Yaşam Büfesinde “Unutulma Hakkı”

“…Farkında mısınız; ayakta duranların hiç biri Türk’e benzemiyor. Ercü abi Bolivyalı; dayım biraz Rus; babam Kolombiya-İspanyol göçmeni; Bülent abi fırlama bir Alman; annem Fransız…; Tanrı’nın kahkahasını duymak istersen ona planlarını söyle...”

 

Unutulma hakkı tescillenirken beklenmedik bir anda neler olabilecektir 2021 de ?

Merhaba

Sağlık ve esenlik dileklerimle korona sıkıntılarının bittiği (!) yeni bir yıl diliyorum. Neden “(!)” ? Çünkü umudum yok… En azından işsizlerin işine dönebildiği; yoksulların geçinebildiği; boğazdan geçen kuru ekmeği yiyenlerin aç kabullenilip çareler üretildiği,  karar vericinin aklını (!) başına derlediği, gözlerdeki kinin, ruhlardaki kirliliğin, ağızlardaki nefretin azaldığı ve umutların yeniden yeşerdiği ve soysuzlukların “unutulma hakkı”na sığınmadığı güzel günler bekliyorum. Bu beklentimi Tanrı duyduğunda kahkaha atacak mıdır ? Atmasın; biraz da biz Türkleri idare etsin. “İdare etmek” anısı olan bir söz…

Seksenli yılların sonuna doğru sektörümüzde promosyon sınırlarını genişletip yurt dışına açılan, buna öncülük eden CINOS’un ilk evresinde Soçi turları en çok istenendi. Genel müdür “Biz p*** miyiz ?” diye cılız bir sesle itiraz ediyor gibi görünse de Soçi’ye gidenleri ikna etmek kolay oluyordu. Çünkü “İkna”nın ilk iki adımı Soçi’de atılıyordu. Bu turu hak edebilmek için potansiyelini aşan kampanyalı alımlara gözünü kırpmadan dalan genç, orta yaşlı fark etmeden, yaş ayrımı olmadan bayilerimizin heyecanları çok yüksekti. Bunlardan biri de Manisalı Mustafa’nın oğlu İsmail idi. Manisa’da baba baskısı altında ezik İsmail Soçi’de coşuyordu. Ona da CINOSlu İbrahim öncülük ediyordu. Gece karanlığı çökmeden fahişe ile pazarlık sürüyordu. Vizitesi yüz dolar olan fahişeyle İbrahim konuşurken İsmail elinde elli dolar ve “Elli dolara idare et ablacım” diye yalvarıyordu. İdare etmemişti ve İsmail bir hafta boyunca hemen her akşam yüz dolar bayılmıştı. Bu yıl korona sıkıntılarında otorite bakalım neleri nasıl idare edecek ? Yıl sonuna doğru sanki farklı bir sonuç olacakmış gibi asgari ücret pazarlıkları bilinen bir sonuca doğru gelişirken “90 kuruşu da koruyarak” kim kimi nasıl idare ediyor acaba ? İtiraf etmeliyim ki kendi cebinden ödemiyorsan, el penisiyle gerdeğe girme hevesinden vaz geçmediysen ücretlere %20 değil %50 zam da yapabilirsin; peki ya bundan sonrası ! Bugün otoritenin konumu o kadar duyarlı ki “benden sonra tufan” da diyemiyor. Çünkü biliyor ki “benden sonra…” dediği anda asıl tufan kendisi için başlıyor. Öte yandan bugün sonundaki “90 kuruşla” alay ederek üç bin liranın altındaki net asgari ücreti diline dolarken muhalefet korona koşullarında çökmekte olan gerçek iş yerlerinde bunun işverene maliyetinin dört bin liranın üstünde oluşunun sıkıntılarını görmezden geliyor. Bu nedenle otoritenin bilgisi dahilinde asgari ücretin yarısıyla ücretli izne çıkarılanların (ve belki de çalışmayı sürdürenlerin) yaşam zorlukları daha ciddi bir sorun. Bu nedenlerle asgari ücrete değil ama savurganlığın, israfın ve adına “itibar” dedikleri görkemli yaşamın, saray yaşamının, kanal sevdasının tükettiği kıt ve hatta olmayan kaynaklarımız için benim isyanım. Bunu gözümüzün içine sokarak yapan, bundan utanmayan, çoğunluk açken, tokluğun ötesindeki konforla yaşamı sürdürenlerin arsızlığı beni kahrediyor. Düzelir mi ? Düzelecek mi ? Sanmıyorum.

İlk defa Netgiller olarak bu yıl ajanda çıkarmadık. Hem tasarruf ve hem de korona kısıtlarının yaşamı ve işi eve sığdırdığımız koşullarda bu masrafın ve ürünün etkin bir gerekliliği olmadığını düşündük(m). Bu nedenle Netgillerin bir kanadının geçen yıl verdiği tarihsiz ajandayı (defter demek daha doğru << İlginç dört sözcük de kendiliğinden “D” ile başladı ki ben “D” ile başlayan sözcükleri, kavramları çok severim) elime aldım. Önce Netgillerin ikinci kolunun bir türlü Aralık 2020 içinde gerçekleştiremediğimiz yıl sonu toplantısı raporuna ait görüşlerimi yazdım. Belki önümüzdeki hafta Zoom grup toplantısı olarak yaparız diye hazırlık yaptım. Daha sonra “The Fundamentals of Caring” isimli filmi izlerken not aldığım “ALOHA” sözcüğünün akrostişini yazdım; unutmayayım diye. Arkasından yetmişli yılların başlarında (1974 olabilir) Esentepe’de bir yaş günü kutlaması sırasında bir masanın etrafında çekilmiş olan bir fotoğrafı 2020 ajandasından söküp 2021 defterime yapıştırdım. Bu fotoğrafa 06.06.2020 günü ortanca oğlum Eray’ın WhatsApp grubumuzda yaptığı yorumu da yazdım. Bu yorum çok hoşuma gidiyor. Hem gerçek bir yakıştırma hem de sakin bir zaman, bir mekan ve bir ruh hali yakalasam öykülendirmeyi isteyeceğim bir anı olarak aklımdan yitirmemek için yazdım (verba volant scripta manent / söz uçar, yazı kalır). Bu fotoğrafı kolajın içine yerleştirdim. Öyküsü daha sonra…

Her şey seninle güzel…

Geçen yılın hesabını yaptım; hesabı kapatmaya çalıştım. Kendime 21 maddelik mesaj yazdım. Globaldeki koronadan göz dönmesine kadar notlarım oldu. İki hafta sonra, Ocak ayı çıkmadan ben 77 e torunum sevgili Barış da 21 e girecek olduğu için Ocak ayını her yıl umutların başlangıcı olarak gördüm. Yeni bir beyaz sayfa umudumu korudum. Ne var ki 2021 de korona korkusu bu beyaz sayfayı biraz grileştiriyor. Bu nedenle kolajıma fon müziği olarak bugünün sabahının başlangıcı olan gece 02.00 de CNN de piyano eşliğinde seslendirilen şarkı oldu: Her şey seninle başlar… Ve bunun için 2020 den bulabildiğim kimi fotoğrafları kullandım. Aklımdan çıkmayan ise Montafan geldikten sonra kendini unutturan “Yerlikara“yı çağrıştıran 2020 nin son bir olayı ki “duymazdan gelmeyi sürdürmesi” daha hayırlı olurdu. Yine de ben bilmesem de “unutulma hakkı” diye bir hak gerçekten de varmış ve acaba 2020 yılı için de birileri çıkıp da “ben de 2020 yılının unutulması için 2020 adına unutulma hakkı istiyorum” dese…

Unutulma hakkı ve Unutulmaz Hakkı

“…Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 17.6.2015 tarihli kararında “unutulma hakkı” terimini kullanarak, Avrupa Adalet Divanı’nın kararına doğrudan atıfta bulunmuş ve unutulma hakkını “üstün bir kamu yararı olmadığı sürece, dijital hafızada yer alan geçmişte yaşanılan olumsuz olayların bir süre sonra unutulmasını, başkalarının bilmesini istemediği kişisel verilerin silinmesini ve yayılmasının önlemesini isteme hakkı” olarak tanımlamıştır. Kararda, geçmişte bir suçtan hüküm giymiş davacının isminin rumuzlanmadan bir ceza hukuku pratik kitabında yer almasının unutulma hakkını ve bunun neticesinde özel hayatının gizliliğini ihlal ettiğine hükmedilmiştir…” Keşke bu hak konusunda duyarlı olacak kadar AİHM nin verdiği son kararın gereğini de bu kadar tartışılır olmasa ya da Anayasa Mahkemesinin verdiği kararı değerli bulsalar da vicdanların kanaması dursa… Nöbetteki asker Mehmet’in yüzbaşıya söylediği sözlerini anımsadım.

Asker Mehmet nöbet tutmaktadır. Gecenin bir yarısında bölük komutanı yüzbaşı Ahmet nöbetçileri kontrole çıkar ve Mehmet’in nöbet yerine yaklaşınca Mehmet tüfeğini doğrultup: “Dur ! Kimdir o ?” der. Yüzbaşı “Ben komutan Ahmet” der. Mehmet “Parolayı söyle. Parola nedir ?” der. Yüzbaşı parolayı hatırlayamaz ve söyleyemez. Mehmet diklenir ve silahı daha bir tehditkar tutar. Yüzbaşı “Ben komutan yüzbaşı Ahmet, beni tanımadın mı ?” der. Mehmet “Parolayı söyle parolayı”. Yüzbaşı tekrar “Ben yüzbaşı Ahmet” der ve ilerlemek ister. Mehmet kızar ve hiddetle “Ben yüzbaşı falan bilmem parolayı söylemeden geçecek olursan yarın başçavuşum benim a*** s…” der. Sanki başçavuşu bizim meşhur cengizgillerdendir. Mehmet’in gözünde yüzbaşılık değil başçavuşudur esas korkunun nedeni.  Demem o ki; bizde de artık hiyerarşide altta da olsa otorite korkusuyla üstten gelen kararlara uymazken de aynı mantalite çalışmakta gibidir. Başçavuş korkusu hepsine baskındır.

Yılın ilk gününde unutulma hakkı bir yana, her şey seninle başların anahtar sözcükleri olan “beklenmedik bir anda” bir yana sağlık ve esenlik içinde sarılmak, dokunmak, öpmek ve öpülmek umuduyla açık ve aydınlık günlerde yeşeren umutların özlemiyle kendinize dikkat edin…

Öykücü