Yaşam Büfesinde “BABE Dörtlüsü”

“…Bilginin her türü acıdan gelir. Eğlenceye düşkünlük, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir; oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir (ve incinir). Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst ediştir…”

TED’li Bunker, Adam ve Barry ile Prof.Dr.E.E.Onoğur (2017) dan kesitler

Merhaba,

Yukarıdaki satırları Bay Nietzsche söylemiş. Kimbilir ne acılar çekti de bunu söyleyecek bilgeliğe erişti. Biz de özellikle SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolculuklarında ve bilhassa (burada eski dile göre “saniyen” demek gerekirdi) müşteri tarafından rededilen satıcının yüreğinde fırtınalar koparken (MREA Seansları) gruba göre ya Latince “quae nocent docent (yaralayan şeyler öğretir ya da öğretici şeyler acıtır) deriz veya İngilizce “no gain without pain / acı yoksa kazanç da yok” ve hatta “emeksiz yemek olmaz” deriz. Bu alıntı ile yazımın başlığı ve hatta eklediğim montaj filmle bir ilinti kurmak kolay mı ?

Yukarıdaki paragrafın son cümlesi olan soruda anahtar sözcük “ilinti” mi; yoksa “kolay” mı ? Bu sabah WhatsApp Grubumuzun “BB” dan tee uzaklardan bir film düştü paylaşım ağımıza. Bertrant beyden alıntı sözlerle şekillenmiş çoklu mesajların özünde “hayat her an gülümser ona içten gülene / mutlu olmak zor değil olmasını bilene” vardı ilk bakışta benim için, benim açılan algı kapılarımdan giren  (https://www.google.com.tr/search?q=hayat+heran+g%C3%BCl%C3%BCmser+ona+i%C3%A7ten+g%C3%BClene&oq =hayat+heran+g %C3%BCl%C3%BCmser+ona+i%C3%A7ten+g%C3%BClene&aqs=chrome..69i57.13442j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8 ). İki de anahtar sözcük buldu benim bugüne şartlanmış zihnim: “Gülmek ve Sadeleştirmek“. Her ikisi de kendi elimizde. Yapabilmek her zaman kolay mı ? Olmayabilir. Biraz (belki birazdan az biraz daha fazla) sabır ve biraz emek, gayret gerek. Yetmişinden sonra hem söylemek ve hem de yapmak kolay; ne var ki yetmişe uzanan kırklı, ellili yaşlarda özellikle yeni nesiller için kazanmak, biriktirmek, akıllı harcamak, geleceği güvenceye almak veya sadece gelecek korkusunu alt etmek için odağınızda çalışmak varsa hiç de kolay değil çemberin dışına sıçramak. Ne yapmalı ?

Dün Çeşme sanki kışa döndü. Hava soğudu. Rüzgar soğuk esti. Yazın orta yerinde, İstanbul sele teslim olunca Çeşme’de bu hava değişimi şikayet konusu değil ve hatta bence nimet ! Bu değişikle bakış açımı sanal ortamdan çıkarıp bahçeye, bahçenin biraz ötesine bakınca neler gördüm ? Greyfurt ağacımı Beyaz sinek sarmış; ekonomik üretim yapmadığım için, verim ve kaliteyi güvenceye alma derdim olmadığı için, olası kimyasal tehditlere pabuç bırakmamak (!) için elime fırça aldım ve… (ötesini sormayın gari). Biraz daha ileriye baktım. Gördüklerimi cam masanın camına yansıyan görüntülerle birleştirip düşünmeye başladım: “Ökaliptusla Jakaranda Arasında Kalmış Kaktüs Kombinezonu” na takıldım kaldım. “Kombinezon” sözcüğü de ilk tanıştığım altmışlı yıllarda bir iç giyim eşyası idi ve hem de anlamlı ve değerli (bir de talebeyken, yokluklar içinde, özveriyle dünya evine yeni girmiş bir garipken). Daha sonra “kombinasyon” olarak yumuşayıp öğrenme sürecime çeşitli şekillerde girdi bu sözcük. Bazen parçalanıp yeniden birleşti ve “rekombinasyon” olarak evrimleşerek güne uyum sağladı; tıpkı bugün siyasi ortamda görüldüğü gibi. Onbeş yıl önce kolkola girdiklerinde “Kombine” idiler; kombine biletle tribünde keyifliydiler ve birbirlerine iltifat etmekten geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki konu gücün paylaşımında, simbiyotik yaşamlarında oksijen azalmaya başladı ve “sözde” mücadele başladı. Akla ziyan yollarla bugün, yine sözde mücadele kisvesi altında yeniden rekombine oluyorlar. Bizi oyalıyorlar; aldatıyorlar ve aslında hiçbir şey değişmiyor; ortaklaşa Atatürk’e saldırmak dışında… Yine biraz önce WhatsApp grubuma düşen video kaydında Ankara ile İzmir kıyaslamasını görünce ruhum daralıyor ve hem gülmeyi unutup hem de yaşamımı gereksiz şekilde kombine edip zorlaştırıyorum. Halbuki geçen yılın HAGEM Beraberliklerini düşünsem yüzüme tebessüm gelirdi. Oğluma dediklerimi ben yapabiliyor muyum (özellikle gülmek konusunda) ? Nerdeee ! Her sabah traş olurken aynada gülmeyen yüzüme bakmayı sevmiyorum. Sevmek için ne yapmalı ?

Evvelsi akşam Aslıhan’dan çıkıp da hemen yan komşu; havuzdaşlı kardeşlikli Keremgillere gidince “Bunker Beyin Yalınayaklar Koleji” filminin tamamını Iphone>Televizyon aktarması ile HD olarak birlikte seyrettik ve hatta Nezuş’un da gördüklerinden keyif aldığını görünce çok sevindim. Bu nedenle bugün aynı kombiznezona Barry Beyi de ekleyerek serinin devamı olan üçüncü montajı yapıp yazıma ekledim. “Bunker Beyin Güneş Nineleri“, “Adam Beyin Yeni Savcılık Konsepti” ve “Barry Beyin Bilgelik ve Zeka Yaklaşımı“na ZM68 den Prof.Dr.E.E.Onoğur‘un “Bize Öykünü Anlat” sözlerinden kısa pasajlar ekledim. İşte bu dörtlünün baş harfleriyle “BABE” sözcüğünü uydurdum. Ben çok uydurukçuyum ve Edward De Bono‘nun “Rekabet Üstü” yaklaşımındaki “Kavram Üretme Merkezi” ni uydurukça da olsa hep yapmaya çalışıyorum. Hoş görüle !

Bay Bono’nun, Profesör Bono’nun adını ilk defa doksanlı yılların ortalarında CINOS’un ilk evresinde teknikten satışa geçtiğimde duymuştum. Satışın omuzlarımdaki yükünü tam olarak henüz hissetmemişken hâla teknikten etkilerle oyalanıyordum. Bir yanda satışa adapte olmaya çalışıyor diğer yanda adına FST dediğimiz “Çiftçi Destek Timi” projelerinin üç ayağında (IPM / Safety / Application > Emniyetle Bütünleştirilmiş Uygulama”) yola devam etmek için üzerimden kırmızı tulumu, sırtımdan tulumbayı eksik etmiyordum. İşte bu ortamda rekabet ederek ayakta kalmayı, hayatta kalmayı (hele bir de kriz yıllarında “hızlı kazanımlar (quick-wins)” ile) hedefleyen otoritenin yanında (bazen önünde, bazen karşısında, çatışmalar içinde) Bay Bono’nun öğretileriyle “Rekabet Üstü” olup kriz yılının nimetlerinden yararlanmaya çalışıyordum. Yararlandım da. Bunu hem doksanlı yıllarda yaptım; hem de yeni milenyumun ilk yıllarında üçüncü evreye geçerken yineledim. Ne günlerdi ama !!! Direnmek, kafa tutmak ya da değişimiz orlamak her zaman acıttı. Bazen çatışmalarda “anarşişt” gibi gördüler ve “anarşişt değilim; aktivistim” dedim. Farkını da şöyle açıkladım: “Aktivist de yıkar ama yapmak için yıkar”. Bunu söylemek acıları azalttı mı ? Kendimi avuttum. Acılar ne çok şey öğrettiler ? Binlerce şükür. Bay Bono’yu ilk defa yurt dışından (Meksika mıydı ?) dönen Deniz Gökçe’nin köşe yazısında tanıdım. Aç gözlü, haris, çirkin tefeciden borç alıp da borcunu ödeyemeyen adamın güzel kızının torbadaki çakıl taşlarını anlatan “Yanlamasına Düşünce” ile belleğime yerleşmişti Bay Bono… Daha sonra da çıkmadı. Önce “Altı Düşünce Şapkası” daha sonra “Altı Yürüme Ayakkabısı” ile eylem odaklılık olarak yerini aldı. Bay Bono ne güzel demiş:

“…In an exotic garden, costumed waiters carry in the first course of shellfish. Clear soup follows in large, earthenware bowls. It is very clear soup. In fact, it is plain water in large finger bowls for cleaning up after the shellfish. Water is necessary for soup, but soup is more than water. Similarly, competition is necessary for survival, but success requires more than competition…”

Su çorba için gereklidir; ama çorba sudan daha fazla bir şeydir”. Sizce çorbayı sudan ayırt eden sadece içine konanlar mıdır ? Nezuş’un çorbası neden diğer çorbalardan daha lezzetlidir ? Nezuş çorbayı yaparken ne katmaktadır ? Siz de aynı şeyi katabiliyor musunuz ? Dün öğle-akşam arası özel soframızda (supper denebilir) tee uzaklardan gelen konuklarımız vardı: Amerika’dan gelen Alper ve oğlu Conner. Menümüz onların beğenileri ve tercihleri doğrultusunda şekillenmişti: İki çeşit börek; Kuru Fasulye; Fırında Tavuk ve Pilav yanında Fırında Sütlaç. Keyifliydi. KIDZ Dörtlümüz de katılınca eğlenceliydi. Dikdörtgen ve yuvarlak masalar buluşmuştu. Duru’nun seçimiyle yuvarlak cam masa çocukların oldu (Duru / İrem / Çağan / Conner). Kaş göz işaretlerine rağmen Duru’nun söylemek istedikleri içinde kaldı. Kendine hakim oldu. Söylemedi. Söylemeye ramak kaldığı birkaç anda masanın beklentilerini zirveye çıkardı. Yine de söylemedi. Aferin Duru’ya; tahriklere aldırmadı. Hızlı büyüyor torunlarımız. Bize de iyi rol model olmak; sabırlı olmak; hoşgörü göstermek ve sevgilerimizi dokunmayı da ihmal etmeyerek göstermek, yanlarında olduğumuzu, tehlike anında ellerini uzattıklarında dokunabileceklerini, korumacı olmadan, özerkliklerine zarar vermeden güvende olduklarını hissettirmek görevi düşüyor. Çok mu zor ?

Biz ilkokuldayken bir tekerleme söylerdik: “Mini mini birler, çalışkandır ikiler, elâ gözlü üçler…” Dörtler için ne söylediğimizi şimdi anımsamıyorum. Nereden düştü aklıma ve girdi yazıma bu tekerleme ? Bizimkilerin (C13) “Birlisi Barış şu an Boston’da; İkilisi Pınar-Ümit şu an Duşanbe’de; Üçlüsü Eray-Özgen-Eren şu an Samos’ta ve Dörtlüsü (KIDZ) Sakız’da“lar. Böylece C13 ün on bireyi yurt dışında, geri kalan biz NAM (Nezuş-Aslıhan-Musto) Üçlüsü Çeşme’de mutlu, mesut, bahtiyar günümüzü değerlendiriyoruz. Daha ne ister insan ? Binlerce şükür ve şükranla doluyuz.

Sevgi, dokunmaktır” diyor İtalyan asıllı sevgi dersleri hocası olan Leo Buscaglia. Sevgileriniz hep aydınlık yollarda artarak sürsün; dokunarak büyüsün ve size geri dönsün. Kalın sağlıcakla.

Öykücü