Yaşam Büfesinde “Düzen ve Düzülen”

“…”Dağ nerde ? Yandı bitti kül oldu…(ALden masallar; 26.11.2019); Tavuk mu yumurtadan çıkar; yumurta mı tavuktan ? Horozun yanıtı net: Böyle polemiklere girmem; diker geçerim…Dipsiz kuyunun dibini buldular; Kazdağı’nı kazıdağı yaptılar; bacanın filtresini ağızlara, beyinlere taktılar…Hiç kimse Cüppelinin zebanilerinden korkmayınca ne yiv kaldı ne de set…”

Rasathaneyi topa tutup yıktılar; Hazerfan’ın kanatlarını yoldular; Tavuk dönere mahkum ettiler

Merhaba

Dün kafeteryada oturuyordum. Yıl sonuna az kala arşivimdeki Netgillerin güncel görsellerine bakıyordum. Bir kolaj hazırlamak istiyordum. Ancak düşünce çerçevem oluşmamıştı. Bu nedenle birkaç başlangıç yaptım; sevmedim. Yarım bıraktım. Odaklanamadım. Kafeteryada karışık tavla oynayanlara baktım. Dostum Prof.Dr.KA’ın “hepyek” oyununda yola dizdiği pullara dikkat ettim. İyi gidiyordu. Daha sonra sonucunda galibiyet olduğunu öğrendim. İşte bu olmalı “suum cuique” dedim (http://www.copcu.com/2019/11/20/yasam-bufesinde-suum-cuique/). Herkes hak ettiğini alıyordu. Tavlada buna katılmak mümkün. Peki ya yaşamın içinde ! Bu soruyu kendime sorunca 1970 yılına gittim. Üç rakam dizisi öne çıktı: 6968; 10195 ve 1402. Aslında sonuncusu olan 1402 daha çok acıtmıştı ve yıl 1980 sonlarıydı. Hak ettiğini alabilmek ve bu üç rakam dizisi benden istenen bir yardımla önem kazandı. Ne zaman biri benden bir yardım istese on yıl öncesine dönerim. Önce 2009 yılında PLN ile çıktığım Afyon öğrenme yolculuğunda benden istedikleri yardımı anımsarım ve derim ki “birinden yardım istemek aslında ona yardım etmektir“. Daha sonra CINOS’un üçüncü evresinde emekli olduktan sonra da “taşeron” olarak çalıştığım yıllarımı düşünürüm. Adına “Yetkinlik Geliştirme (CD)” denen bir çerçeve içinde çalıştım. Ünvanım müdürdü ama hiç bir memurum yoktu. Serbesttim. Beni tanıyanlar çatışma kültürüne ne kadar yatkın olduğumu bilirler. Laf aramızda beni böyle bir göreve getirmek riskliydi. Belki de özellikle bu riski üstlendiler. Ya da üstlenmemi yarattılar. Belki de “her çatışma doğruyu buldurur” sözüne inanıyorlardı. Çatıştım mı ? Çatıştım. Coğrafik sınırlarım yoktu. Bazen Malatya’da bazen Trakya’da idim. Biliyorsunuz, ayçiçeğinin İngilizcesi “Sunflower“. Ben “Sun” dan “Syn” yaratıp “Synflower” dedim “satış destek projesi“ne. Kırmızı tulumlular çoğaldı; Trakya’ya yayıldı. Sahip olduğumuz yetkinlikleri beceriye çevirdik. Nasıl mı ? Kuşkusuz “SSTC” ile ve becerilerimizi tutum, davranış ve eylemlerimizle gösterdik. Nasıl mı ? SSFWS ile… Diğer bir deyişle “Uygulamalı Atölye Çalışmaları” ile. Böylece ustalaştık. Nasıl mı ? Öğrenirken ürettik, üretirken eğittik. Tıpkı Köy Enstitülerinin felsefesi ve prensipleri gibi. Böylece “bilmek yapabilmektir” sözünü kanıtladık. Potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye çevirdik. Verimli olduk. Yüksek performanslı ekipler yarattık. Sahip olduğumuz değerlerin farkına vardık. Farkındalığımızı geliştirdik. Böylece gözlerimiz açıldı. Daha fazla seçenek olduğunu gördük. Daha doğru seçimler yaptık. Daha hızlı kararlar aldık. Daha yararlı inisiyatifler kullandık. Daha iyi sonuçlar elde ettik. Kendi kendini geliştiren ekipler oluştu. Bireylerin özgüvenleri yükseldi. Tüm bunlar CINOS’un son evresi olan Syngillerdeki 2005-2009 yılları arasındaki anılarım. Ve ben 1970 ve 1980 nin üç rakam dizisine geri dönmek istiyorum.

Fakülteyi birincilikle bitirince ZMZKGenel Müdürlüğü Personel Dairesi Başkanı MA‘un kapısı önünde tayin için sıra bekliyorum. İçeriden sesler yükseliyor. Genç ziraat mühendisi “Ne olur beni Sivas’a tayin edin” diye yalvarıyor ve otorite “Hayır, Sivas’ta boş kadro yok; seni Tokat’a tayin ediyorum” diyor. Ben bunları görünce “Manisa’yı istesem nasıl olur acaba ?” diye düşünüyorum. Sıra bana gelince özelliklerimi (birincilikle mezun olmak) anlatıyorum ve MA’u bana şunu soruyor “Neden Bornova ZMAEnstitüsünü istemiyorsun ?” Ben bir garip kişiyim ve diyorum ki “Bunu isteyecek ne cesaretim var ne de torpilim…” Önerisi çok net ve diyor ki “Sen şimdi git. Bana birincilikle mezun olduğuna dair belge getir. Ben senin torpilin olacağım ve seni Bornova ZMAE’ne tayin edeceğim”. Hemen İzmir’e dönüyorum. İstenen belgeyi gönderiyorum. On beş gün  sonra BZMAE’de asistanım. İşte elli yıl önce “liyakata önem vermek” böyle bir şeydi. Ben bunu yaşadım. Buna rağmen “düzen” olması gerektiği gibi miydi ? Tartışılır. BZMAE’ne katılınca tüm bölümlerde kısa süreli (birer hafta) tanımak amaçlı bulundum. Bunun amacı seveceğim bölümü doğru seçebilmekti. İlk anda aklım “Genel Zararlılar“a kaydı. Rahmetli İsmail ve İzzet abilerden etkilenmiş olmalıyım. Belki de bunların ikisi de yaşlı ve laboratuvar şefi olmam daha kolay olur diye düşündüm. Daha sonra “Hububat Hastalıkları Laboratuvarı“nı seçtim. Enstitüdeki on altı yılımın on dört yılını rahmetli Dr.Coşkun Saydam ve sevgili Mustafa Öğüt’le birlikte geçirdik. Çok keyifli günlerimiz oldu. Özellikle her bilimsel toplantıya araştırma sunumları yaparak mutlu olduk. Peki liyakata göre hakettiğimiz yere geldik de finansal açıdan durum nasıldı ? İşte bu sorunun yanıtı bence “düzen ve düzülen”. Tekrar üç rakam dizisine döneyim.

Önce 6968. Bu bir yasanın numarası. Hangi yasa ? (http://www.zmo.org.tr/mevzuat/mevzuat_detay.php?kod=93 ;Zirai Mücadele ve Karantina Yasası). Bu yasa ile tarımsal savaşımda düzen sağlanıyordu tee 1957 den beri. Bu yasa bugün de gerçek anlamda etkili olsaydı eğer ıspanaktaki durum yaşanmazdı. Konu “bir proje ciddiyeti” içinde ele alınırdı. İstanbul’daki iki il müdürlüğü “Entegre” çalışırdı. Bir hekim ve bir ziraat mühendisi tıpkı bir survey çalışması gibi 192 kişi ile görüşür ve ortak noktayı bulurdu. Sorunun kaynağına kanıtlarıyla gidilirdi. Böylece gereksiz ilaç tartışması yaşanmazdı. “Dul Avrat Otu” veya “Güzel Avrat Otu“yla konu savuşturulmazdı.  Herkes herkesi uyarıyor. Peki ya meslek odası ne yapıyor ? Meslek odası (Ziraat Mühendisleri Odası) konuyu ele alıp  (http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=32015&tipi=17&sube=0) gereğini yapmak yerine sadece laf üretiyor. Bakın ne diyorlar resmi sitelerinde: “…Ispanaktan kaynaklandığı ifade edilen zehirlenme, üretim aşamasından başlayarak sofraya gelinceye kadar birçok aşamadaki etkenlerden kaynaklanmış olabilir. Bu tür olumsuzlukların yaşanmaması için kamusal bir yaklaşımla bilimsel, teknik, tarafsız ve şeffaf bir gıda denetim mekanizması kurulmalıdır. Ziraat Mühendislerinin teknik bilgisini alana yansıtacağı, ulusal gereksinimleri ve üreticileri öncelikleyen bağımsız bir tarım politikası oluşturulmalıdır…” Peki sen necisin arkadaş ?

Demem o ki 6968 sayılı yasanın uygulayıcısı olacak olan yapılar yok oldu. Ne “Köy Grup Teknisyeni” kaldı aktif ne “Zirai Mücadele Şefliği” ile tarlaya inen araştırıcı ayağı kaldı. Böylece ne usta ve uzman olan, işinin ehli olan, liyakat sahibi arayışı var ne de buna etkinlik ortamı sağlayacak, barındıracak yapı var. Şimdi bütün mesele aynı hizardan çıkmış yüz ve bıyık yapısına sahip görüntüye ve biat kültürüne sahiplerle bir sürü yaratmak. Şimdi işler daha kolay. Sonuç ? Felaket ve Tavuk Döner.

Peki ya 10195 ne ola ki ? İşte şimdi ona geldik. Kırk dokuz yıl önce BZMAE’e girdim. Aybaşı geldi. Maaş aldım. Aynı konumda üç kişiyiz. Rahmetli Dr.Saydam, 10195’e göre maaş alıyor ve 1.600TL; Sevgili Öğüt, D Cetvelinden maaş alıyor ve 800TL. Ben, 35 asli devlet memuru olarak maaş alıyorum ve 525 TL. Aynı işi yapıyoruz. Çok araziye çıkışımız var. Harcırah 10 TL . Sadece öğle yemeği yersen ve akşama eve dönersen üçte birini (üçün birini) alıyorsun: 3.33 TL (üçyüzotuzüç kuruş). Bunun için de Bornova Mal Müdürü önünde ceketin ilikli hazırolda bekliyorsun. Belgelerini ne kadar doğru iğnelersen iğnele o (malın müdürü) yine hepsini söküp yeniden iğneleyecek ve söylenecek. Gece yatılı kalırsan 10 TL harcırahı tam olarak hak ediyorsun. Bununla üç öğün yemek yiyecek ve otel ücreti ödeyeceksin. Elli yıl önce bile bunu yapamazsın. Bu nedenle tarım kuruluşlarının pis misafirhanelerinde yer bulmak için yalvarırsın. Tüm bunlar bugün farklı mı ? O zaman düzen buysa neyin liyakatını ararsın ki ? Paki ya “arpalıklar”. İşte orada liyakat önemli olmalı. Ne var ki liyakat önemli olduğunda oraları da arpalık olmaz. Layık olana layık olan verilmez. Bu nedenle dün Hazerfan’ın kanatlarını yolanlar bugün de aynı nedenle milyondan fazla üniversite mezunu işsiz. Bunun yerine “bakmakla sorumlu olmadıklarına bakmanın bedelini” de bize ödetmek istemeyen liyakatsiz muhterisler var. Bunlar liyakattan uzakların baskın olduğu baskın düzenin düzenleri. Bize gelince cüppelinin zebanilerini unutmamak gerek. Gelelim 1402 e…

Aradan on yıl geçmişti. Seksenlerin ilk yılında evrenin askerleri ile düzen bir daha kesintiye uğradı. Bildiklerimden üç hoca kurban edildi sıkı yönetimin yasasına. İkisi ziraatçı biri hekimdi. İsimleri Tayyar, Nihat ve Veli’ydi. Gençtik. Cesurduk. Kavaklıdere köyüne gittik. Mantar üretim odasını gezdik. Tarık’la evine gidip mantar torbalarını alıp geldik. Mantarların satışına yardımcı olmaya çalıştık. Böylece 1402’e kurban edilen genç hocamızın yaşam mücadelesinde yanında olmak istedik. Bizimkisi Hazreti İbrahim’in yandığı ateşe su taşıyan küçük kuştan farklı değildi. En azından niyetimiz netti. Yine de düzenin adamları bizi engellemek için gözdağı vermekten kaçınmadı. Liyakatsizlerin baskın olduğu bozuk düzende hakkaniyete yer yoktu.

Demem o ki; dün de vardı bugün de var. Bugün daha çok var. Bugün daha çok can yakıyor. Var olan ne ? Bunu yaratan toplumdaki düzenin yapısı, sistemi ve insanın yozlaşması. İzmir Atatürk Lisesi’ndeki üç yılımda matematik öğretmenin hep “Kroş” oldu. Rahmetli Lütfü Türkeli (Kroş) mükemmeldi. Öğlenci olduğum yıllarda öğrenmem daha verimliydi. Çünkü her zaman derse başı hoş gelirdi. Sabahın köründe buna katlanmak biraz zor olurdu. Tahtaya kaldırırken şöyle seslenirdi “Amcasının oğlu sen gel” veya “Eniştesi sen buna ne dersin” derdi. Böylece sınıfta hepimiz hısım ve akraba olurduk. Tıpkı şimdi ülkemin hali gibi. Bugün sahnede olanların hepsi aynı hizardan çıkmalar. Farklılıklara yer kalmadı. Asrın liderinin dün kürsünde ağzı kulaklarındaydı. Keyifle masal anlatıyordu. Masalın ana fikri “yalan“dı. Tüm söyledikleri doğruydu. Ancak hedef kitlesinde muhalafetin olması yanlıştı. Ağacı balta kesmişti. Balta onların elindeydi. Balta suya düşmüştü. Dibini buldukları “Dipsiz Göl”de baltayı arayanlar onlardı. Suyu inek içmişti. İnekler ithaldi. İneğe onlar dağa kaçırdı. Gerçekten de dağ yandı bitti kül oldu. İşte Kaz Dağları. İşte Karadeniz yaylaları. Liyakatsiz olanların gözü doymuyordu.

Sözün özü; liyakatsiz oldukları için mi düzen bozuktu; yoksa düzen bozuk olduğu için mi liyakatsizler artıyordu ? bilmiyorum. Bildiğim tek şey sebep/sonuç ilişkisi yer değiştirse de kısır döngü büyüyerek tavuk dönere mahkumiyet sürüyordu. Gel de enseyi karatma ! Yine de sağlık ve esenlik dileklerimle yolumuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü