Yaşam Büfesinde “Lahavle”

“…Şimdi hikayeyi dinle. Sofi yorgundu. Gece oldu; sofi bir hana konuk oldu. Sofra kalabalıktı. Sohbet derindi. Konuğa yemek getirdiler. Sofi o zaman ahırdaki eşeğini hatırladı. Hizmetçiyi çağırdı: “Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver” dedi. Hizmetçi dedi ki “Lahavle. Bu ne fazla söz ! Eskiden beri bu işler benim işim“. Sofi “Önce arpayı ısla, çünkü eşek karttır, dişleri sağlam değil“. Hizmetçi “Lahavle. Ey ulu bunu niye söylüyorsun ? Bu hizmet usulünü hep benden öğrenirler” dedi. Sofi “Önce semerini indir, sırtına da ilaç koy” dedi. Hizmetçi “Lahavle. Ey hâkim benim senin gibi yüzlerce konuğum geldi. Hepsi de yanımızdan memnun gittiler. Konuk bizim canımızdır, bizdendir” dedi. Sofi “Suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “Lahavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi. Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “Lahavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi. Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın, ıslaksa biraz kuru toprak serp” dedi. Hizmetçi “Lahavle. A babam, Lahavle de. Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle” dedi. Sofi “Eşeğin sırtına tımar at” dedi. Hizmetçi “Lahavle. Baba artık utan” dedi. Bunu deyip eteğini sıkıca beline dolayıp “İşte gittim. Önce arpa ve saman getireyim” dedi. Dedi ama…”

Hüzünlü bir günün ertesinde mükemmel bir düğünde COPCUlar ve COPCULAŞMAK 

Merhaba

Yazımın girişindeki öykü Mesnevi’den alıntıdır. Sofi’nin stili mi hizmetçiye illallah dedirtmiştir, yoksa hizmetçinin hizmetçi oluşunun tepkisi mi eşeği aç bırakmıştır. “Eşeğin Çilesi” büyüktür. Ne zaman “Lahavle” sözcüğünü duysam iki şey gelir aklıma. Bunlardan biri Yul Brynner ve Deborah Kerr’in oynadıkları “Kral ve Ben” filmidir. Yul orada “Lahavle vesaire” diye kısa kesmektedir. Diğeri de çocukluğumda rahmetli annemden anımsadığım sabır sınavı testlerindeki sığınılan tam versiyonlu Lahavle’dir: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” dir ki anlamı da  “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir ” demektir. Peki neden 24 Haziran’da Eşeğin Çilesi ve korkular artarak sürmeye devam etme kararı verildi. Biz nerede hata yaptık ? Biz mi yanılıyoruz ? Halbuki gerçekten de şu an yaşadığımız koşullardan birey olarak, aile olarak, bölge olarak hiç de öyle şikayet edecek bir durumumuz yok. Rahat bize batıyor mu ? Biz macera mı arıyoruz ? İşte bu noktada yine lise yıllarımdan bir beyit düşüyor aklımdan ellerime:“Bais-i şekva bize hüzn ü umumidir Kemal / Kendi derdi i gönlümün bizzat gelmez yadına” dan başka özlediğimiz değişimden başka hiçbir özel beklentimiz yok. Ne siyasiyiz; ne de yakın olup çıkar beklentimiz var. Korkularımız daha çok yarınlar için ve gençler için. Çünkü deniz bitti. Satılacak fabrika kalmadı. Soğan 7 lira oldu ve soğan bakanı bunu anlamıyor. Çünkü şeyinde değil. O bakan ama gören değil. Nereye bakıyorsa, neden bakıyorsa ? Üretim yok. Üretmek isteyen yok. Üretmeyi teşvik eden yok. Kırlarda yuvarlanıp kahvede bedava çay ve kekle guguk kuşlarının, ibibiklerin ağzına bakarak yaşamak kolaylarına gidiyor. Afyonlanmış gibiyiz ülkecek. Mahalle başkanları aktif; ibibikler cüppelendi ve oyunu öğrendi; keyif alarak yaptı. Nereye kadar ?

“The Day After (Ertesi Gün)” yaşam aynen sürdü. Ne gök karardı; ne de gecenin karanlığı yok oldu. Düzen sürdü; düzülen de. İkinci sınıf yönetici olan Darkılıçoğlu çapsızlarla yola revan oldu. Rakip olması olası ki parti disiplini açısından bunu yapmayan, yapmayacak olan kaliteli ekip üyelerini liste dışı bıraktı. Bu beceriksizliğe kendi aklı yetti mi ? Yoksa bir başka akılsızın ya da hainin sözlerine mi uydu ? Yazıklar olsun. Bu arada Sözcü’de Yılmaz’ın ertesi gün (dün) yazdığı yazının ana fikrini çok sevdim. Bizim SSTC Ustalık Yolculuklarının temel prensiplerinden biri olan “İnsanlar umursanan eylemleri sürdürmek (bu nedenle pick up positives diyoruz) ve umursanmayan eylemleri durdurmak (bu nedenle ignore negatives diyoruz) eğilimindedirler” sözünün ne kadar doğru olduğunu uzun adamın stratejisinde aynen gördük. Demek ki düşündüğümüzden daha akıllı, daha kurnazmış ve en basit taktiği uygulamış: Meral’i, Temel’i bir kere bile ağzına almadı ve onları unutturdu; devre dışı bıraktı. Sadece “Bay Muharrem” diyerek kararsız, oynak, kaypak seçmen grubunu “Millet”e gitmemesi için kendi safında “Cumhur”da bütünleştirdi. Helal olsun. Taktik böyleyken alt yapıyı da ibibiklerle ve mahalle başkanları ile önceden halletti ve böylece hedefin %100 ne ulaştı. İki kere helal olsun. Bu helal olsunlar içten mi geliyor, gönülden mi, yürekten mi ? Hadi canım sen de. Bence “BEK Üçlüsü“nün üçü de aynı yolun yolcusu; aynı kaynaktan besleniyor ve bence üçü de oyunu kişisel çıkarlarını korumak için oynuyorlar. Birinin basiretsizliği, pısırıklığı; diğerinin bunamışlığı ve üçüncünün de aç gözlülüğü bana arsız ökse otunun beslendiği ağacı kurutuncaya kadar sömürmesini hatırlatıyor. Allah’ım sen doğrusunu bilirsin. Yetmez mi Sofinin eşeğinin çilesi ?

Aklıma mukayyet olmalıyım. Silkinmeliyim.  Önüme ve yanıma bakmalıyım. Yarın Netgillere gideceğim. Kavuklar çağrıma yanıt vermedi. Aracımı İsmail Ustaya bırakmaya karar verdim. Kırk yıl önce 1968 Anadol’um vardı. Ben Enstitülü bir garip devlet memuru idim. Resmi servis nedir bilmezdim. Ford servisten ayrılmış Kâmuran Usta vardı. Ona giderdik, rahmetli Dr.Saydam ile beraber. Coşkun beyin de arabası Anadol idi. Şimdi neden Kavuklar’da ısrarcıyım ki, nasıl olsa Kaktüs’ün de garanti süresi doldu ? Yanıt basit: Güven. Ayrıca gençtik ve ne arabanın eskiliği ve eksikleri ve ne de yolların bozukluğu bizi etkilemiyordu. Örneğin direksiyon kutusu arızalıydı. Kara kutunun dört köşesindeki vidaların ikisi yalamaydı. Sıkça sıkılması gerekiyordu. Ön tekerler çukuru düşünce kafa sallardı vidaları gevşeyince benim Anadol (tıpkı çöldeki hızlı devenin her 100 km de bir masturbasyon istemesi gibi). Hemen iner vidaları sıkardım. Böylece yola devam ederdim. Karbüratörü arızalıydı. Sabah ilk çalıştırmada karbüratörün üstündeki hava filtresini çıkarır, karbüratör boğazına bagajda taşıdığım şişeden benzin dökerdim. Jikleyi kapatır ve çalıştırırdım. İçerden jikle telini itersen karbüratör boğazını hava girişine kapatan klape açılmazdı. Aşağı inip elinle açman gerekirdi. Tüm bunları bilmediği için hırsız benim arabamı çalamazdı. Çok uğraştı; speaker (haporlör) ları çaldı. Arabayı evin önünden iki yüz metre öteye kadar götürdü ama çalamadı. Kapı kilidi bozuktu. Her anahtarla açılırdı. Kontak anahtarı bozuktu. Tırnak makası ile bile çalışırdı. Hatta çalışırken anahtarı çıkarsan bile çalışmaya devam ederdi. Tüm bu özgün farklarıyla Anadol bize 8 yıl / +100.000 km hizmet etti (1977/1985). İnşallah bize haklarını helal etmiştir. Çok kahrımızı çekti. Hasta ablamızı İzmir’den İstanbul’a kemoterapiye götürdü. Boğaz köprüsü üzerinde gaz teli koptu ama saç tokasının lastiği ile yola devam etti. Alanya’a, Gönen üzerinden Çanakkale’ye, birkaç kere İstanbul’a götürdü bizi. İzmir Karagöl’e 11 kişi çıktık Anadol’la ve dönüşte arabamda sadece rahmetli İkbal abla vardı. Onu da denge unsuru olarak bindirmiştik; kırılan susta tekere sürtmesin diye. Kahrımızı çeken (35 EN 449) mavi Anadol’dan sonra kırk yıl içinde çok çeşitli arabalar kullanıp, yaklaşık 3 milyon km yol yaptım ve şimdi Citroen Cactus’le en ekonomik kullanımla çok şükür devam ediyoruz yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken ve full yetmiş dörde az kalmışken. Binlerce şükür. Daha ne ister insan ?

Yazımın ekinde hüzünlü geçen 24 Hazirandan bir gün sonra sevgili İklim ile Ozan’ın düğün törenlerine katılan Copculardan kesitler göreceksiniz. Bunlardan ilk bölümde görülen “şükür ve şükran” dır. Sevgidir. Sarılmaktır. Öpmektir. Bütünleşmektir. Gözlerden eksilmeyen ışıltıdır. Tüm bunlar 24 Haziran sonrası avunduklarımızdır; güvendiklerimizdir.

Ülkem için de benzer güzellikleri diliyorum.

Öykücü