Yaşam Büfesinde “Taş Devri”

“…Marketten gazete alıp eve geliyordum. Yanımda bir araba durdu. Kadın indi; yanıma geldi. Pek tanıyamadım. O beni tanıdı (!). Ankaralı müteahhit falancanın eşiymiş. Denizde karşılaştık sanırım. Samimiyetle yaklaştı  ve elimdeki gazeteyi sordu. Ben “sizce ne olabilir ?” dedim ve “Sözcü” olduğunu söylediğimde biraz duraksadı. Kime oy vereceğimi sordu. Belli ki oy avına çıkmışlar. “Sözcü okuyan biri sizce kime oy verir ?” diye soruya soru ile karşılık verip ardından “siz kime oy vereceksiniz ?” dediğimde “Meral Akşener” dedi. İnandırıcı değildi. Sadece konuya doğrudan girmekten sakınıyor gibiydi. Anlaşılan o ki ara geçiş konumunda durmak  ve yumuşak geçiş arayışını sürdürmek istiyordu. “Ne güzel,  Hayırlı olsun” diye ayrılma niyetimi belli etmeme rağmen konuşmayı sürdürmek istedi. Tavırlarından taş devrinin beton devrine yerleşmiş kalıpların kerestesinden biri olduğunu anladım ve bu zorunlu kısa buluşmaya mecburcu kaldım. Densiz, bir de on altı yılın reklamını yapmaya kalkmasın mı ! Taş ve kereste ile yoğrulmuş bu soytarıların yapay zeka ile yarışmak için gelişmek yerine cumhur kıraathanesinin kekleriyle afyonlanarak aya uzanan dört şeritli yoldan milletin orasına burasına koyarak pay kapmak gayretinde olduklarını bir kez daha gördüm. Bayramı yaşarken ya sabır çekip “Allah ıslah etsin” demekten kendimi alamadım…”

Bizim evin haller; Bayram gibi bayram; Daha ne ister insan ! Binlerce şükür

Merhaba

Yazımın girişindeki kısa yaşanmışlık Nezuş’a ve biraz önceye aittir. Taş devri, taşlar bittiği için bitmedi. Hele ülkemde son on altı yılda taşlar gündemden hiç düşmedi. Taş taş üstüne korken utanmadan oramıza buramıza da koyanlar bizi kekli cumhur kıraathanesine gönderip ülkemin tüm kaynaklarını taşlara gömdü. Yontma taş devri bitti derken cilalıdan sonra yeniden yontulmamış kerestelerle betonlu taş devri başladı. Kerestelerin betonları gökyüzüne uzandı. Sekiz gün sonra kim kazanırsa kazansın reçete acı; yaşam daha bir zor olacak ki kekli zırvalık (!) ayrı bir taktik. Amaç kararsızları ve işten, aştan çalışmaktan umudu kesmiş olanları günü kurtaracak mantıklı (!) ve erişebilir söz verişlerle uyutmak ki çok iyi yaptıkları gerçek. Konu ne bordan cam ya da borcam ne de kıraathane ve kek konusu; konu doğruca afyonlama.

Ben bu durumu, böylesi basite indirgenmiş söz verişleri bizim gençliğimizdeki (ellili yılların sonları altmışlı yıllar) “parça filmlere” benzetiyorum. Yaz sıcağında kapalı sinemada uyduruk isimli Türk filmlerine giderdik. Bilet alırken sorardık “parça film var mı ?” . Yanıt olumlu olursa girerdik. Açtık. Açlığımız sekseydi (sek sek değil, seks). Bugünlerin pornosuyla o günlerin pornosu arasındaki temel fark neydi bilir misiniz ? Bugünlerde porno filmlede güzellik kraliçeleri var. Çünkü bugünün satın alma gücü, kişi başına 10b$ a yükselen yaşam standardı (!) ile bu güzelliği satın alma hayaline yetiyor. Halbuki altmışlı yıllarda daha çok Zerrin Ö….r gibi hatunları porno filmde oynatmalarının nedeni izleyen açların hayal güçlerine uyum içindi. Çünkü pornocular çok iyi biliyorlardı ki eğer izleyicinin erişme umudu olmayan çok güzel kadınlara pornoda rol verirlerse bu güzelliğe erişme umudu olmayan açların gözünde bu filmler cazip, çekici, etkileyici (!) olmayacaktı. İkinci ve hatta üçüncü sınıf oyuncuların seçiminin özel bir nedeni vardı: Erişilebilirlik. İşte bugün kekli ya da meydanda yuvarlanmalı hedefler tıpkı porno filmdeki gibi “erişilebilirlik” etkisi açısından göründüğünden daha önemli bence. Gelelim sekiz gün sonrasına. Seçimin kaderi nelere bağlı ?

Çünkü seçimin kaderi birkaç basit şeye bağlı. Bunlar:

1.Kararsız (ve umutsuz)ların kararına,

2.Mahalle başkanlarının maharetine (!),

3.Dalaveralara ki başına bir de “alavera/dalavera” ekleyince çocukluğumuzda ikinci mısra da “kürt mehmet nöbete” derdik. Internetin güvensiz ortamında, her isteyenin istediğini kontrolsuz, filtresiz ve esas olarak da vicdansız olarak yapabildiği hızlı erişim ortamında yok yurt dışındaki damgası hazır basılmış oy pusulaları, yok İzmir’de yakalanmış bir kamyonet oy pusulası, yok YSK mührünün seçilmiş bir yere basılmış olması gibi senaryolarla yaşamın ve inançların daha bir zorlaştırıldığı koşullarda; üstelik bir de OHAL ortamında kime, neye güveneceğimi şaşırmışken marketten eve gelirken önüme çıkan keresteden anladım ki…Kerestenin gölgesinde Sözcü’yü açtım ve neler gördüm ?

Önce Yılmaz’dan başladım. Eskiden gazetelerin ara sayfasında sadece spor olurdu. Şimdilerde son sayfanın etkisi Yılmaz’la bana yetiyor. “Başlamadan işi bitirmek” sözlerini başlık yapmış ki demek ki aklın yolu bir. Bu yazıma Yılmaz’ı okumadan yazmaya başlamıştım. Bir bayram ziyareti yapıp da kutlamaya gelen konuğumuz için yazmaya ara verince Yılmaz’a göz atma olanağım oldu. Kısa ve net yazmış Yılmaz. Onun birkaç yıl önceki yazısından bir deyişin modern şeklini anımsıyorum: “Anlayana sivrisinek saz; anlamayana sazı soksun az”… Bize de cengizgillerin koydukları az geliyor ki yolda karşıma çıkan keresteler çoğalıyor ülkemde. Bu sivrisinekli deyişi bir de çok sevdiğim, rahmetli Kamer Genç’ten duyduğum şekli ile anımsıyorum. Çiçek sulamaktan eve dönerken (!) bu sözü söylemeye çalışmış ve bir türlü tam doğru söyleyememişti. Ben bunu eksiklik gibi görmüştüm o zamanlar. Halbuki sonra anladım ki rahmetli Genç, inançlarıyla sade ve dosdoğru biriydi ve öyle kalıplara sığmaya hiç niyeti yoktu. Vatanseverdi. Atatürkçüydü. Dürüsttü. Tek başına hırsızlara, hainlere yetiyordu. Mekanı cennet olsun.

Yılmaz’dan sonra Necati’ye baktım ve elmanın yere düşmesiyle Newton’un 4 kuvvetiyle, saraylıyı düşürecek (inşallah) dört toplum kuvvetini buluşturan incelikli yazısını sevdim. Ardından Dündar’ın “Kolsuz Agop” öyküsü ile duygulandım ve yazısının son sözlerine takılıp kaldım:

“…Bu ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak, hatta vatan uğruna ölmeyi göze almaktır…” Ne var ki aynı oyun hep tekrarlanıyor. Sen vatan uğruna ölürken  keresteler ve taş devrinden kalan taşçı adamlar milletin orasına burasına koyarken bu ölümler vicdana sığıyor mu ?

Bu düşüncelerin gelgitlerinde dün 2018 in Ramazan Bayramını yine Nezuş’un maharetleri ve Copcu olmanın birleştirici ve keyif verici etkileri altında Bayram Soframızda kutladık. ABİDE’mizin kurucusu sevgili Aslıhan uyanmadığı için grubumuza katılamadı ise de yine C12 den “13 kişi” olabilmek için sevgili Bülent de soframızda konuğumuzdu. Sevdik; sevildik; öptük, öpüldük ve bayramın çocukluğumdan beri süren harçlık töreniyle neşelendik. Duamızı ettik. Nezuş’un duama eklediği 2018 için özel dileği ile istediklerimizi “haketmek ve hayırlı olmasını dilemek” koşuluyla zenginleştirdik. Kamerama yansıyan birkaç kareden yaptığım montaja yine “Öyle bir geçer zaman ki…” müziği ile yazıma ekledim. Neler var bu karelerde ?

Önce “yaşam mimarları” var; daha sonra “X Kuşağımızın” kendiliğinden oluşan bir sıra ile sahne alışları var. Önce tek başına “Big Brother “etkisi ile “Yorgun Savaşçı (CC da 26 zor yıl sonrası emekli)” nın her daim neşesi var; ardından ona katılan “Ümit/Eray İkilisi“nin “haydi şimdi eller havaya” görüntüsü var; daha sonra “Eray/Kerem/Ümit (ki sıralamayı özellikle EKÜ’yü yaratmak için böyle yapıyorum)” in “EKÜ Triosu” var; onları görünce dayanamayıp hemen dörtlüyü kuruşum (MEKÜ Dörtlüsü) ile ben varım ve “Z Kuşağı Copcular” dan bizim gibi (Mustafa > Ümit > Eray) İzmir Atatürk Lisesi mezunu olan ve ABİDE’mizin “E” si olan Eren var karelerde ki Eren içimizde ~92 puan ile en iyi derece ile İAL’den mezun olanımız. Daha ne ister insan. Seneye de inşallah benzer güzelliği İzmir Amerikan Koleji (İAK)’den mezuniyeti ile Barış yaşatacak bize. “Yaşıyorsan bitmemiştir” diyor R.Bach, “Martı”sında ki çok haklı. Yaşarsak eğer daha İrem var, Duru var nice güzellikler için Copcular olarak yaşama katacakları renklerle. Devrettiğimiz bunca güzellik “X Kuşağımızın Yaşam Mimarlarıyla (ÜP / EÖ / KZ )” daha çok umut vaadediyor. Binlerce şükür.

Sağlık ve esenlik dileklerimle; sekiz gün sonra ülke olarak kurtuluşu kutlamanın umuduyla; Çeşme’den selam ve sevgilerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü