Yaşam Büfesinde “Soçi Yolcuları”

“…Rahmetli Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak ve sonucu yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği geliştirecekler. İşler buraya kadar çok iyidir. Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemeleri yapar. Sonra bakanlıkta toplanırlar. Heyetin tesbiti ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok !“. Bizimkiler şaşırır. Bizim çocuklarımızın damarlarındaki kan, milli duygumuzun kaynağıdır. Yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa misafirdirler. Bizimkiler sorar: “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır ? Neler yapılması gerekir ?…”

S2N (Syn’den Net’e: Puslu, sisli havada, bilinmezlerin baskısında yarınları kestirebilmek) 2004 (MC) > 2006 (KC) > 2011 (AK) > 2021 NETs & MC : Bugün, dünden güç alarak yarınlara uzanır

Merhaba

Birkaç gündür elim klavyeye gitmiyor. Yazmak istiyorum. Birkaç satır karalıyorum. Ya odağımı yitiriyorum; ya da çerçeveyi netleştiremiyorum. Vazgeçiyorum. Ve sonunda 29 Ekim 2021 Cuma günü yazmak için çabalıyorum. Beni bu kez yazmada zora sokan içinde bulunduğum sağlık sorunlarının varlığı ya da yokluğu ikilemindeki ruh halim. Bunu düşündüğümde Temel’in tren seyahatinde kompartımanda puro içen adam ve Temel’in bulduğu çözümün ardılları öne çıkıyor. Yazıp yazmama ikileminde iken bu kez Temel’e sorulan soru kendini gösteriyor: “Temel, entel mi olmak istersin yoksa dantel mi ?”. “Dantel”i siz gerçek sözcüğe uyumlu kılın…

Bu satırları yazarken sela okunuyor ve hoca beni camiye çağırıyor. “Üzgünüm hocam gelemem; nankörlerin arkasında saf tutamam“. Birkaç yıl önceydi. Yine 29 Ekim cumaya denk gelmişti. Hutbenin hatipi bir kez olsun “Atatürk” demedi diye camiyi tepkiyle, söylenerek terk ettim. O gün bugündür dualarım sessizce yürüyüşlerim sırasına durmaksızın sürüyor. Aracısız ve kendi sözcüklerimle. Yine de caminin ulviyetini özlüyorum. Özellikle de herkesten önce gidip, kimse yokken ilk sıranın sol başında sırtımı duvara dayayarak kendimle başbaşa kaldığım anları özlüyorum. Bugün bayram ve bayram tadında, minnetle, şükür ve şükranla borçlu olduklarımıza dualarımızla keyifli, iç huzurlu ve adletli bir bayram diliyorum. Umudum var mı ?

Olmalı. Ancak bize öyle antikaları denk geliyor ki… Birisi Luvr Müzesindeki aynanın önünde gördüğü öküze hayran oluyor; diğeri içinden Kokakola çıkıyor diye “Hacı Murat” alıyor ya da bir diğeri “Sabile”yi istiyor. Özal’ın rahmetli oluşunun üstünden 28 yıl geçmiş. Japonlar bugün halimizi görselerdi “Milli Şuur“suzluktan öte çok şeyler söylerlerdi; belki de düştüğümüz çukura bakıp saçlarını yolarlardı. Otorite kimseden çekinmeden “Kindar Nesil” istiyorsa ve bunun için her yol mübah diyorsa; yasaların uygulanmasında sorumluluk düzeyi en yüksek olan otorite yandaşı “mahkeme kararı varsa, görmezden gelin; siz gece yıkın biz sabah molozları kaldırırız. Birisi bir şey sorarsa suçu benim üstüme atın” diyecek kadar kanunsuzluğu teşvik ediyorsa Japonlara sormaya gerek var mı ? Dün gece “Camdaki Kız” da da söylendi bildiğim bir özlü söz:

“Hayatın bir adaleti vardır: Yaşattığını yaşamadan göçüp gidemezsin; hesabı ödemeden gitmene izin vermez” ve belki de bu hesap görülürken mezarının başında bekleyen tomalar mezar taşına tükürmesinler diye yaklaşanları sulayarak uzaklaştıracaklar.

Bir kere ile birşey olmaz !” diyerek Anayasa’yı delmekten çekinmeyen rahmetli Özal, bugün revaçta olan benzerlerinin yanında zemzemle yıkanmış gibi kalırdı. Bugün gördüklerim tek sözcükle “hain” ki yalancılık, arsızlık, hırsızlık gibi tamamlayıcı şuçlarıyla tam bir zombiler ve beklediğim adaleti göremeyeceğim sanırım şu ahir ömrümde… Bu arada 35 likler nolcek bilen olmaz; öte yandan 400 lükler bir tarafımıza kaçarken 128 lerden haber çıkmaz. Bak burası çok önemli sözleri kulaklarımda çınlayan çokamelli de pişkin pişkin sırıtarak solarla mı maaş alıyon diye sorar ve kulakları çınlasın solar on liraya dayanır. Burada durur mu ? Heyhat ! Yükselmesini engelleyen var mı ? Adeta özellikle yükselsin diye bütün gayretler. Yazımın başındaki “Soçi Yolcuları” neyin nesi ?

Otuz beş yıl yıl önce soğuk bir kış gününde bir Uludağ toplantısına katıldım. Sevgili Ünal insektisitleri (böcek öldüren tarım ilaçları grubu), ben fungisitleri (hastalıkları kontrol eden tarım ilaçları grubu) anlatacaktım. Organizatör kulakları çınlasın Bursalı Nejdet, moderatör Allah selamet versin İstanbullu Selami (ZM67SÖ) idi. Selami henüz altıncı olmamıştı. Adana bölge müdürlüğünden satış müdürlüğüne terfi etmişti. Fazla kalmadı. Geldiğinde sahip olduğu ve Adana pratikleri ile geliştirdiği “Sistem Disiplini“ni altın sektörüne taşımasına iki yıl yetmişti. Böylece altın sektörüne getirdiği sistem disiplini ile kısa sürede “Favori“lendi ve daha sonraları da “Mavibahçe”li oldu. Onunla ilk Uludağ beraberliğimde kaldığım oteli adı “Beceren” idi. İki yıl sonra da “Soçi” ile tanışacaktım. Bugün bayramın buruk neşesinde “Becerenli Soçi Yolcuları” aklımda buluştu.

İlk Soçi yolcuları sadece nataşaları yerinde görmek istiyorlardı. Mustafanın oğlu İsmail yüz yerine elli solar olsun diye fahişeyle (!) pazarlık ederken yardımcı olmaya çalışan İbrahim renkten renge giriyordu. Müşteri memnuniyeti esastı. İç müşterinin başı olan otoritenin ise ne zaman “Soçi” sözcüğünü duysa tüyleri diken diken oluyordu. Kendini p**ev**k gibi görüyordu. Ne var ki; el mahkumdu. Bir kere bu yol açılmıştı. Akıl almaz bir talep vardı. Seksenli yılların ikinci yarısında CG olarak pazarda hızla büyüyorduk. İşin kolayını bulmuştuk. Soçi öncesinde yılda dört kampanya yapıyor ve “Push/İtme” ağırlıklı yaklaşımla rafları dolduruyorduk. Bu satışlar için satışçılar yılda en fazla bir aylarını harcıyorlardı. Belçikalı Kroto bey geri kalan aylarda tahsilat ile birlikte satışçıların “Pull/Çekme” çalışmaları yapmasını istiyordu. Satışçıların iç dinamiklerde etkin olduğu zamanlardı. Güçlüydüler. Baş otorite de bu tür satışa alışmıştı. Kroto’yu dinleyen yoktu. Kimse konfor alanından çıkmak istemiyordu. Rafları doldurmak kolaydı. Anlı şanlı otellerde, bol alkollü, dansözlü ve yakın markajlı çalışmalarla kimi buzdolabına, kimi klimaya fit olup kapasitelerini aşan alımlar yapıyorlardı. Ödeme zamanı gelince sıkıntı başlıyordu. Çayın taşı ile ağacın kuşunu vurmaya alışmış (el p**siyle gerdeğe girmeye alışmış) müşterilerin banka kredileri bile ödemeye yetmeyince vade farkı ile ödemeler altı aya kadar erteleniyordu. Pazarın disiplini, ahlakı bozulmuştu. Peki ya müşterilerin ahlakı ? İlk kampanyada çamaşır makinasıyla yetinen ve ödeme sıkıntısı açıkca görülen “Büyük Müşteri” ikinci kampanyada “Soçi Yolcusu” olmak için yarını düşünmüyordu. Batak işaretleri görünüyorsa da görmezden geliniyordu. “Sadullah’ın Batmayacağı”na CEO kefil oluuordu ve Sadullah batıyordu. İşte seksenli yıllarda Soçi böyle bir güzergahtı (ya da “menzil-i maksut” idi). Aheste gidenler menzil-i maksuda erişirken acele edenlerin s**i çarşafa dolaşıyordu. Buna rağmen Soçi’de nataşa pazarlıkları sürüyordu. Birkaç yıl sonra Soçili nataşaların cazibesi yetmez oldu. Daha sonra Polonya, Küba ve hatta HongKong-Singapur gezileri ile talep yaratma promosyonları sürdü (Ocak 1993 de Singapur gezisine ben de konuk sanatçı (!) olarak katılmıştım). Gecenin bir vaktinde cep tipi bir kadın ünlü otelin koridorlarında yarı çıplak ve cıyak cıyak bağırarak kaçarken arkasından hopdediks benzeri çizgili pijama bir yerli kara öküz koşturuyordu. Soçi’nin böyle bir seks truzmine hizmeti söz konusu iken günümüz otoriteleri neden Soçi’de toplandılar ? El sıkıştılar. Parmaklarını saydılar. Gecesinde alem yaptıklarını sanmıyorum. Peki keyif aldılar mı ? Bilemedim. Soçi’nin önemini anlayabilmek için internette arama yaptım; ancak bir yargıya varamadım.

Yazımın girişindeki yaşanmış öyküyü Baki Ayaydın‘ın “Sevmek Her Şeydir” isimli kitabından aldım. Öykünün tamamını vereyim ve yazımı sonlandırayım:

“…Rahmetli Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak ve sonucu yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği geliştirecekler. İşler buraya kadar çok iyidir. Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemeleri yapar. Sonra bakanlıkta toplanırlar. Heyetin bulguları ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok !“. Bizimkiler şaşırır. Bizim çocuklarımızın damarlarındaki kan, milli duygumuzun kaynağıdır. Yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa misafirdirler. Bizimkiler sorar: “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır ? Neler yapılması gerekir ? Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Biz gençlerimize ilk okula başlamadan “Şok Testler” uygularız. Örneğin uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü sonucunu görerek bir şok olurlar. Sonra… Bu şoktan sonra Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz. Deriz ki “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiç bir canlı yaşayamayacak şekilde size bırakıp giderler. Çalışırsanız bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni araçlar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş !”. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye’de pek çok teknik elemanlarımız bulunmaktadır. Bunlardan herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. Peki Türkiye için gözlemleriniz nedir ? Öneriniz var mı ? Japonlar: “Elbet de var” derler. “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşlarının olduğu bölge. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altıbin merminin düştüğü savaşta, Türkler herşeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın gelip geldiğini kanıtlıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler, sizin tabirinizle yetmiş iki millet var”...”

Sözün özü; adam (!) hain, adam (!) keşke Yunan galip gelseydi diyebiliyor ve özel ziyaretçileri oluyor ülkeme yön veren. Bugünü görseydi doksanların Japonları kahrolurlardı. Yetmiş iki milleti yendik ama iç hainlerimizden kurtulamadık. Elbet bir gün hayatın adaleti çalışacak; yaşattıklarını yaşamadan, hesabı kapatmadan göçüp gidemeyecekler. Bu ruh halim bugüne yakışmadı biliyorum. Bayram güzellikleriyle umutlarımı güçlendirmeliydim. En azından bu yıl kulağı ağrımadı; rapor alıp evde yatmadı ve Atatürk’ü ziyaret etti.

Sağlık ve esenlik içinde aydınlık yakın yarınlarda Cumhuriyetimizi yüzüncü yılında, gerçek bir bayram tadında kutlayabilmek umuduyla Allah’a emanet olun.

Öykücü