Yaşam Büfesinde “Si*kindirik Mavallar”

“…Kimse kusura bakmasın ama, bu memlekette başımıza her ne geliyorsa işte bu sikindirik yaklaşım yüzünden geliyor (Göz yaşıyla söner mi ? > Y.Özdil; Sözcü, 31.07.2021); Bu işte bir eksiklik var, selde ve yangında atılan ilk yardım ürünün aynı olması bence “kafayı yemiş” olmanın bir işareti; artık ne yaptığını bilmiyor ve bana göre avarelin avanesi de umudunu yitirdi ve yakında fareler gemiyi terk eder. Ben yine “gündelik bilmeceleri” bırakıp “Saygın Kel Adamın Ölümü”nü göz atayım günlük rutinimin deniz sefasında (!*?#)…”

2008 in görseli > 2018 in söylemi ve 2021 in gerçeği (TOMBUL’laşamayan hayaller; Kendini sorgulamak,vb)

Merhaba

Daha kibarca şekliyle “dandik” olan sözcüğü Özdil rahatça yazsa da benim içimde yine bir sindirememek var…Sözcükler acıtsa da gerçek ortada…Ve gerçeğin tam olarak ortaya konduğu, ve iki adım ötesinin ölüm olduğu ortamda yapılan “şakalar” diye yazmış 2015 yılının Şubat ayında Ahmet Mümtaz İdil….Bir yanda kavurucu sıcaklık ki bizim burasının bir mikrokliması var ve sevgili oğul Eray’ın hediyesi olan üç klima da can kurtarıcı; ama yine de ne çare… Çünkü ben klimadan daha çok korkuyorum; aşırı sıcaklar bunaltıyor olsa da… Bir yanda orman yangınları diğer yanda 13 uçak var, bir uçak bile yok başlığı…Yılmaz’ın ülke kıyaslamaları ve bakanın IBANcılığı… Nereye kadar bu si*indirik yaklaşımlar ?

Sanırım 2001 yılının Temmuz ayının son günleriydi. İstanbul’da bir toplantıya katılmış ve İzmir’e dönmeden yolumu Bursa’ya çevirmiştim. Bir yıl önce by-pas olmuştum. Duyarlılığım sürüyordu. Bir yıl önce Antalya seralarındaki elli dereceye ulaşan sıcaktan nasıl kaçtığımı unutmamıştım.

By-pastan kırk gün sonraydı. Üç yabancı geliyordu (Andre, Axel, Peter). Çağın ilacının (!) demo sonuçlarını görecektik. Ardından bir çalıştay olacaktı. İstanbul’da otorite ve ekibi vaziyeti kurtarma derdindeydi. İkinci global birleşme beş ay önce ilan edilmişti. Sağlık açısından henüz seyahat iznim yoktu. İki ay önce yaşadığım ciddi ameliyat sonrası sağlık iznim sürüyordu. Yine de arabayla Antalya’ya doğru yola çıktım. Nezuş’u da yanıma aldım. Göğsüme bir yastık koydum emniyet kemeri acıtmasın diye. Gerçek pazarlama müdürü iki yıl önce rakibin ülke müdürü olmuştu. Tavuğun sersemliği sürüyordu. Mevcutla idare etme çabası durumu daha da yetersiz kılıyordu. Pazarlama hizmetleri yüzeysel pansumanlarla vakit geçiriyordu. Teknik bölüm yeni yapılanma olasılığından umutsuzdu. Antalya’da konukları sosyal eylemlerle mutlu etmekten ötesi bir eylem görülmüyordu. Kumluca tarafında bir seradaki demoyu incelemek için kapıyı açıp içeri girdik. Beş dakika sonra kendimi ağacın altındaki gölgeye zor attım. Seranın sahibi de gölgede oturuyordu. “Ne oldu ?” diye sorunca “Ben yeni by-pass oldum da sıcak dokundu” dedim. Adam güldü ve “Benim gelin de geçen sene by-pass oldu; sonra yedi yedi şişmanladı ve öldü” dedi. Güleyim mi ağlayayım mı ?

Ne var ki; Sadi’nin bir sözünü tekerleme yapsam da uslanmıyordum. Ben o sözü Sadi’nin sanırdım. Meğer Nizami’ninmiş:

“Canı can vererek satın almamışsın ki kıymetini bilesin”

Sadece ben mi ? Karacabey’de domates tarlasındayız. Allah selamet versin Hakan bir de profesyonel kameraman getirmiş. Bir karede ben elimde sopa ile “stakeholder” gibiyim. Bu sözcüğü hep kullandım ama doğrusunu bulup yazamadım ve demek istediğimi anlatamadım. Amacım herkesi sıraya sokan eli sopalı adam etkisi yaratabilmekti. Çünkü sözcük doğru değildi. Çünkü yaklaşımım “si*indirik” idi. Aynı bugün gibi “si*indirik sıcaklık” kavuruyordu.

Yılın başında “ısmarlama yalanlar” diye yazmıştım. Şimdi de aynı terane. Sel alsa da ateş yaksa da sana atılan paketi sahibine geri atmıyorsan o bildiğini okumaya devam edecek. Sanırım o da artık ne yaptığının bilincinde değil. Bunlardan sıyrılmam gerek. Yahudi züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış. Arşivime baktım ve Syngillerden ayrılmanın arifesinde “Bitki Hekimleri” alan adı altında yaptığım hazırlıkların görsellerinden altıncısına takıldım. Bir zamanlar MDM olmuş (Pazar Geliştirme Müdürü) ve fungisitlerin sorumluluğunu üstlenmiştim. Canı can vererek satın almadığım için by passlı halimle seradaki yüksek fırına (>50C); herkesin izinli sayıldığı gün Karacabey’de kavurucu tarlaya girmiştim. Bunu unutup 2011 yılında da Kırıkhan’da 47C lik pamuk tarlasından ağacın altına kendimi atışımı da unutmuştum. Öyle ki 2006 yılında Prag’ta yapılan yıllık toplantıya hazırladığım “Yurttan Sesler” filmine aldığım Harranlı Haci İsa Yıldırım’ın “gur bajo hur bajo gameşine” sözündeki uyarıyı bile duymazdan gelmiştim. Ve şimdi 2021 yılının Ağustos ayı başında Çeşme’de gerçek bir sıcak baskısı var. Buna rağmen sahip olduğumuz değerlerin farkına vararak şükür ve şükran doluyuz.

Bu düşüncelerle 2008 in son günlerinde MAS (Mustafa Artık Serbest)laşmanın arifesinde anılarla mesaj yüklü fotoğrafların eşliğinde Syngillerin fungisitlerinden bir görsel hazırlamışım. Bunu slayt durağanlığından çıkarıp MP4 olarak videoya çevirdim. Bir fon müziği ekledim. Aralarına Bornova ZMAEnstitüsü’nde 2018 yılında yaptığım “Tulum ve Tulumba” dan kareler kesip ekledim. Böylece 2021 yılının orman yangınlarının kahrettiği günlerde sünnetçinin vitrinindeki çalar saat gibi olsa da kendimi avutmak adına yaptığım bu si*indirik yazı ile bugüne veda ediyorum. Yarın bakalım gün doğmadan neler doğacak ve bence yine güneş doğacak (the sun also rises). Ne var ki aklımın bir köşesinde yer alıp unutamadığım ise “soysuzlar çetesi” ki bugün avarelin avanesi olan beşli çete yanında onlar zemzemle yıkanmış gibidirler.

Nereye kadar ? Bu sabır sınavının sınırları nerede bitiyor ? Yolun sonundaki ışık hayra alamet mi ?

Sağlık ve esenlik dileklerimle açık ve aydınlık yollarda umutları söndürmeden buluşmak umuduyla, sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü

Si*indirik: İsteyen (*) yerine “l” kullanır, isteyen “k”. Keyif sizin köy Mehmet ağanın