Yaşam Büfesinde “Çifte Güvence (ASA)”

“…Bugünlerde bizim evde büyük amca ile en küçük yeğen arasında en popüler olan müzik “abim damat oluyor; sıra da bana geliyor…” ki önceleri merak ederdim “damat“olunca ve sıra bana gelince neler oluyor diye. Bu konuya takılınca zihnimin kıvrımları “Damat Ferit Paşa” gelirdi yadıma…Altmış dokuz yaşında (1922) yurt dışına kaçan ve bir yıl sonra da Fransa-Nice’de ölen paşa damat kadar her damadın kaçmak kaderi midir bilmem ! Damadın kontrol altına tuttuğu kurnalardan akar giderken tükenmiş kaynaklar soylu konaklarda dalgalanan albayraklı ekip çifte güvenceyi güvence altına alabilir mi kaos eşiğinde ; uyku tutar mı gözleri yaşamın gelgitlerinde; tren kazasında yiten canların verilmeyen hesaplarında…”

C13Plus /27 Geleneksel Çeşme Gecelerinde Ekmel ve C1-4 yaşam mimarlarının övgüleri ve beklentileri   

Merhaba

Yeni bir modele geçtik (ya da geçirdiler). Bundan böyle “..ş g.. davası olmaz” diye düşünerek zevk almaya bakmak gerekirse de çare bulmak, medet ummak ya da en azından avunmak için Tanrı’nın Dükkanı‘nı aradım. Derdime derman olur diye şifalı bir meyve istedim; “bizim dükkanımızda meyve olmaz; tohum bulunur” sözleri ile irkildim. Ona da, kendini çifte güvenceye aldığı ASA Üçlüsüne de Tanrı mutlaka dükkanından birer tohum vermiştir. Yeni sistemin “ben sizin babanızım; ben ne istersem o olur” ortamında belki de her birinin tohumundan birer şifalı meyve oluşur da yeniden cennetten kovuluruz. Bakalım birinin genç hısım olması; diğerinin kendini hâlâ gençliğindeki militan sanması ve geri kalanın da iki yıl önce süt dökmüş kedi gibi kuzu kuzu boyun eğmesi bizi (!) “Çifte Güvence” ile aydınlığa çıkarmaya yetecek mi ?  Bundan böyle “Bay Başkan”ın mazeret üretmeye nedeni olmayacaktır. Geçen yıl Ocak ayında “HAYIR” baskınlığında üç öyküden birer parça alarak yazdığım yazıdaki “Tanrı’nın Dükkanı” masalının öğretisinden medet umdum, ceza alanına girmeden yazabilmek için (http://www.copcu.com/2017/01/15/yasam-bufesinde-tanrinin-dukkani/). Aklım karma karışık. Neden mi ?

Bir yanda, sadece ihmal ve vicdansızlık nedeniyle tren kazasında yiten 24 can ve “ignore negatives / olumsuzu görmezden gel” düşüncesiyle sesi çıkmayan sorumlular. Böyle bir kaza Japonya’da olsaydı; önce o hatta sorumlu olan en yakın yetkili (istasyon şefi ya da bölge müdürü) harakiri yapardı. Bunu yapan müteahhit hemen gözaltına alınır ve gecikmeden, en kısa zamanda en ağır ceza ile hapsi boylardı. Buna onay veren mühendis hemen cezalandırılırdı. Demiryollarının genel müdürü hemen istifa eder; bakan görevden alınır ve can yitiren ailelere en hızlı, en etkili, en işe yarar şekilde teselli edecek tazminatlar gecikmeden ödenirdi. Heyhat ! Hiç bir otoritede sorumluluk bilinci, vicdan ve insan olma onuru kalmamış. Öte yandan madem ki “Bana Başkan” denir diyorsa tek adam ve otorite “ben sizin babanızım ben ne dersem o olur” diyebiliyorsa vicdanı hemen ilk önce onun sesi duyulurdu medyanın her yerinde “Eyyy !…” diye sesini yükseltirdi. Böylece millet kıraathanesinde miskin miskin keklerini yemekte olan işsiz taifesine demiryollarında hemen bir iş yaratılırdı. Yüreğimi buran tren kazasından birkaç gün önce “Geleneksel Çeşme Bahçeleri” buluşmamızda (C13Plus/27) sevgili Ekmel gecenin ilerleyen bir saatinde “Kara tren gecikir belki de hiç gelmez” diye şarkıya başlamak isterken bir süre tereddüt etti. Çünkü şarkıyı/türküyü çok sevmemize rağmen bu şarkıyla özdeşleşmiş olan Yavuz’u hiç sevmediğimiz için söylemek, söylememek arasında kalmıştık. Yavuz gibi Sezen’i de sildim defterimden onca sevgime rağmen. Onların da pişmanlıkları var mıdır benim gibi ? Benim pişmanlıklarım neler ?

Pişmanlıklarımız yazmadan önce aklımı (ne yazık ki yaramaz taşra çocuğu olmanın beynime kazıdığı deyimi burada yazamıyorum, sanal ortamda /fanusta büyüyen “Z Kuşağı”na kötü örnek olmamak için. Yine de yerinde duramayan parmaklarım tuşlara bu yönde basmaya devam ediyor: “Aklımı g.. v….”) eden diğer gelişmelerin takıntısını aşamıyorum. Bu nedenle yazıp da sıfırlamam gerek (yanlış anlaşılmasın, aklımı, aklımdaki karmaşayı). Dershane sahibi, profesör eğitimciyi Milli Eğitim Bakanı görmek beni rahatlatıyor (bugüne kadar olan bakanlara bakınca Bektaşinin şarap fıkrası gibi onlardan daha kötüsü olamaz diye de olsa). Ancak McCain’li Ekrem oğlunun Tarım Bakanı olmasından; Medipol’lu Kocaman’ın Sağlık Bakanı olması, Tur Şirketi sahibinin Turizm Bakanı olması iyi mi yoksa kötü mü (yağma hasanın böreği mi ) bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa pişmanım. Pişmanlıklarım daha çok “Bağlanmış Basiret” ya da “Basiretsizlik“ten dolayı. Geleceği öngörememek ya da görüp de “Kassandra Sendromu” nedeniyle değiştirme gücüm varken değiştirememekten dolayı pişmanım. Kendime söz geçirememek, ya da küçük bir adımı atmamış olmak sonucu uğradığım küçük ama iz bırakan, sürekli olarak üzen, kendimi suçlamaktan vaz geçirmeyen birkaç olayın nedeni olmak beni sürekli yaralıyor (https://tr.linkedin.com/pulse/cassandra-pollyannay%C4%B1-seviyor-asl%C4%B1nda-a-kadir-%C3%A7ayl%C4%B1geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Cassandra sendromu adı verilmiştir.)

Ben “Kassandra Sendromu“nu ilk defa “12 Maymun” filminde duydum ve anladım. Daha sonraları da iki global birleşmede neler olacağını bilmek için kahin olmak gerekmediğini düşünerek 1997 ve 2001 deki CINOS’laşmada görüp gücüm yettiğince çare türetmeye çalıştım. Seferberlik ilan edip Türkiye’nin dört bir yanına koşturdum. Devşirme güçlerle Akdeniz seralarından Giresun fındıklarına, Alaşehir bağlarından Malatya’nın kayısılarına uzandım. “Nol’cek halimiz ?” diye düşünmeye zaman kalmasın diye gece, gündüz tarla, kahve mesleğimizi kırmızı tulumlarla yapmaya örnek olarak görev dışı alanlarda, sınır aşımlarıyla çırpındım. Onsekiz yıl önce tanıştığım by pass boş yere gelmedi başıma… Bundan pişmanlık duymadım. İlk pişmanlığım tıpkı yedek subay kurasında Erzurum’u çeken bileğime küfrettiğim gibi (ki haksızlık etmişim; en güzel onsekiz ayım geçti Erzurum’da), Çiller / Mesut kısır tartışmalarından bıkıp da akgillere ilk oy verişimdir pişmanlığım. Daha sonra ne yaptıysam sonuç değişmedi. Bir kere olan olmuştu. Şimdi bu haldeyiz ve çok pişmanım. Ya diğerleri ?

En sonuncusundan başlayayım. İki muhabbet kuşumuz vardı. Dün gece kedi kafesi kırdı ve kuşlar kaçtı (!). Halbuki her gece üşenmeden içeri alsaydım bugün yaşıyor olacaklardı. Tek suçlusu benim. Kuşları koruyamadım. İster tembellik diye en yakın yargıyı verin, ister “adam sendecilik” deyin biraz daha fazla suçlayın; ortada bağlanmış bir basiret var. Allah affetsin.

Biraz daha geriye gideyim. Kapının önünde bir tekne bağlı (Kerem’in). Kıçında da büyük bir takma motor. Kış gelmek üzere ve Çeşme’den İzmir’e gidişlerimiz daha sık. Çevrede de duyuyoruz. Motorlar çalınıyormuş. Komşuma rica etsem; ya da birine elli lira versem motoru söküp içeri alıcam. “Birşey olmadı; olmaz abicim” düşüncesiyle ya da yine tembellik nedeniyle bunu yapmadım ve bir sabah gördüm ki teknenin motoru çalınmış (yazık oldu onbin liraya). Yüreğimde bir pişmanlık burukluğu ki Kerem’den en küçük serzeniş duymadım, görmedim, hissetmedim. Sonunda cana değil mala gelse de unutamadığım bir pişmanlıktır. Asıl canıma yakan bu değil.

Gecenin bir vakti köpek sesleriyle uyandık. Yatak odasının penceresinden yola baktık. Alaca karanlık yolda iki köpek bir köpeğe saldırıyordu. Saldıranlar gündüz görmediğimiz iri yarı iki yabancı Kangal idi. Altlarına aldıkları köpeği göremiyorduk. Alttaki köpeği boğazından yakalamışlardı. Alttaki köpek ölüm hırıltıları çıkarıyordu. O ses hâlâ kulaklarımı tırmalar. Yola çıkıp müdahale edebilirdim (!). Korku mu, yoksa, uyku sersemliği mi ya da bağlanmış basiret mi her neyse çık(a)madım. Sabah yürüyüşe çıkarken boğazı parçalanmış “Cango” yolda yatıyordu. Gözyaşlarımızı ada yürüyüşünde denize bakarken akıttık. Cango bir sokak köpeğiydi. Ama kapımızın önünde bizim gibi hep bizimleydi. Bir başkaydı. Sakindi. Çevredeki diğer köpeklerin saldırısına uğrasa da her sabah bizimle ada yürüyüşü yapardı. Pınar onun için bir kış yetecek hazır mama almıştı (o yıl 350 TL mama parası verdiğini görmüştüm gelen kargo fişlerinde). Cango’nun çok güzel gözleri vardı. Demem o ki Cango’yu koruyamadım. En büyük pişmanlığımdır. Cango ve kuşların böyle bir akıbete uğramalarından ben sorumluyum ve kendim kendimi inandırabilseydim Cango’ya üçüncü boyunluğu alırdım (iki defa aldım; düşürdü). Bugün ASA Üçlüsü ile soylu saraylarda albayraklı ve özel sektörlü ekiple tarihin sayfalarında akarken bay başkanın aklı ve vicdanı bakalım hangi pişmanlıkları önleyecek ya da yaratacak. Yolu açık olsun.

Başka pişmanlıklar yaşamamak için, C13Plus’taki gibi şükür ve şükran dolu beraberlikleri sürdürebilmek için, yolumuzun açık ve aydınlık olmasını diliyorum; sağlık ve esenlik içinde, keyifli ve huzurlu günlerde.

Öykücü