“…Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış… “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı ?” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar…”
Nezuş’un Sofrası’nda özel konuklarımız (18.07.2017) : “Sana gönül borcum var…” (https://www.youtube.com/watch?v=p6EkzVIMjxg)
Merhaba
İhtiyar ne demiş ? İhtiyar pişman olmuş mu ? İhtiyarın bu atı ile kimler Üsküdar’ı geçmiş ? Üsküdar’a giderken atı ve atlıyı bir yağmur almış mı ? Atın üstündeki katipmiş mi ? Katibimin setresi uzun muymuş ? İhtiyarın bu atı ile “Milton Erikson’ın Beygiri (MEB)” arasında bir akrabalık varmış mı ? Bu ata bakarak mı “atları da vururlar” filmi çekilmiş ? Bu sorulara yanıt bulmak, yanıt vermek için bir karara varmak üzereyseniz eğer Lao Tzu’nun şu sözlerine kulak verin:
“…Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz…”
Yazıma geçen hafta “Nezuş’un Sofrası“nda ağırladığımız iki konuğumuzu kaydetmeye çalıştığım kısa bir filmden eklediğim kareleri göreceksiniz. Bu filme bakınca düşünüyorum; o gün o yemeğe karar verip birlikte olmakla, yirmi yıl önce (belki de daha fazla veya daha az !) Alper’in ABD’ne gitme kararı vermesi arasında hangi gelgitler yaşandı ve her biri bize neler öğretti ? Bunların farkındayız ya da değiliz ve gezi devam ediyor. Masamızda hem bizim için hem de Nâzım abi için üç nesil bir aradaydı. Çok güzel yüzler, sözler ve mimikler vardı bizi binlerce şükre yönelten. Süreç kolay mı geçmişti ? Bence pek çok zorluk vardı ve biz zorlukların orta yerinde bile mutluyduk. Ne güzel diyor Çağan “Çeşme güzel ama çok hızlı geçiyor zaman” ve anında kaşığındaki kuru fasulyeyi ağzına götürürken torunum sevgili İrem ardışık soruma “Sıkılırsan hızlı geçmez” diyor kendince ve gerçekten de haklı. Zaman zaman “Zaman Yönetimi” konusu gündeme gelir öğrenme ve ustalık yolculuklarımızda ve S.Covey de bu konudaki yaklaşımları birkaç grup içinde konuyu ele alır. Tarihsel gelişmelerle zaman yönetimine bakışları bir yolculuğa çıkarır. Sonra kaybolan ata bakarım; Üsküdar’ı geçmek için günümüz koşullarında bile ata binmeyi; hatta haksızca edinilen sahibi olmadıkları ata binmeyi düşünenlere bakarım ve yönetilecek bir zaman olmadığını anlarım. Önemli olan yere, mekana, konuya ve kişiye göre verimli olmanın, üretken olmanın, akılcı ve rasyonel olmanın yollarını bulmak, özümseyip içselleştirerek uygulamaktır maharet. Geçen hafta “Nezuş’un Sofrası“na konuk olan yeğenimiz Alper bu kez oğlu ile birlikte uzunca bir tatil yapabilmiştir Türkiye ve çevresindeki komşularında. Ve anladığım kadarıyla Alper özlemlerine yaşamsal bir iş fırsatı yaratabilmek için proje bazlı olarak ABD den Türkiye’ye doğru bir açılım kararı arefesindedir. Bunun da bilişim sektörü çerçevesinde olduğuna tanık olunca ve Alper & Kerem diyalogunda ortak dili görünce umutla hayırlı olsun dileklerim artarak gelişiyor. Şimdi yazımın girişindeki öykünün devamını vereyim ve fazla uzatmadan bitireyim.
“…Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış… “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı ?” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp deyin, çünkü gerçek bu. Bundan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi yoksa bir şans mı ? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl gelişeceğini kimse bilemez“. Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş… Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. “Babalık” demişler “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil bir şansmış; başına devlet kuşu kondu. Şimdi bir sürü atın var“. İhtiyar adam “Karar vermek için yine acele ediyorsunuz” demiş “Sadece atın atlarla birlikte geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini bilmiyoruz. Bir sürü atın olması sadece bir başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütürsünüz?“. Köylüler bu defa açıkca ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu adam sahiden budala” diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyar adamın oğlu attan düşmüş ve bacağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul uzun bir süre çalışamayacakmış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara ve “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak, yataktan çıkamayacak ve sana bakacak başka kimse de yok. Şimdi eskisinden daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar gülümsemiş ve “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş ve “O kadar acele etmeyin, Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin kararınız. Ama acaba ne kadar doğru ? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.” diye sözlerini sürdürmüş. Birkaç hafta sonra düşmanlar ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan herkesi askere almış. Köye gelen görevliler ihtiyarın bacağı kırık oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler üzüntüyle ihtiyara geleip “Yine haklı olduğun ortaya çıktı” demişler ve “Oğlunun bacağı kırık ama en azından yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye geri dönmeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, meğer şansmış” diye söylenmişler. “Siz erken karar vermeye devam edin” demiş ihtiyar .” Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor“…”
İhtiyar gibi düşünebilmek ya da köylüler gibi bakmak; hangisini yapabiliyorsunuz ? Belki de doğru yanıt, bu iki uç arasında gelgitlerle konuya, zamana, mekana göre değişkenlikleri doğal görebilmektir. Rahmetlinin dediği gibi bu oynaklığı “dün dündür; bugün bugün” diyebilmektir. Fazla uzağa değil “C13 Plus” beraberliklerinde yaptıklarımızdan ya da yapmadıklarımızdan kaynaklanan oluşumlara, “olumsuz gibi görünen durumlara” bakıyorum da ihtiyar adamın kaybolan atından oğlunun bacağının kırılmasına kadar geçen süreçtekine benzer yaşanmışlıkları düşünüyorum. Yunt Dağında verimlilik için bekleyen kanatların uzayan sürecin nelere gebe olduğunu bilememek; teknenin motorunu koruyamamak ve çalınmasına fırsat yaratmanın neleri engellediğini bilememek gibi yüzeysel görüntülerin altındaki örüntüleri anlamadan yoksun oluşumumuzu belki de insanoğluna verilen bir şans olduğunu kabullenmeye çalışıyorum. Aksi halde kaderi görüp de önleyememe kederi içindeki çırpınışlar kimbilir hangi kırmızı ince çizgilerin önüne koyacaktı bizleri. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir diye düşünüyorum tıpkı stajyer meleği yeryüzüne indiren usta meleğin sözlerine hak vererek.
Daha henüz dün gibiydi Alper’in ABD den buralara gelişi; daha henüz dün gibiydi Pınar’ın Ümit’le birlikte Tacikistan’a gidişi ve daha henüz dün gibiydi torunum Barış’ın Harvard Hukuk Fakültesindeki “Oxbridge Yaz Okulu“na gidişi ve Pınar geldi; Alper üç gün sonra ABD ne dönüyor; Barış üçgün sonra ABD den Çeşme’ye dönüyor ve zaman akıp gidiyor “dur demek kolay değil” (https://www.youtube.com/watch?v=ub9fdpWtIxE&list=RDub9fdpWtIxE#t=10). Yeter ki sağlık olsun; her işin başı sağlık. Yeter ki niyetin safiyeti korunsun; her işin başı niyet ve zihniyet. Gezi hep sürüyor; yeni bir kapı açılıyor ve yollar yürümekle aşınmıyor ve emekle yoğrulan yemek yeni bir hedefin müjdecisi oluyor.
Aydınlık yollardaki öğrenme ve ustalık yolculuklarınız keyifli geçsin; kalın sağlıcakla.
Öykücü