Yaşam Büfesinde “Tetikleyiciler”

“… Glück un Unglück… ACHTUNG ! Vor Inbetriebnahme des Mundwerkes…Gehirn einschalten !Sich glücklich fühlen können auch ohne Glück-das ist das Glück-… Zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer SEVGİNİN gerçek gücünü görürsün (D Serisi) >< Zorlukların orta yerinde şanslı olabiliyorsan eğer SABRIN gerçek gücünü görürsün (C Serisi)…”

 

Copculaşmanın Türevleri > Sevgi ve Sabır Karmasına Eklenen Değerler

Merhaba

Koronalı günlerde Çeşme yaşamı daha bir fazla güzel. Hele bir de C13Plus‘un sevgi dolu destekleriyle dolu olunca sabrı daha da güçleniyor insanın… Önce tam bir izolasyon içinde yaşadık. Haftada bir ziyaretleriyle moralimizi yükselten doktorlarımız bile bahçedeki demir parmaklıklı kapıdan içeri girmediler. Ne zaman bahçeyi yola açan demir parmaklıklı kapı aklıma düşse Enstitümdeki yöneten yönetilen arasındaki ilişkinin yüksek hoşgörü düzeyli günlerimi anımsarım. Bunlardan bir küçük anıyı yazımın girişi olarak aktarayım.

Yetmişli yıllardayız. Bornova ZMA Enstitüsü müdürümüz rahmetli Necati Kaşkaloğlu ki kendisi fakültede bir dersimizin hocasıydı. Enstitümüzün kurucusu ve ilk müdürü rahmetli Nihat İyriboz‘dan sonra ikinci müdürdü. Bu kadar uzun sürede sadece iki müdür değişimini düşünebiliyor musunuz ? Otuzlu yılların başında (1932) kurulan Enstitünün ilk müdürü olan sayın İyriboz’un bir ara Tarım Bakanı oluşu ve Menderes Hükümetine kök söktürüşü de ayrı bir öyküdür. Her neyse ben 1970 yılında Enstitüye tayin olduğumda müdür rahmetli Kaşkaloğlu idi. Demem o ki 1932 den sonraki 40 yıl içinde sadece iki müdür görev yaptı: İyriboz ve Kaşkaloğlu. Bu ne demek ? Tek kelimeyle: LİYAKAT demek. İşi ehline vermek demek. Bugün sahillere gökdelenleri dikmek için, Belediyeyi, Soyer’i devre dışı bırakıp Ankara’dan yağma düzeni ile üç beş kendini bilmeze, milletin orasına burasına koyanları Londra’da cadde sahibi yapmak için doğayı katledenlere bakınca “usta olmak” demek. İyice tefessüh ettik; çürüyüp kokuştuk ve nasıl çıkacağız bu bataklıktan bilmiyorum… Korona korkusu bile bizi adam etmedi; doğru yola sokmadı, kişisel hırslarımızdan “daha daha daha” diyen egomuzdan kurtarmadı. Ne Atatürk etkisi kaldı ne de Nuh Tufanı korkusu… Her neyse kısa bir anıdan söz edecektim. Yazıma başlarken ilk tetikleyici “bahçenin demir parmaklıklı kapısı” oldu. Çeşme’de bahçemin demir kapısına baktım ve torunum İrem’in yağlı boya ile kapıyı keyifle boyadığı görselimi anımsadım. Onu arşivden bulup çıkarmalıyım. Bu zikzaklar içinde Enstitünün demir kapısına geleyim.

Yetmişli yılların ortalarında rahmetli Kaşkaloğlu yaş haddinden emekli olunca Pamuk Zararlıları Laboratuvar Şefi rahmetli Mahmut Karman enstitü müdürü oldu. O her zaman bizim “Mahmut Abimiz” idi ve saygıda kusur etmesek de hoşgörüsü ve sosyal ilişkileri çok yüksek olunca yönetici otoritesini doğal olarak oluşturmasında biz pek yardımcı olmadık. Mahmut abi kekemeydi. Laf aramızda Nihat beyle başlayan ve rahmetli Coşkun beyle biten sürenin (1960 larla 1980 başları) arasında kalan dönemde yer alan müdürler için “Enstitü Müdürü” olabilmenin ilk koşulu sanki kekeme olmaktı. Necati bey, Mahmut bey ve Kazım bey, üçü de kekemeydi. Buna rağmen hepsi konuşmak için her vesileyle öne çıkmaktan çekinmezlerdi. Özgüvenleri hep yüksekti. Çünkü “Liyakat” esasına göre müdür olmayı hak ediyorlardı. Mahmut beyin müdürlüğünün kış günlerinden biriydi.

Enstitü kaloriferleri kömürlüydü. Her zaman sıcak bir ortamda çalıştık. Sıcaklık fazla gelince odadaki kalorifer peteklerini kapatmak gerekiyordu. Ancak tekrar açtığımızda hava yaptığı için ısıtmıyordu. Bunu düzeltmek için teknik eleman çağırıyorduk (Bu amaçla çağrılan tarım işçisi Yasin Atatoprak gerek çalışkanlığı ile gerekse “Bulgar Göçmeni” olmanın doğal yapısıyla her işe koşan biriydi). Çoğu zaman da bu durumu yaşamak istemeyen arkadaşlar çok sıcak olunca pencerelerini açıyorlardı. Bu bir israftı. Günahtı. Bunu gören Mahmut bey dayanamadı. Çay saatinde bu konuyu dile getirmek için bir konuşma yaptı. Enstitüde her gün saat 15.00-15.30 çay saatiydi ve herkes toplantı salonuna inip çaylarını birlikte içip sohbet ederlerdi. Bu geleneksel eylem aslında yabancıların “Kahve Makinesi Başındaki Sohbet” ya da “Gayri Resmi Geribildirim” dedikleri şeyin doğal bir uygulamasıydı. Böylece “keyif saati” ile “Bilgi Alışverişi” birlikte yapılıyordu. Mahmut bey ayağa kalktı ve “Arkadaşlar” diye söze başladı. Kimbilir ilk sözcüğü kesintisiz söylemek için ne kadar uğraşmış ve prova yapmıştı. Konuşmasına devam etti “Lütfen odalarınız sıcak olunca pencereleri açmayın kalorifer peteklerini kapatın” dedi en kısa yoldan. Çay içenler arasında Foto Atölyesi çalışanı, Kürt Süleyman’ın oğlu Tuncel parmak kaldırıp söz istedi. Mahmut bey söz verdi. Tuncel “Müdür bey söyle bahçedeki demir parmaklıklı kapıyı da kapatsınlar, ceryan yapıyor” dedi. Herkesin güldüğü bu espri, hoşgörüsü yüksek olan Mahmut beyi kızdırmadı ama vermek istediği cevap bir türlü ağzından çıkmadı. Adeta çırpındı. Evet gelelim Çeşme’nin Koronalı günlerindeki izolasyon mesafemize…Mart ayında bahçeden içeri adım atmıyordu hiç bir konuğumuz. Haziranda terasta buluşmaya başladık. Haziran sonuna doğru tüm korkularımızı unutturan bir tetikleyici oluştu. Olmadık zamanda hayatî önemi olan bir karar verdik.

Nezuş’un diz ağrıları yıllardır sürüyordu. Giderek yürüme zorlaştı. Azmin gücü ile yürüyüşe devam ettik. Ailemizin hekim neferinin Korelilerle beraberliğinde gelişen kök hücreden medet umduk. Geçen yılın sonuna doğru artan diz ağrıları için üçlü olarak (MÜN) Galen’e yattık. İlk günlerde üçü de mutluydu. Bir süre sonra dizinde kıkırdak dokusu olan üçlünün en gencinin memnuniyeti bugün hâlâ sürerken Nezuş bir süre sonra yeniden ağrılarla tanıştı. Koronalı günlerde sınırlı da olsa yürüyüşümüzü zar zor sürdürdük. Uykudan acı ile uyanmalar arttı. Yaşam konforu bozulmaya başladı. Haziranın sonuna doğru gecenin bir vaktinde yataktan kalkan Nezuş ne ileri gidebildi; ne geri dönebildi. Dizi kilitlendi kaldı. Demek ki vakit gelmişti. Kilitlenen diz korona korkusu altında bile protez için bir tetikleyici oldu. Hekim neferimize mesaj gitti. Yer seçildi (EMOT). Doktor seçildi (Doç.Dr.E.B.). Gün alındı ve bir hafta sonra işlem tamam; yeniden evdeyiz. Çeşme serinliğinde terasta yürüyüşlere başladık. Günde sekiz Gripine eşdeğer paracetamollu ağrı kesiciyi iki hafta sürdürdük. Bir şeyler ters gitmeye başladı. Kuru karın ağrıları arttı. Gecenin bir vaktinde karın  ağrısı sıklık ve şiddet olarak dayanılmaz olunca yılların dostu ve Çeşme komşusu Dr.Salim imdadımıza yetişti. Muayene sonrası barsakların çalışmadığı anlaşıldı. Ertesi sabah Ata Sağlık’taydık. Bizi sevgili doktorumuz Haluk bey bekliyordu. Hızlı ve duyarlı bir müdahale sonucu barsaklardaki sorun için iki antibiyotik reçetesiyle aynı gün eve döndük. Yolda sevgili Kerem’le Güzelbahçe’de Boğaziçi’nde kendimize bir “Şükür Balık Ziyafeti” bile çektik. Çeşme’de gece oldu. İki antibiyotiği içtikten bir saat sonraki gelişmeler bu sefer çok daha korkutucu bir durum aldı. Önce bir titreme ki öyle böyle değil. Ardından kusma ve ateş… Son anda yoğunlaşan göğüsteki yanma korkumuzu zirveye çıkardı. Eray geldi; Özgen hazır olarak bizi bekledi. Hemen Güzelbahçe yoluyla bu kez Medikalpark‘tayız Çarşamba gecesinin Perşembeye kavuştuğu saatlerde. Hastanenin acilinde sabahın körüne uzanan dört saat içinde türlü çeşitli analizler, görüntülü çalışmalar, özel bir doktorun annesi olmanın duyarlılığında üç temel kan değerindeki paradoksu ortaya koydu. Bu kan değerlerinin yarattığı korku ve görsellerin verileri üçüncü bir adımın tetikleyicisi oldu.

Altı yıl önceydi (2014). Sınıf arkadaşlarımızla mezuniyetin 45 nci, Fakültede ilk buluşmanın 50 nci yılında Antalya’da toplanmıştık. Çok keyif almıştık. Ertesi yıl da sevgili Ökkeş’in organizasyonunda Gaziantep’te buluşma kararı aldık. Program yapıldı. İlk çağrılar alındı. Kutaygillerle birlikte gitmek için plan yaptık. İlk ödemeleri yaptık. Konya’da mola vermek için otel rezervasyonunu yaptım. Ancak nasip olmadı. Nezuş yine kritik bir kan değerindeki anormal düşüş (300 den 25 e) nedeniyle apar topar hastaneye yattı. Bağışıklık sistemi çökmüştü. Artan ağrıları nedeniyle dozunu artırdığı ağrı kesicilerin neden olduğu kanısına varıldı. Rahatsızlığın semptomlarına bakınca ITP (Idıopatik Trombosis Purpurea) tanısı kondu. Hastanede birkaç gün yatıp da kan değeri kontrol altında normale doğru yükselmeye başlayınca tedavi evde sürdü. Ancak Gaziantep’e gitmek nasip olmadı. İşte bunun gibi EMOT daki diz protezi sonrasında “hastanın konforunu” yüksek tutmak için verilen 4×1 Min…t dozuna ek 2×1 Arv…s ilacı ile barsak florası yok olmuş olmalı ki yeni bir sağlık sorununu tetiklemiş oldu. Neyse Ata Sağlık kısmını yinelemeden üçüncü aşama olan Medikalpark’tan bugüne gelmeye çalışayım.

Medikalpark’ın acilinde Copcuların hekim neferi sevgili Özgen’in ellerinde gereksiz müdahalelerden sakınıp gerekli olanları atlamadan tedavi süreci başlarken üç kan değerinin paradoksiyal görüntüsü endişe vericiydi:

* Troponin (https://www.medicalpark.com.tr/Troponin/hg-2190) değeri olması gereken üst sınırın x1000 kat üzerindeydi. Kalp kasına özgü proteinlerden biri olan troponin, kalp kasında hasarlanma olduğunda ya da kişinin kalp krizi geçirmesi durumunda kana karışırmış. Normalde kanda bulunmayan troponinin kana karışması, dolaylı ya da dolaysız olarak kalpte hasarlanma olduğunun göstergesiymiş. Buna göre demek ki Çarşamba gecesi göğüsteki yanma gerçek bir felaketin öncülüymüş. Allah korumuş. Şimdi ilk anda bu proteinin işaret ettiği soruna acilen çözüm bulmak gerekiyordu. Bu bulgu anjio yapılmasını tetikledi. Ustalar buluştu. Copcuların hekim neferi Prof.Dr.EC; arkadaşı meslektaşı Prof.Dr.İT ve Ekibi (Başta Dr.Emre olmak üzere) anjioya başladılar. Beklentiyi aşan, sorunun daha da ciddi olduğunu gösteren bulgularla neler yaşadıklarını ve nasıl üç stentle operasyonu başarıya ulaştırdıklarını Eray’ımızın heyecanlı anlatımlarında görebilirsiniz. Ya diğer iki tetikleyici…

* Trombosit değeri de olması gereken alt sınırın 1/15 i düzeyindeydi. Daha o günün sabahında Ata’da 366 olan trombosit sayısı 23.07.2020 sabahı Medikalpark’ta yapılan ilk kan analizinde 15 olarak çıkmıştı. İşte temel sıkıntının diğer bir boyutu… Yüksek Troponin değeri diyor ki hasta kalp krizi geçirdi veya geçiriyor kanı sulandır; düşük Trombosit değeri diyor ki hasta kanama geçirebilir kanın pıhtılaşma niteliğini artır. Bu yorumlar değerlere bakan, çevresindeki hekimlerin sözlerinden anlam çıkaran bir ziraatçının basitleştirdiği algılarıdır. Hastanede geçen dört günde trombosit değeri 15 den 25 e, 46 a, 66 ve 89 a yükseltildi ve taburcu olduk. Ya üçüncü tetikleyici…

* CRP değerinin en fazla 5 olması gerekirken önce 180 lerde daha sonra da 80 lerde olması hastane yollarına düştüğümüz barsaktaki enfeksiyona çare bulunmasını emrediyordu. Ancak öyle bir antibiyotik verilmeliydi ki … Ve damar yoluyla serum içinde verilen antibiyotikli günlerin hastane sonrasını Çeşme’de devam ettirebilmek de bir şans oldu ( https://www.ilacweb.com/novosef-1-g-i-m-flakon/).

Yazımın girişindeki Almanca sözlere gelince

İlkini rahmetli Nezih abi ve sevgili eşi Emel, Almanya’dan geldiklerinde kendilerinden duymuştum: Glück und Unglück’ün anlamı “Şans ve Şanssızlık” ise de demek istediği “Şanssızlık İçinde Şans” ki dizin tetiklediği, barsakların hızlandırdığı şanssızlıklar içinde kalpteki defoyu görüp de kriz yaşamadan (!) kontrol edilemez yer ve zamanda çıkabilecek riski elimine edebilmiş olmak gerçek bir şans oldu. Duacıyız.

İkincisine gelince; doksanlı yılların başlarında Fakülte’de sevgili arkadaşım Ersin (Prof.Dr.EEO) nin kapısını açıp içeri girdiğimde dikkatimi çeken duvardaki bir panoda yazılıydı. Hemen çaktırmadan defterime yazıp Ersin’e sormuştum. Geçen akşam Nezuş hastanedeyken ve Melek ona refakatçi iken ben Kerem’le Mavişehir’de İzmir Evleri’nin bahçesinde bir kadehle efkar giderirken Ersin aklıma düştü. Telefon edip davet ettim. Gelemeyeceğini tahmin ediyordum. Hem vakit geçti hem de programsız bir davet pek anlamlı değildi. Maksat muhabbetti. Sağlık odaklı sohbetimizde odasında gördüğüm Almanca deyişi konuştuk. Hemen WA tan fotoğrafını gönderdi. Diyor ki “Dikkat ! Ağzını açmadan önce beyin şalterini indirmeyi unutma !“. Diğer bir deyişle, düşünmeden konuşma. Boğazındaki düğümleri düşün, yutkun ve gerektiğinde “La havle vela kuvvete...” diyerek sabrının gücünü kullan ve bekle. SSTC öğrenme ve ustalık yolculuklarında da benzer şeyleri dile getiriyoruz ve “Söylediğin herşey doğru olsun ama her doğru şeyi de söyleme”. Biri sana bunlara uymadan bir şey söylemeye kalktığında da sabırla ve gülümseyerek “Sokrat’ın Üçlü Filtre Testi“ni uygula. Ve birkaç dakika sonra Ersin bu sohbetimize yeni bir boyut katmak için bir mesaj daha gönderiyor ve…

Üçüncüsü bu sohbetin promosyonu… Avusturyalı Marie von Ebner-Eschenbach‘ın  Bu sözü ilk defa 1974 de Bonn’da duymuş. Şöyle açıklıyor sevgili Ersin “Mutlu olmadan kendini mutlu hissedebilmek, budur mutluluk” ve ekliyor buradaki mutluluk “Talih” olarak da çevrilebilir.Ben algı kapılarımın açılışına, kabulüne bakıp aynı cümlede “Glück” için hem “mutluluk” ve hem de “şans” sözcüklerini kullanarak ve Nezuş’un sağlık serüveninde yaşadıklarımla özdeşleştirerek demek istiyorum ki; “Şanssızlık içinde kendini şanslı hissedebilmektir mutluluk” (https://en.wikipedia.org/wiki/Marie_von_Ebner-Eschenbach).

Sözün özü; Koronalı günlerin korkularına rağmen EMOT’ta dizi düzeltme, Ata’da barsakları düzeltme ve Medikalpark’ta kalbi düzeltme ile devam eden bir süreç içinde D Serisinin SEVGİSİ ile C Serisinin SABRI nın buluştuğu CD Serisinin DUALARI ile bugün dünden daha iyiyiz. Şükür ve şükran doluyuz. Sağlık ve esenlik dileklerimizle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü