneğin elinde ender bulunan bir gazoz kapağı (grapetta gibi), ya da sakızdan çıkma GS kalecisi Turgay’ın bir resmi varsa ve diğerlerinin de gözü bundaysa vermeye hiç de niyeti olmadan çocuk arkadaşına der ki “Bunu sana vereyim mi ?”. Çocuk hevesle “Bedava mı ?” deyince ilk çocuk keyiften uçarak “Anan babana vermiyor bedava” diyerek dalgasını geçerdi. İşte biz böyle azıcık edepsiz de olsa yaşamın gerçeklerinde yalansız büyüdük. Şimdilerde gerçeğin yalanla örülmüş modernitesini Esra’ya bak ve anla.

(**) Seci Sanatı: Düzyazıda cümlelerin ya da cümle parçalarının sonunu, kulakta aynı sesi bırakan sözcüklerle kafiyelendirip süsleme sanatına seci denir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi seci düzyazı içinde kafiyeli sözler kullanmadır. Türk edebiyatına İran edebiyatından geçen seci, Divan edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Süslü nesrin doğması seci sayesinde olmuştur. Amaç düzyazıya şiir ahengi kazandırmak, yazıya güzellik katmaktır. Seciyi Türk edebiyatında en güzel kullanan Sinan Paşa’dır.

“İlahi her neyi gülzâr ettinse anı ittim. İlahi elime her ne sundunsa anı tattım. İlahi gönlüm oduna ne yaktınsa o tüter. İlahi vücudum bahçesine ne diktinse o biter.”

Sinan Paşa’dan alınan bu parçada yazar, yazıda ahengi sağlamak için seciden yararlanmıştır, ‘tüter – biter”, “yaktınsa, diktinse” sözcükleri birbiri ile kafiyeli olarak kullanılmıştır. Yazar, düzyazı içinde birbiri ile kafiyeli bu tür sözcükleri kullanarak yazıya akıcılık kazandırmıştır.

(***) Eküri: Sürekli bir arada ve beraber bulunan, ortak iş yapan kişiler, zamanda gündelik yaşamda halk arasında çok sık beraber dolaşan insanlar için yakın arkadaş şeklinde de ele alınmaktadır. Ancak bu durum daha çok mecazi anlamda şaka yapmak istendiği zaman öne çıkıyor. Günümüzde bu kelime çok fazla değerlendirilmese bile hala belli başlı noktalarda ele alınmaktadır. Tek başına kullanabilir ya da cümle içerisinde anlamına uygun şekilde farklı yerlerde değerlendirebilirsiniz. Türkçede yerleşik olarak bulunan ve Fransızca kökenli olan sözcükler arasında yer alıyor.‘’Eküri olarak çok daha büyük işler yapacakları belli.’’ ‘’Bakıyorum da ikiniz eküri olmuşsunuz.’’ Bu şekilde değerlendirmek istediğiniz amaca göre cümle içerisinde kullanmanız mümkün. Hem arkadaş şeklinde tabir üzerinden ele alabilir hem de iş ortağı konusunda değerlendirebilirsiniz. Bence esas anlamını yarış atlarının beraberliğine bakarak anlamak olanaklı: Ahırdaş