Yaşam Büfesinde “Senkromeç”

“…Hayatın fısıldadığı öğretileri kaçırırsak, bize uyandırma çağrısı olarak geri dönerler. Ve Tanrı bizi aradığında, telefonu açsak iyi olur. Zorluklar, evrenin dikkatimizi çekmek için kullandığı yollardan biridir. Fiziksel acı, bizi bedenimizi dengelemeye çağırır. Duygusal acılar direnişimizin ortaya çıkmasını sağlar. Zihinsel acı, şu anın iyileştirici gücünü ortaya çıkarır. Biraz acı çekmek kaçınılmazdır fakat biz hayatın yumuşak uyarılarını dinlemeyi öğrendikçe acı yok olur…”

NETs Güz Sohbeti (2016): Güçlerin Evrimi (SF>FF>BF) ve NKM 08042019: Kurumsal Dil & Sürdürülebilir Büyüme

Merhaba

Dün UN’nun telefondaki cumalaşma sözlerinden sonra yazmaya başladım. Yazdıklarım içime sinmedi. Çünkü yoğunlaşamadım. Zihnim İstanbul’un sandıklarıyla meşguldu. Yazım taslakta kaldı. Dün klavyeye dokunmadan önce “Yaşam Büfesinde Baharı Beklerken” diye düşündüm yazımın başlığını. Neden etkilenmiştim ? Nisanın on ikisi olmuştu ve bahar hâla gelmemişti. Hava Çeşme’de bile kapalıydı. Soğuktu. Ürpertiyordu. Hem de Çeşme Nisan güzelliğine rağmen. Hani “Martın Sonu Bahar” demişlerdi. Mart bitti. Nisandan on iki gün gitti. Salonu eşkiyalar bastı. Sandıklar kapandı. Kurullar korktu. Yargıçlar şaşkındı. Bakışımı biraz uzağa çevirdim. Maçoğlu’na baktım; şükrettim ve umutlandım. Çeşme’de evimin olduğu yer bir boğaz ve havası tıpkı İstanbul havası. Çeşme güneşten kavrulurken İstanbul’a yağmur düşerse biz burada üşürüz. Bu nedenle sıcak yaz günlerinde bir başka güzeldir bizim “Kermenyalısı” mevkii. Ne var ki bugün de hâla Martın sonundan sonra beklenen baharı getiremedi. İnşallah pazartesi bahar gelir. Bu düşüncelerle yazmaya başlamıştım dün. İlk satırlarımda Ildırılı balıkçı Mesut’un sözleri yer aldı. Mesut, Rizeli Tarık Efendiye dua ediyordu. Şaşırdım. Neden duayı hak etmişti Tarık Efendi ? Mesut’un her akşam sofrasında balığın yanında bir kadeh “Aslan Sütü” bulunurmuş. Ne var ki soğan on lirayı aşınca, pazar arabaları rafa kalkınca, şişesi iki yüz lirayı aşan Aslan Sütünü içemez olmuş. Bu nedenle Rizeli Tarık Efendiyi hayırla anıyordu. Neden ? diye sordum. Yanıtı netti :” Ondan Allah razı olsun; hepimizi kimyager yaptı”. Böylece Mesut’un da diploması olmasa bile kendini Aslan Sütün imal edecek bir kimyager olarak görüyordu. Böylece Mesut benim hep söylediğim şeyi yaşama aktarmıştı: “Yetkinliklerinizi eğitirseniz beceriniz olur“. Mesut’un okuma yazması vardı; iletişim ağı güçlüydü ve bunları geliştirip kendini sertifikalı (!) kimyager olarak görüyordu; özgüveni yükselmişti. Gelelim “Senkromeçe“…Ne alaka ?

AReF‘den PeCA’ya 42 Yılın İzleri

Kırk iki yıl önceydi (1977). Enstitüde doktora çalışmam sürüyordu. Rahmetli babam YSE’de gece bekçisiydi. Yıllarca esnaflıktan (kahveci, köfteci ve bakkal) sonra az da olsa düzenli maaş alınca yaşanan ekonomik sıkıntıları aşmış ve biraz birikimi olmuştu. Çoğunu babam verip kırk yedi bin liraya bir araba aldım: 1968 model Anadol (35 EN 449; AreF‘nin “A” sı) Daha sonra ehliyet aldım. Ehliyet alma sınavına sahibi olduğum Anadol ile girmedim. Çünkü sınav sırasında en kritik bölümlerden biri olan “vites küçültme” işini Anadol ile hocaların beklentilerine uygun şekilde yapmak pek kolay değildi; hatta olanaklı değildi. Çünkü Anadol’un şanzımanı “Kara Şanzıman” idi. Anlamı, “Senkromeç”li değildi. Özellikle vitesi 2 den 1 e atmak aracı durdurmadan olanaklı değildi. Bunu yapmaya kalkarsan bar bar bağırıyordu Anadol. Buna “Cayırtı” diyor oto tamircileri. Bugün Çeşme’ye bile soğuk getiren İstanbul’un baharı getirmemek için direnen havasına bakınca bugün de siyasilerin cayırtılarından, koltuğu bırakmamak için, geri vitesi olmayan muktedirlerin de “Senkromeç“lerinin olmadığını görüyorum. Internete bakalım ve neymiş bu “Senkromeç” ( https://www.otoclubturkiye.com/forum/topic/293938-senkrome%C3%A7-nedir-senkrome%C3%A7-ne-i%C5%9Fe-yarar/ )

” … Vites değişimi sırasında, bir vitesten diğerine geçildiği sırada, dişlinin birisi sabit dönerken, diğeri hızla ve ivmeyle dönmeye devam ederken yavaş dönen dişli ile devir sayıları eşitlenmeden kavranırsa, vites geçişlerinde zorlamalar ve zamanla dişlilerde aşınmalar kırılmalar oluşur (MC:Bugün İstanbul’da da kırılma noktasının eşiğindeyiz). Senkromeç, vites kutusunda motor prizdirekt mili üzerindeki dişlileri ile geçecek olan vites dişlileri arasındaki devir sayısını eşitlemek için kullanılır (MC: Kurallar net ve daha önce uygulanarak geçerliliği kanıtlanmış. Buna rağmen alacak verecek arasında devirlerini eşitlemekten özellikle kaçıyorlar).. Vites kolunu hareket ettirdiğimizde hareket veren dişli ile hareket alan dişli arasındaki devir sayısı senkromeç ile eşitlendikten sonra vites geçer. Bu sayede, sarsıntısız ve vuruntusuz bir geçiş sağlanmış olur (MC: Bu gidişle biz sarsıntısız ve vuruntusuz bir geçiş yapamayacak gibiyiz. Aman Allah korusun). Debriyaja tam basıyor olmamıza rağmen, vites geçişlerinde dişli sesleri geliyorsa veya vitesler zorlanarak geçiyorsa, ilgili vitesin senkromeçi aşınmış ve frenleme görevini yapamıyor demektir (MC: Sadece senkromeç mi aşınmış İstanbul’un sandıklarında; bence yiv set de kalmamış karar vericilerin zihinlerinde. Don’t fuck my mind). Bu durumda, geçici çözüm olarak, biraz bekleyerek dişlinin yavaşlamasını sağladıktan sonra vitese takılabilir. Kesin çözüm ise, ilgili senkromeçin değiştirilmesidir (MC: Kesin çözüm değiştirme). Ayrıca, bir çok vites kutusunda 1. ve geri viteste  senkromeç bulunmaz.. bu sebeple bu viteslere geçişte, biraz zorlanması normaldir…”

Ortalık cayırtıdan geçilmiyor. Senkromeçlerin değiştirilmesi gerek. Matah bir şey de değil parasal bedeli. Ancak işçilik, ustalık ve dürüstlük önemli. Bunları da mumla ya da elinde fenerle gündüz vakti bile arasan bulamazsın bugün İstanbul sokaklarında. Bu nedenle olsa gerek üç yıl önce İzmir Atatürk Organize Sanayide 600 işçinin çalıştığı senkromeç fabrikasının sahibi işleri bozulduğu için intihar etmişti. Herkes hız uyumu sağlamak için, geçişleri hasarsız yapmak için, cayırtıları önlemek için gerekli senkromeç yenilemesini yapsaydı bugün Erdal Sıraçe yaşıyor olacaktı ( http://www.hurriyet.com.tr/ekonomik-krizi-asamayan-sanayici-erdal-sirace-i-40218660 ). Nereden nereye ?

İşte 1977 de sahip olduğum ilk arabam olan Anadol’un şanzımanı karaydı, ama vicdanı aktı. Senkromeçi yoktu ama sekiz yılda Alanya-İstanbul hattına kadar uzanan keyifli ve acılı günlerimizde bizi hiç yolda bırakmadı. Bazen gaz teli koptu, telefon kablosundan el gazı yaptık. Bazen karbüratör yayı koptu, saç tokasının lastiğini kullanıp Boğaz Köprüsünü geçtik. Her yüz kilometrede bir direksiyon kutusunun vidalarını sıkmayı unutmadık. Olurda unutursak bize kafa sallayarak hatırlattı. Bizi, bize öğretti. Yetkinliklerimizi beceriye çevirmemizde öğretmenimiz oldu. Anadol’uma sorardım: “Yokuşu mu seversin, inişi mi ?” radyatöründen puflayarak “Düz yolu gözün kör mü ?” derdi. Çünkü yokuşu sevmezdi motor istiyordu. Sekman attım, yetmedi; rektifiye istedi. Ben de “idare et abicim” diye erteledim (MC:Kurul da Maltepe kararını verilmemiş başvuruyu beklemek için erteledi. Don’t fuck my mind). İnişi sevmiyordu, çünkü frenleri iyi değildi. Yılda iki kere vizeye giderdim. Çınarlı’daki Karayolları görevlisi memur adeta bana yalvarırdı. Ben de memur olduğum için aramızda empati vardı. El freni testinde hep zorlanırdım. Halbuki hemen vize yerinden (Araç Muayene İstasyonu) azıcık ilerde olan Kamuran Ustadan el freni ayarını yaptırıp gelirdim. Görevli derdi ki “Azıcık olsun tutsun, kabul edeceğim“. Yine de halime acır ve testi geçerdim. Arabadan, araba kullanmaktan ve devlet memuru olmanın kısıtlı olanaklarına rağmen ailecek seyahatler yapmaktan en çok keyif aldığımız arabamızdı “Mavi Anadol“. Özel sektöre geçince şirket arabası verildi ve Anadol’u 1985 yılında dört yüz yetmiş bin liraya sattım. Demek ki neymiş ? Dokuz yaşında 47.000TL ya aldığım Anadol’u 17 yaşında on kat daha değerli olarak satmışım. İşte seksenli yılların ekonomik durumu böylesi enflasyonistti. Bugün de aynı havaya girmenin eşiğindeyiz on liralık soğanla. Daha de bet(t)er günler olması kaçınılmaz görünüyor. Bakarsın Rizeli Tarık Efendiden biz de bir şeyler öğreniriz üretim alanında, arka bahçemizde çim yerine soğan dikerek… Why not ?

Ardından “Kırmızı Renault” girdi yaşamımıza (AReF‘in “Re“si). Onunla da çok anılarım oldu, öğretici ve ustalık yolunda ilerletici. Daha sonra yazarım. Nihayet sesimi duyunca otorite by-pass’tan hemen sonra başarı pastasını paylaştırırken satış dışı olan ancak “Satış Desteği” olan bizi de gördü. İyice bir prim verince bu kez Ford Fiesta‘lı olduk (AReF’in “F“si). Özellikle Kerem’in delikanlılığında ve onun için de yaşanmış öykülerim var. Daha sonra. İlk ikisi ikinci eldi ve “F” le ilk kez sıfır araç almanın keyfini yaşadık.

“AReF” ten bugün “PeCA” nın “A“sına (Audi A3 2018) uzanan araçlanma yolculuğunun öykülerini bir başka yazıma bırakayım. Bay Millman’dan bir yine alıntı ile yazımı sonlandırayım:

“…Paul’un arabası eski bir manastırın kapısı önünde bozulmuştu. Kapıyı çaldığında keşişler onu sıcak bir tavırla karşıladı. Geceyi geçirmek için bir yer verdiler. Ertesi sabah arabasını tamir etti ve veda etti. Gitmeden önce Paul, keşişlere önceki gece duyduğu inanılmaz sesin kaynağının ne olduğunu sordu. Keşişler “Bunu sana söyleyemeyiz, çünkü sen keşiş değilsin” dediler. Paul yoluna devam etti, fakat o sesi hiç bir zaman unutmadı. Bir kaç yıl sonra aynı manastırın önünden geçerken lastiği patladı. Keşişler yine onu misafir etti, karnını doyurdu, lastiğini tamir etti. O gece Paul yine yıllar önce duyduğu o inanılmaz sesi duydu. Aynı soruyu bir kez daha sordu ama yine aynı cevabı aldı: “Sana söyleyemeyiz, sen bir keşiş değilsin“. Fakat bu kez Paul, kaderin neden kendini buraya getirdiğini anlamıştı; bu sesin kaynağını öğrenmek zorundaydı. “Pekala” dedi. “Keşiş olmaya karar verdim. Ne yapmam gerekiyor ?”. Ona dünyayı dolaşıp bütün kiliselerdeki bütün haçları sayması gerektiğini söylediler. Böylece yolculuğu başladı. Savaş alanlarından geçerken büyük tehlikeler atlatarak, her yerden uzaktaki küçücük dağ köylerine giderek otuz sekiz yıl boyunca dolaştı. En sonunda geri döndü. “Tüm dünyayı dolaştım ve benden istediğiniz şeyi yaptım” dedi. “Dünya üzerinde tüm kiliselerde 362.578 haç var”. Keşişler Paul’un önünde eğildi. “Tebrikler. Artık bir keşişsin. Biz de sana sesin geldiği yerin yolunu göstereceğiz”. Onu tahta bir kapının önüne götürüp eline bir anahtar verip “Ararsan, bulursun” dediler. O kapının arkasında Paul, anahtarları karanlıkta bir yerlere saklanmış olan bir sürü başka kapının bulunduğu bir mağara gördü. Günler sonra, en son anahtarı buldu ve son kapıyı açtığında, tüm o yolculuğa değen, tuhaf ama muhteşem sesin kaynağını görüp şaşkınlıktan dona kaldı…”

Size bundan fazlasını söyleyemem. Çünkü, siz bir keşiş değilsiniz. Sözün özü; emeksiz yemek olmaz. Hiç bir emek boşa gitmez. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü