Yaşam Büfesinde “Korku Kültürü”

“… Yanlışı görmezden gelmek hiçbir işe yaramıyor > Görmek ve düzeltmek gerek > Bölgenin gerçeği bu > Sentetik olarak glikoz ile tat verilmiş birinci sınıf üzüm hasat etmeleri gerekliliği > Ben babanı iyi ve iyiyi hak eden biri olarak göremiyorum > Kanıksanmış olması > Elma ağaçlarını senede 30 kere ilaçlayan vicdan yoksunu üreticiler > Çiftçi masum değil > Vicdan mı yoksa (cüzdan mı) Aç gözlülük > İlaçlama aşkı hiç değişmedi > Bakıyor ilacın bidonu da üç para bir şey > Kolon CA ve özellikle löseminin etkin sebebi tarım ilacı kalıntısıdır… Sevgili Dr.ÜF’nın paylaştığı Pınar Kaftancıoğlu’nun yazısına olumlu/olumsuz bir yorum gelir diye umdum. Gelmedi. Bizim grubumuzun ortak paydasında “Ziraî Mücadele” var ve grubumuz üyelerinin çoğunluğu “Enstitülü” olmak üzere Üniversiteli akademisyenler ( ND ve CÖ gibi) ve firmacılık geçmişi olanlar (! benim gibi). Pınar hanımın sözlerinin düzeyi ile gerçekler böyle ise “kendimizi sorgulamak” adına söylenmesi, eklenmesi, düzeltilmesi, açıklanması gerekenler var bence. Ben kendi adıma en yakın zamanda blogumda bu yazı üzerinde görüşlerimi paylaşacağım. Çeşme’den selam ve sevgilerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun…”

Merhaba

Bir süredir yazamadım. Bu aksaklıkta sezon geçişlerinin bizi “Çeşme/İzmir” arasında mobil kılmasının etkisi var. Ayrıca Netgillerdeki MOTES ve öncesi görüşmelere açılan beraberliğimin penceresinde birikenler var. Bunlar yetmedi bir de geçen Cumartesi sabahı İTO seçimleri öncesinde İzmir Havagazı Fabrikasındaki grup kahvaltısının etkileri var. Tüm bunlarla yoğrulan aklımın kıvrımlarında WhatsApp Grubumuzda paylaşılan Pınar hanımın yazısı için gruptaki meslektaşlarımdan beklediğim görüşler var. Beklediğim görüşleri, yorumları alamayışımın nedenlerine takılıp kalmam var. Henüz her şey tam yerine oturmadı. Buna rağmen görüşlerimi derlemeye ve paylaşmaya karar verdim.

Yazıma başladım. Pınar hanıma bir ileti gönderip ekteki yazının kendisine ait olup olmadığı öğrenmek istedim. Hızla ve şöyle bir yanıt verdi: Evet evet bu yazı benim, dilediğiniz gibi paylaşabilirsiniz. 🙂 

PK 12042018

(Pınar hanımın yazısı ve WhatsAPP Grubumuzdaki ilk görüşler)

Bu arada grubumuzda olmadığı için sevgili Prof.Dr.E.E.O. hocama da aynı yazıyı ilettim. Neden Ersin hoca ? Çünkü gerek Almanya’daki doktora çalışmaları sırasında, gerek daha sonra elisatörlerle ilgili olarak yaptığı araştırmalarda ve esas olarak da Tariş Ar-Ge ile ortaklaşa yaptığı “Bağda Külleme Mücadelesini Etkili ve Ekonomik Kılma Amaçlı İlaçlama Yönetimi” denemelerinde (Menemen’de Feyzullah’ın bağındaki deneme ve 2005 de Brezilya-Rio’daki sunumumda dillendirdiğim yaklaşım) özellikle Bağ-Külleme Hastalığı konusunda söz sahibi uzman oluşu nedeniyle Ersin hocayla da paylaştım yazıyı, blogumda bu yazımı dün yazmazdan önce. Ve bugün aldığım yanıt da aynen şöyle:

“…Merhaba sevgili Mustafa,

Bloğunu ilgi ile okudum. Pınar Kaftancıoğlu-ÜF ve senin yazın arasında bir bağ kurmaya çalıştım. Pınar Kaftancıoğlu’nu daha önce duymadım. Doç. tezimi bağda yaptım, bağ konusunda dr. tezlerine danışmanlık yaptım, organik bağ yetiştiriciliği hakkında yayınlarım, veya iştirak ettiğim projeler var.

ANCAK,

Sulama suyuna glukoz verildiğini, erken hasat için glukoz ile tatlandırma yapıldığını ilk kez duydum ve üreticimizin sınırlarına şaşırdım. Emekli olalı 5 yıl oldu, demek ki çok hızlı gelişen bir hırs var, bunu ilk kez duyuyorum. İşin mekanizmasını anlamaya çalıştım: Glukoz sulama suyunda mikroorganizmalar tarafından hızla kullanılır. Ayrıca bitkinin glukozu hangi yolla alabildiği de meçhul. Pasif yolla hücre içine alındığını sanmıyorum. Almanya’da tez çalışması sırasında buğday üzerine  spreylediğim glukozun patogenesis üzerine hiç etki yapmadığını gördüm.

Salkım üzerine püskürtülen glukozun üzümü nasıl tatlandırdığını da anlamadım. Brix değerini nasıl yükseltir, epidermis tarafından nasıl absorbe edilir. Öyleyse glukoz, tutunabilirse sadece geçici bir tat kazandırır ve muhtemelen mayalar v.b. tarafından hızla tüketilir. Dediğim gibi üreticimizin sınırları zorlama yeteneğine şaşırdım. Diğer konulara girmiyorum. Üreticimizin hasattan hemen önce olgunlaşmış görüntü versin diye bağa FLD attığını hatırlıyorum.

Selam ve sevgilerimle.  İyi akşamlar. Ersin…”

Sevgili Ersin’e dedim ki “yok öyle bir şey. Bağcı glikoz falan kullanmıyor” ve bunu şu yanıtımla kendisine hemen ilettim:

“…Sevgili Ersinim,

Hızlı, içten ve detaylı yanıtın için teşekkür ediyorum. Ben de Pınar hanımı sevgili ÜF’ın WhatsApp grubumuzda paylaştığı yazısında tanıdım. Daha sonra internette araştırdım. “İpek Hanım Çiftliği” adı altında Nazilli’de başlattığı kerameti kendinde menkul tarımsal üretim ile görüşlerini ve başarılarını öğrendim. İmrendim. Özgeçmişi ve kariyer yolculuğu hakkında bilgi edindim. Söz konusu yazısı ile ilgili olarak görüşlerimi henüz bloğumda paylaşmadım. Dün akşam kendisinden “evet bu yazı benim” mesajını alınca nasip olursa bugün bloğumda yazımı yayımlayacağım. Yazısında “ilaçlı tarımsal savaşım” için genel olarak yaşanmış hataları yadsımadan ve sürekli evrimleşen üretim, üretici, ilaç ve ilaçlama konularını düşünerek “vicdan yoksunu çiftçi” çerçevesine itirazlarımla görüşlerimi paylaşacağım.

Senin de dikkatini çeken “bağda erkencilik için damlama ile glikoz kullanılıyor” sözlerinin saçmalığına takılan aklımla hemen Alaşehir’deki meslektaşımı (Ziraatçılar Güç Birliği’nden Turgay bey) aradım. Glikoz kullanımı ile ilgili hiçbir ip ucu bulamadım. Ben hiçbir çiftçimin birisinin (bayi, etkileyici, tüccar, danışman vb)  yönlendirmesi dışında bu ve benzeri saçmalıklar yaptığına inanmıyorum. Bence Pınar hanım etkileme ve iknada “öykülerin gücünü” biliyor ve bu bilinçle (tıpkı Elon Musk’ın yaptığı gibi) öykülerinde “düşman ve kahraman” yaratmaya çalışıyor.

Sevgili Ersin bloğumdaki yazımda değineceğim gibi öyküler çok önemli; gerçek olursa daha iyi, ancak gerçek olmaları da şart değil. Uydurulabilir, yazılabilir, bir mesaj vermek, bir mesajı vurgulamak için yazılabilir öyküler. Ancak “akla ve mantığa uygun olması” gerekir. Bu nedenle Pınar hanımın kendi üretim kulvarının özelliklerini, avantajlarını ve faydalarını işlemek yerine “ilaçlı savaşıma” böylesi absürd (ki aynı zamanda eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme etkisi olabilecek) örneklerle yüklenmesini ve bunu yaparken üreticiyi hedef alıp “vicdan yoksunu” diye tanımlamasını içime sindiremiyorum.

Bu düşüncelerimi bloğumda paylaşacağım. Çeşme’den selam ve sevgilerimle, hayırlı cumalar ve kandiller dileğiyle yolun açık ve aydınlık olsun sevgili Ersinim…”

Pınar hanımın yazısından neden bu denli dertlendim ?

Yazıda hep bilinenler var. Belki abartısı fazla; belki de bunu özellikle yapıyor. Konunun ciddiyetine dikkat çekmek için belki de özellikle “Korku Kültürü” yaratıyor. Bir başkası yazsaydı ve bizim grubumuzda paylaşılmamış olsaydı önemsemezdim; bakar geçerdim. Şimdi iki nedenden dolayı yazıya boş veremiyorum. Bunlardan ilki yazının Pınar hanım tarafından yazılmış olması ki Nazilli’de yarattığı güzelliğin temsilcisi olarak büyüyüp gelişirken, örnek üretimini artırarak sürdürürken, ilaçlı savaşıma dönüp de yeniden  “karanlığa küfrediyor” olmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Üstelik bunu doğrudan “Üretici/Çiftçi“ye yapıyor olmasını kabullenmekte zorlanıyorum. Bunu yaparken “vicdan yoksunu çiftçiler” olarak tanımlamasını haksızlık olarak görüyorum. Yazımın girişindeki kırmızılı kısımlar Pınar hanımın yazısından alıntılardır. Bu etkiler altında düşüncelerimi bir çerçevede toparlamaya çalışacağım.

Pınar hanım “İpek Hanım Çiftliği” ile tarımsal üretimde mükemmel bir örnek/öncü oluşunu nasıl gerçekleştirmiştir ?

Bu sorumun yanıtı olarak ilk aklıma düşen kavram: Quae nocent docent oldu. Bu Latince özdeyişi çok kullanırım. Anlamı “yaralayan şeyler öğreticidir” veya “öğreten şeyler acıtır” demektir ki İngilizcesi de bir başka güzeldir: No gain without pain; yani “acı yoksa kazanç da yok” veya oğlum Kerem’in “Fark Yaratan Şirketler Paneli“nde dediği gibi “emeksiz yemek olmaz“. Rahmetli babası Pınar hanım üzerinde çok emek vermiş. Çocuk yaşında pazarda okunmuş Tom Miks’leri satarak para kazanmaya alıştırması (oğullarım Ümit ve Eray’ın Ramazanda pide satmaları gibi); kasaptan kıyma aldırdıktan sonra “git bunu geri ver; yerine kuşbaşı et al” diyerek zorlukların üstesinden gelmeyi ve ikna gücünü arttırmayı öğretmesi gibi. İşte bunlar Pınar hanımın öğrenme yolculuklarına “bilmek, olmak için yapabilmektir” deyişime tam uymaktadır. Tıpkı rahmetli babamın bana yaptıkları gibi. Talebeydim. Evliydim. Tek görevim ders çalışmaktı. Ben de bu bilinçle hep çalıştım; daha çok çalıştım ve beş yıllık fakülte hayatımda hiç bir dersten iki defa sınava girmedim. Tüm sınavları (daha sonraki doçentlik, doktora ve sürücü ehliyeti sınavları da dahil) ilk seferde ve tek seferde verdim ve her sınıfı birincilikle geçip, fakülteyi birincilikle bitirdim. İşte tüm bu başarılar için gece gündüz ders çalışırken rahmetli babam bakkaldı. Dükkanı kapatıp eve geldiğinde bazen gecenin yarısına yaklaşırdı saatler. Bu geç saatte elime para tutuşturur ve “git bana sigara al” derdi. İçimde isyanlar kabarırdı. Hem sigara içmediğim için nefret ettiğim bir amaç için hem de “gelirken sen neden almadın ?” sorusunu soramayışımın yürek burukluğu içinde gecenin o saatinde ders çalışmayı bırakır ve açık bakkal arardım. Pınar hanımın yaşam öyküsünde, kariyer yolculuğunda ve aile olarak da siyasi arenada dikkati çeker deneyimleri yükseğe yerleştirilmiş çıtayı aşıp da başarıları şekillendirirken kazanmış.

Rahmetli babası Ümit bey Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularındanmış ve 12 Eylülün hemen öncesinde sağcılar tarafından öldürülmüş. Mekanı cennet olsun. Babası kollarında ölmüş. Görümcesi (Canan Hanım) CHP den il başkanı iken Pınar hanım AKP’den  meclis üyesi seçilmiş ve mazbatasını aldığı an partisinden istifa etmiş. TİP, CHP ve AKP açılımları yanında iş hayatı kadar özel yaşamı da oldukça hareketli geçmiş. Tüm bu deneyimlerle sahibi olduğu (!) su fabrikasını satınca basının yazdığı gibi milyon Avroluk finansal güce kavuşmuş. Bununla da İstanbul yaşamı yerine Nazilli’de kurduğu ve kızının adını verdiği  “İpek Hanım Çiftliği“nde “Özgün Tarımsal Üretimle” kendi kulvarını yaratmış. Çok güzel bir iş yapmış. Bu güzelliği çevresine yaymış. Benim hep dile getirdiğim “spill-over effect/süt taşar etrafına bulaşır” ile çevresinin tarımsal ve ekonomik gelişimine öncülük etmiş. Yine çok kullandığım “trailblazer” nitelikli öncü olarak tarımsal üretim cangılında (balta girmemiş orman) elinde palasıyla sadece kendine değil arkasından kendisini takip edeceklerin de geçebilecekleri bir yol açmış. Tüm bunlar bana, benim “Lider kimdir ?” sorusuna verdiğim yanıtı anımsatıyor.

Lider kimdir ?

Lideri lider yapan üç temel özellik, üç temel kriter vardır. Bunların ilki “Liderin bir hedefi vardır”. Pınar hanım da kendine bir hedef koymuş; yaratmış. Hem de zorlu bir hedef. Çıtayı yükseğe yerleştirmiş. İkincisi liderin bu hedefe ulaşmak için bir stratejisi vardır. Pınar hanımın da üretim ve pazarlamanın dikenli yollarında hedefine ulaşmak için stratejisi olduğu çok açık. Bunu kariyer yolculuğunda oluşturduğu “iletişim/etki ağı” ile yaptığı gibi (belki de) TİP/AKP/CHP karmasında siyasi arenanın yarattığı zincirle de güçlendirip şekillendirmiştir. Ve üçüncüsü ki bence en önemlisi; liderin çizdiği hedefe, ortaya koyduğu strateji ile ulaşacağına inanan takipçileri vardır. Pınar hanımın da var; hem üretim aşamasında, Nazilli’de ve hem de tüketim aşamasında İstanbul’da Ankara’da Emine hanımla, Sezen hanımla somutlaşmış inançlı müşterileriyle. Dolayısıyla Pınar hanım hedefiyle, stratejisiyle ve takipçileriyle benim için gerçek anlamda bir lider. O halde; grubumuzda paylaşılan yazının tarzına ve de özellikle içeriğine bakınca “ne yapmak istediğini, nereye varmak istediğini” anlamakta zorluk çekiyorum. Hele bir de “erkencilik için damlama ile glikoz verilmesi” örneğini öyküleştirdiği anlatımda mantığımla bağdaştıramıyorum. Bunu hoşgörünüze sığınarak “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” gibi gördüğüm için de tehlikeli buluyorum. Çiftçinin akla mantığa uygun görülmeyen pek çok uygulamasına tanık oldum elli yıllık meslek hayatımda. Ancak bunu ilk defa duydum. Bu nedenle hemen Alaşehir’de otuz yıllık dostum ve çekirdeksiz üzüm yetiştirme pazarında etkin söz sahibi olan meslektaşım Turgay beyi telefonla aradım (ZGB). Özlediğim uzunca bir sohbet sonucunda bu konuda en küçük bir bilgi, söylenti kırıntısı olmadığını anladım. Blogumun başında “StoryTeller/Öykü Anlatıcı-Öykücü” yazıyor. Öykülerin gücüne yürekten inanırım. Öyküler gerçek olursa iyi olur; ancak bir mesajı vermek için gerçek olması da şart değildir. Öyküler yazılabilir de. Burada da öyle olmuş olabilir. Bunu yadırgamam. Ancak mantığa uymayan ve sorgulanması çok kolay olan böylesi bir iddiayı öykünün içine yerleştirince “vicdan yoksunu çiftçiler” sözünden duyduğum rahatsızlığım yön değiştiriyor. Bunun için de yazıyı Pınar hanıma konfirme ettirmek istedim. Bu akıl takıntısını şimdilik bir kenara bırakalım ve Pınar hanımı lider yapan, yürüdüğü yoldaki engellerin öğretileriyle ustalaştıran ilerlemeleri görünce Syngillerden sevgili Sibel hanımın “being woman” başlığı altında paylaştığı bir yazıyı aktararak TomMiks satmak; kasaba kıymayı geri verip kuşbaşı et almak gibi becerileri için rahmetli babasına da bir gönderme yapmayı uygun gördüm. Sözün sahibi kimdir bilmiyorum; ancak çok sevdim, çok beğendim. “Behind every independent woman, is an open-minded father who trusted her and not the society / Her başarılı kadının arkasında topluma değil kızına güvenmiş açık fikirli bir baba vardır”. Bu nedenle babasını bir kez daha rahmetle anıyorum.

Tüm bu güzellikler varken ve başarısı artarak sürerken neden tarımsal üretimin ana motoru olan “ilaçlı savaşım” ağırlıklı ticari tarımsal üretime böylesi bir saldırı ? Gerek işletmeci oluşu, gerek iş yaşamında farklı deneyimler ve gerekse İpek Hanım Çiftliği ürünlerinin satış kanalında pazarlamanın tüm inceliklerini bildiğini düşündüğüm Pınar hanım hacim olarak böylesi kıyaslanamaz bir durumda kendi kulvarının güzelliklerine odaklanmak yerine “ötekiler”in hatalarına odaklanmak kolaycılığına kaçıyor ? İpek Hanım Çiftliği gibi özgün üretim yapan/yapmaya çalışan onlarcası varken daha binlercesi bile olsa ilaçlı savaşımın ağılıklı olduğu kesimi etkileyecek bir durum ortaya çıkmaz ki …

Kaldı ki ister İpek Hanım Çiftliği gibi olsun isterse elli yıldır başarılı kılamadığımız kooperatifçilik yolu ile olsun önemli olan üretilen ürünü satın alabilecek kesime ulaştıracak pazarlamanın “P” lerini; “D” lerini etkili kılabilmek. Herkesin Pınar hanım gibi “network” oluşturması mümkün mü ? Helal olsun Pınar hanıma. Finansal olanağı varmış ve kariyerindeki aşamalarla (ve de kişisel becerileriyle) “network/ağını” yaratmış. Böylece ürettiğini eriştirebileceği ciddi bir kitle oluşturmuş. Güvene dayalı ilişkilerinde ve iletişiminde yarattığı büyüme ve gelişmeyle kendi kulvarında kuralları yazan olabilmiş. Böylece DOD1 (Do Or Die / Yap ya öl) aşamasını yaşamaya mahkum etmemiş kendini. Doğruca DOD2 (Differentiate Or Die / Farklılaş ya da öl) e geçebilmiş. Şimdi kendi kulvarını “organik” olarak da görmüyor. Böyle bir iddia içinde olmadığı gibi “organik üretim” için ne verilen sertifikaların sağladığı garantiye ve ne de bu çerçevede çiftçinin ürünlerinin organikliğine güvenmiyor. Haksız sayılmaz. Kendi üretimi için “Anadolu Tarzı Üretim” benzeri bir kavram kullanıyor. Ben tüm bu güzellikler içinde yine de tarımsal üretime, ürünlere “mühendislik gözü” ile bakıp işletmede hangi ziraat mühendisinin ve/veya gıda mühendisinin olduğunu bulmaya çalıştım. Bulamadım. Var mıdır; yok mudur ? bilmiyorum. Yoksa eğer… diye bir düşünce yoluna saptığımda hep Adanalı rahmet Sakıp Sabancı ile İzmirli rahmetli Alpaslan Beşikçioğlu arasında bizzat gördüğüm farkla, büyüme ve gelişmenin bir evresinden sonra nasıl çöküşe geçildiğini unutamıyorum (sürdürülebilirlik). Fark çok açıktı. Adana’ya gittiğimde Koza Oteli’nin Sabancı’nın kurmaylarına ayrıldığını görmüştüm (Adana ZMAE’den emekli olan Nedim bey otel müdürüydü; onu ziyaret etmiştim. Daha sonra Torbalı’da rahmetli Alpaslan Beyi ziyarete gittiğimde sevgili Ahmet ( o şimdi EÜZF’de profesör) beni karşılayıp Alpaslan beye götürmüştü. Alpaslan bey o sırada ahırda bok kürüyordu. Demem o ki; Alpaslan bey kurmay yaratmıyor; kurmaylara önem vermiyor ve her işi kendisi yapmaya çalışıyordu. Kısa süre sonra da battı. İşte bunun gibi büyüme ve gelişme, değişme ve dönüşme sürecinde mutlaka mühendislik prensipleriyle “kararlılık, disiplin ve adanmışlığı” sağlaması gerektiğine inanıyorum. Tarımsal üretimde bilimin ne kadar çok önemli olduğunu yadsıyacağını sanmıyorum. Yolu açık ve aydınlık olsun.

İstanbullu bir yaşam; bir bölümü holding kurumsallığında gelişen, şekillenen kariyer yolculuğu; iki evlilik ve iki çocuklu bir anne; Nazilli’de bir çiftlik; farklılaştırılmış bir tarımsal üretimin özel zorlukları; etkili bir dağıtım ağı ve gelişmelere baktığımda hayranlık duyuyorum. Tüm bu gelişmelerin ışığında karanlığa küfretmek yerine yaktığı mumla yarattığı kendi kulvarında “MASlaşmasını (More And Smarter / Daha Fazla ve Daha Becerikli > Nicel ve Nitel Gelişmeler)” beklerken neden “İlaçlı Savaşım ve Vicdan Yoksunu Çiftçiler” odağına takılıyor ? Ne yapmak istiyor ?

Tarımsal Savaşım ve Enerji Üretimi arasında nasıl bir benzerlik dikkatimi çekiyor ?

İsviçre Basel’da yerleşik 150 yıllık iki kimya şirketi (CIB ve SAN) 1996 yılında birleşip NOV oldular. Üç yıl geçmeden 1999 sonlarında İsviçre’li NOV ile İngiliz ZEN birleşip SYN leşti. CIB günlerinde tarımsal savaşımda ilaç kullanımını disipline etmeyi sadece kamudan beklemenin yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Amacı “kâr etmek” olan ve kâr ederken “Rekabet Gücü” nü ve “İtibar“ını da koruyup geliştirmek ve sürdürülebilirliği güvenceye almak zorunda olan tarım ilacı üreticisi global firmalar taşın sert olduğunu ve ateşin yaktığını anlamaya başlamışlardı. Hemen hepsi “IPM (Integrated Pest Management / Bütünleşik Zararlı Yönetim) ve bir kısmı da ICM (Integrated Crop Management / Bütünleşik Ürün Yönetimi) ile ilaçtan önce uygulanabilecek diğer mücadele yöntemlerini da tarımsal üretimde yaşama aktarmaya çalışıyorlardı. Bunun için seksenli-doksanlı yıllarda (benim CINOS‘taki 24 yılımın (1985-2009) ilk 14 yılı) “Dağıtıcılar (bayiler)/ Etkileyiciler (Kamu görevlileri) / Üreticiler (Çiftçiler)” ile hataları azaltmaya ve doğruları yerleştirmeye gayret ettiler. İlk somut adımın 30 yıl önce Antalya’da düzenlenen “Birinci Tarım İlaçları Simpozyumu“nda atıldığını anımsıyorum. Kurucusu olup yönetiminde görev aldığım Türkiye Fitopatoloji Derneği, TÜBİTAK, EÜZFakültesi ve Tarım Bakanlığı tarafından düzenlenen sempozyum içindeki paneli rahmetli Prof.Dr.İbrahim Karaca yönetiyordu. Panelistler üniversite adına Prof.Dr.N.Delen (o tarihte doçent idi); Enstitüler adına rahmetli Dr.Coşkun Saydam; Bakanlık adına rahmetli Dr.Saffet Öztürk ve ilaç firmaları adına rahmetli Dr.Hasan Kıroğlu idi. Sorunlar üç nedene dayandırıldı ve çözümler de yine bu üç nedende sağlanacak gelişmelerde bulundu. Bunlar;

1.Organizasyon yetersizliği (ki henüz 6968 sayısı Zirai Mücadele Yasası ve bağlı kuruluşları etkindi; daha sonra analiz laboratuvarları kuruldu ve yapısal yetersizlikler aşılmaya çalışıldı);

2.Denetim yetersizliği ( ki daha sonraları denetimler artırıldı ve bugün bizde de “reçete sistemi” var. Pınar hanımın Avrupa ile kıyaslama yaptığı ve reçete konusuna değindiği yazısının o bölümü için belki de reçete ve etki farkları için “Otomotiv Sektörü / Japonya / Türkiye / Kedi Testi” fıkrasındaki farklılık ifade edilebilir)

3.Eğitim yetersizliği (ki 30 yıl önce sözünü ettiğimiz bilinçli hatalar bugün Pınar hanımın yazısında dillendirdikleri gibiydi. Çünkü o zaman tarımsal üretimin nitel ve niceliğini belirlemesi etkisi ve yetkisi üreticideydi; yani çiftçi önemliydi. Bu nedenle “Çiftçiye Dönük Talep Yaratma (Pull)” çalışmalarının ayrı bir yeri ve önemi vardı (KITA: Kırmızı Tulumlu Adam / MC). Biz de bu düşünce ile CINOS‘un ilk evresinde SFP – FST (Small Farmers Projects / Küçük Çiftçi projeleri – Çiftçi Destek Ekipleri) oluşturmuştuk. Peki ya daha sonra neler, nasıl gelişti ?).

Daha sonra tarımsal üretimin otoritesi ürünü satın alan, kullanan, yiyen tüketici ve temsilcisi oldu. Böylece “FVC / Food Vaule Chain – Gıda Değer Zinciri” son durağının ilk durağa olan etkisi her şeyi belirleyici oldu. Bunun sonucunda “Geleneksel Üretim (!) / Organik üretim (!)” arasında “Entegre Üretim / Kontrollu Üretim /IPM e Göre Üretim” ağırlık kazanmaya başladı. Pınar hanım yazısında ilaçlı savaşımın hatalarına, daha doğrusu çiftçinin vicdan-cüzdan ikilemine üzümle başlayıp, elma, pamuk, tütün, fındık, narenciye ile değinip devam ediyor. Üzüm konusu ile anlatmaya çalıştıklarımı netleştireyim:

* Tüketicinin (tüketiciyi temsil eden marketlerin) talep ettiği nitelikte üretmezseniz ne kuru üzüm ve ne de taze (yaş) üzüm olarak ihracat yapamazsınız. Hem onun istediği görünüşte ve sağlıkta üreteceksiniz ve hem de öngördüğü, zorladığı kurallara mutlaka uyacaksınız. Bunların başında onanan ilaçları doğru zamanda ve doğru kullanacaksınız ve belirlenen sınırların üstünde tarım ilacı kalıntısı olmayacaktır. Bu konuda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz.

* Üretici (çiftçi) ürününü mutlaka ihracata dönük olarak yetiştirmek zorundadır. Genel olarak hangi bağın üzümü ihraç edilecek, hangisi iç tüketime yönelecek diye sezon içinde belirlenmiş bir üretim modeli yok gibidir (sözleşmeli üretimler hariç).

* Bu nedenle özellikle üzüm yetiştiriciliği kamunun reçete sistemiyle; bayi kontrolları ve bayilerin gıda değer zincirinde yer almaları nedeniyle; son kullanıcıya ulaşan marketlerin tarlaya kadar inen tüccarlarıyla en denetimli ürünlerden birisidir. Özellikle büyük çiftçiler tam olarak kurallara uymaktadırlar. Küçük çiftçiler için de doğrular için yardımcı olan pekçok girişim vardır. Şurası bir gerçektir ki ilaç firmaları doğrular için ağırlıkla çiftçi beraberliğinde yer alırken kuşkusuz öncelikle kendi ürünlerini korumak ve satışlarını artırmak istemektedirler. Doğaldır. Özel sektör “Hilal i Ahmer” değildir ve genel kural şudur: İlaç doğru kullanılsın ve benim ilacım kullanılsın. Bu konuda bir örnek vereyim:

* CINOS (1985-2009) taki 24 yıllık iş yaşamımın orta evresinde (1994-2000) küçük çiftçilere doğrular için yardımcı olmak üzere adına “Küçük Çiftçi Projeleri-Çiftçi Destek Ekipleri” dediğimiz yatırımlarımız oldu (Alaşehir ve Antalya merkezli, Malatya’dan Bursa’ya kadar 8 Proje ve 7 Proje Lideri). Bunların ilki Alaşehir’de üzüm üretiminde 3 ayak üzerine kurulmuş olan ilk projemiz Sultana’dır (1.Aplikasyon Teknikleri: İlaçlamalar doğru yapılacaktır; 2.IPM: Mücadele için tüm seçenekler ele alınarak ilaçlamalar desteklenecektir – ki bu amaçla Çek Cumhuriyeti’nden kırmızı örümcek mücadelesi için yararlı böcek getirmiştik; 3.Sağlık koruma: En azından ilaçlama yaparken korunma tedbirleri ve ilaçlama sonrası duş gibi basit şeyleri yerleştirmek için köye doktor götürüp ilkokullarda eğitime katılmıştık). Böyle başladık. Biyolojik preparatları geliştirdik. İlaç seçiminde, konumlandırmada, doz ve bekleme süresine uymada etkin olmaya çalıştık. Kazandık mı, kaybettik mi ?

“Sultana Projesi” nasıl oluştu, neler sağladı ?

Projeden bir kesit aktarayım. Yer:Alaşehir; Ürün: Çekirdeksiz üzüm; Konu:Külleme hastalığı (U.necator) Alaşehir-Sarıgöl ve diğer çevre ilçeleri gibi yoğun, kaplama üzüm üretimi (bağcılık) olunca, verimli taban topraklarda onca sulama ve gübreleme ile omca (üzüm asması) orman gibi gelişince, çekirdeksiz üzüm hastalığa duyarlı olunca, her zaman her yerde böylesi uygun agroekolojik koşullarda hastalandırma yetisi (virülansı) yüksek fungal etmen (U.necator) var olunca küllemesiz üzüm yetiştiremezsiniz buralarda ilaç kullanmadan. Hani öyle üzerinde üç tane leke olan üzüm değil, hayvan bile yemez, kara kuru hiçbir şeye benzemez ürün o koşullarda. Mutlaka ilaç kullanacaksınız. Önemli olan doğru ilacı doğru zamanda ve doğru kullanmak. Bunu yaparsanız teknik talimatların dedikleri sizi başarıya götürür. Talimatlar der ki “sürgünler bir karışken (Nisan ortası) ilaçlamaya başlayın ve üzümlere tatlı su yürüyünce (Temmuz ortası) ilaçlamayı kesin (böylece 15 gün aralıklarla 6 ilaçlama yapmak gerekir). Ancak ilaçlama hataları yaparsanız (ilaçlamaya geç başlamak ve koruyucu etkiler yerine tedavi edici etkilerden medet ummak; kritik gelişme dönemlerinde ilaçlamayı ihmal etmek; ilaçlama aralıklarını gereğinden fazla açmak; bağdan kükürt ve bakırı eksik etmek; değişimli ilaç kullanmamak) hastalık geliştikten sonra iki günde bir ilaç atsanız da külleme hastalığını önleyemezsiniz. Bu düşünce ile “doğru ilacı doğru kullanmak” hedefiyle Sultana Projesini oluşturduk.  Amacımızı, İspanya-Alicante (1993) ve Macaristan-Budapeşte (1994) IPM Toplantılarında açıkladık. Destek sözü aldık; destek aldık. Alaşehir’de “Çiftçi Destek Ekibi” bürosu açtık. Beş senede İsviçre’den beş yüz bin Frank’lık finansal destek aldık. Boşa mı gitti bunca emek, masraf ve zaman ? kesinlikle hayır. Kendi haline bırakıp da altı ilaçlama içinde çiftçinin kendi kabulüyle istediği yerdeki ilaçlamada kullanılsın diye serbest bıraktığımızda yılda (onuncu yılında 1996 da 16 ton satılan TS isimli külleme ilacımız doğru yere, doğru sayıda (yılda 2 defa) ve diğer önlemlerle birlikte yerleştirildiğinde 2005 yılında 20 yaşındayken ve pazara girmiş pek çok rakibin baskısı altındayken yetmiş tonu aşmıştı satışı (2005 yılında “Let us your story” çerçevesinde 2005 yılında Brezilya-Rio’da yaptığım sunumun ana mesajıydı: Tatlı ve Sert. Başarılarımızı 1996 da Ankara’da ikincisi düzenlenen Tarım İlaçları Sempozyumunda yaptığım sunumla paylaşmıştım.

Sözün özü; beni üzen üretimde, ilaç kullanımında hataların söz konusu olduğu yerde çiftçinin hiç bir zaman tek başına olmadığına ve mutlaka hataya prim veren bir etkileyicinin söz konusu olduğuna dikkat çekilmemesidir. Bu nedenle “vicdan yoksunu çiftçiler” bana haksızlık geliyor ve bence çiftçim her ne koşulda olursa olsun bunu hak etmiyor. Pınar hanım için dileğim odur ki; öyküleştirdiği anlatımında kendi kulvarının güzellikleriyle, ilaçlı savaşımla, organikçilerle uğraşmak yerine “Anadolu Tarzı Üretim” dediği yaklaşımıyla başarılarını artırarak sürdürsün ve bir gün kaçınılmaz olarak, kükürt ve bakırın yetmediği koşullarda ilaçtan medet ummak zorunda kalacak olursa “IPM e Göre Kontrollu” üretimin kurallarından ve bilimsel gerçeklerin ışığında yararlansın.

Şurası unutulmamalıdır ki; yaşamın her evresi sürekli evrim geçirmektedir. Bazen zaman ve mekanda birbirinden uzak görünen adımlar ve sonuçlar için “Kelebek Etkisi“ne dikkat çekiyorsam da çoklukla evrimleşen eylemler, ürünler ve düşünceler artık çok hızlıdır. Sebep- Sonuç ilişkileri nettir. İletişim çağının hızında dünden yarına uzanırken bugünün etkisi (NON: Now Or Never / Şimdi ya da Asla) çok açıktır. Pınar hanımın değindiği gibi yetmiş yıl önce Nobel Ödülünü hakeden klorlandırılmış hidrokarbonlar; otuz yıl önce her derde çare görülen organik fosforlu ilaçlar nasıl bugün piyasadan silinip gittiyse ilaçlamalar, tarımsal üretim yöntemleri de zaman içinde evrimleşiyorlar. Daha düne kadar (adına “Traditional/Geleneksel” diyeyim) üreticinin (etkileyicilerle) bildiğini okuduğu tarımsal üretim/ilaçlı savaşım bugün “Kontrollu üretim” , “IPM e Uygun üretim“, “Organik Üretim” olarak segmentlere ayrılıp gelişmektedir. Evrim sürüyor; sürecektir. Ancak şurası da nettir ki tarımsal üretimde, ticari üretimde, ekonomik üretimde ilaç kullanımı sürecektir. Diğer segmentler ağırlık ve oranlarını arttırsalar da gerek global dünyanın gerçekleri ve gerekse aç dünyanın insanlarını doyurmak için ilaç kullanımının azalmasına en büyük etki bugünün koşullarında istesek de istemesek de GDO lu ürünlerle üretimin artması etkili olacaktır. Uzaklara bakmaya gerek yok. Ülkemize bakalım, bugüne bakalım ve asgari ücretin bile nimet sayıldığı, taşeronluğa bile şükür diyenlerin çoğunluk olduğu, işsizler ordusunun arttığı ülkemizde ilaçlı savaşımın ekonomik kıldığı tarımsal üretimle ucuz ürünleri bile yiyemeyen insanların olduğu yerde ister organik olsun, ister Anadolu Tarzı Üretim olsun, daha pahalı ürünlerle beslenmeyi istemek tıpkı Marie Antoinette’nin dediği söylenen (ki kanıtlanmamıştır) “ekmek yoksa pasta yesinler (Let them eat cake)” demek gibidir. İşte bu görünümü ve evrimin gelişme sürecine baktığımda global enerji üretimindeki gelişmelerle tarımsal üretimdeki gelişmelerde bir benzerlik görüyorum. Nasıl mı ?

Popular Science’ın Nisan 2018 sayısına baktığınızda fosil yakıtlardan elektrik enerjisi üretimi ne durumdadır ve yakın gelecekte nasıl olacaktır ? sorusuna ait bir açıklama görürsünüz. RES, HES ve GES yoluyla sorunsuz (!) elektrik üretimi artarken (bugün bizim, Netdirekt’in bile Bergama-Yunt Dağında bir RES’i varken) “Karbon Salınımıyla Sorunlu” olan fosil yakıtlardan enerji üretimi ne olacaktır ? sorusuna yanıt verilmektedir. Yakın geçmişte (2012 de) gezegenin ısınmasına neden olan karbon emisyonlarının %74 ü kömürden ve %24 ü Doğalgazdan olurken 2050 yılında bunlar yok mu olacak ? Kesinlikle hayır. İşte öngörüler %40 ı hâla kömürden olacak ve %60 da doğalgazdan olacaktır. Buna göre ne yapalım, nasıl yapalım da doğalgazdan gelecek bu olumsuz katkıyı minimize edelim ? Bu amaçla doğalgazın atmosfere saldığı gazları yeniden çevrime sokmak için “Allam Döngüsü“nü kullanıp zararlı azot gazlarını zararsız gazlara dönüştürmeyi yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Tıpkı ilaçlı savaşımı ortadan kaldırmayı değil disipline ederek zararlarını minimize etmek için ilaçlamaların evrimlerine yön vermek gibi.

Son söz: Çiftçilerimiz için “vicdan yoksunu” sözlerini “Korku Kültürü” ile algı operasyonu (ki bu terimi de hiç ama hiç sevmiyorum) olarak görüp içime sindiremiyorum.

Pınar hanım ve benzeri özgün tarzlarıyla üretime katkı yapan nice öncülerin ve tüm dostlarımın cumalarını ve kandillerini kutluyorum; yolları açık ve aydınlık olsun. Sağlıcakla kalın.

Öykücü