Yaşam Büfesinde “Gerçek Sorular”

“…Gerçek sorular, sorulduktan sonra oluşan sessizlikle dikkat çekerler. Çoğumuz “bilmiyorum” demenin güvenli olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Yanıtını bilmedikleri bir soruyu soran mühendislerin cezalandırıldığı şirketlerden söz edildiğini duydum. Bu durumda diyalogun dört rolünde “kenarda duranlar” ve “taraftarlar” çoğunlukta kalırken “Hamle yapanlar” ve diyalogu besleyecek olan “muhaliflerin” sessizliği yeğlediğine tanık oldum. Anlam akışının sağlanmadığını gördüm. İyi yanıtlar için iyi sorulara gereksinim duyduğumuzu biliyorum. Diyalogun beslenmesi için insanların soruları araştırarak bulma yeteneğini geliştirmek gerektiğine inanıyorum..”

ZM68 Eski Dostlar > Eskimeyen Dostlar (Kuşadası/ 04-07.05.2017) “Bize öykünü anlat”

Merhaba

Çeşme’de bile yaz sıcakları kavuruyor. Sabah yürüyüşlerini daha erken yapıyoruz. Hemen ardından çayı demleyip denize gidiyoruz. Deniz sonrası kahvaltımız hep aynı standart menü (nicel ve nitel olarak) ile sürüyor. Yüce Rabbim, Bayramdan önce oruç tutanlar (Nezuş) için havayı ne güzel serin tutup yardımcı olmuştu. Allah bu sıcaklarda Temmuz ayının tarım işlerinde tarlada olanlara da yardımcı olması dualarımdır. Öyle anlar yaşadım ki kendime gerçek soruları sormaktan çekindim. Önce sevgili Alev’in öğretisiyle (rehberliğinde) Temmuz sıcaklarında pamuk sulamasında ve “Herbigation” uygulamasında tarlalardaydım (en az sekiz yıl sürdü; geliştirip yerleştirmek). Ardından seralar ve domates tarlalarında devam etti; sıcaklarla tarla dostluğum. En son Haziran 2010 da Kırıkhan’da pamuk tarlasına girdiğimde sıcaklık 47 dereceydi ve kendime sordum “Ne işim var benim burada ?” ve birkaç gün sonra Çeşme’ye döndüm. Sonrasında neler gelişti ?

“MAS / Mustafa Artık Serbest” demiştim 2009 başlarında. Kendim kendimi tutsak ettiğim için serbest kalamadım. Ta ki 2010 Haziranında Hatay-Kırıkhan’da kırmızı tulumla ağacın altına sığındığım anda düşündüm ki hata ediyorum. Canıma kast ediyorum. Hem de ne uğruna. Değer miydi ? Değmediğini anlamak biraz zor ve geç olsa da aradan geçen yedi senenin öğretilerinde ve farkına vardığım güzelliklerinde binlerce şükür ve dua doluyum. Dualarım aynı zamanda yarın Türkiye’ye, İzmir’e gelecek sevgili Alev ve Fatoş içindir; sağlık içindir…Dün akşam doktor oğlum Eray’la görüşüyorduk sevgili Alev’in İzmir’de sürecek olan sağlık desteklerini. Allah yardımcıları olsun; güç kuvvet versin ve en kısa zamanda sağlıklarına kavuştursun. Bu düşüncelerle yazıma Mayıs ayında Kuşadası’ndaki buluşmamızın “Bize, öykünü anlat” bölümünün girişinden Alev’le kendime yer veren bir görsel ekledim.  O kısa filmdeki gibi Alev’i sağlıkla görmeyi beklerken sıcaklar ve Temmuz ayı bana neleri anımsattı ? gerçek sorusunu anılarımla yanıtlamaya çalışacağım.

İki düzine yılımı geçirdiğim CINOS‘un üçüncü evresine ani geçiş ve “Synleşme” başlangıcı global bir duyuruyla gündeme düşmüştü (Aralık 1999). Üç yıl önce “NOlaşırken” de benzerini göktaşı gibi hissetmiştik (1996 Mart). “CInken”, “NOlaşmak” daha bir fazla sancılı olmuştu. Çünkü taraflar aynı İsviçre kanı taşımalarına rağmen birbirlerini doğuran düşmanlar gibiydiler. “Synleşirken” İsviçre ve İngiliz tarafları arasında hem husumet yoktu; bu nedenle fazla heyecan dikkati çekmiyordu. belki de yiv-set kalmamıştı. Bir yandan bu kez tarafları temsil edenlerin (TAÜ) birbirlerini çok iyitanıyor olmaları diğer yandan yakın geçmiş ayak izleri (*?!#) “iyi ve zor” ya da “doğru, iyi ve güzel” arasında tam bir paradoksiyal görüntü ortaya koyuyordu. Gülen yüzlerin ardındaki oyunun kritik hamleleri bu kez yine lobi çalışmalarına etkinlik kazandıracak mıydı ? Merkezdeki hava canları sıkıyordu. Tarlalarda ise bizim yine kıçımız terliyordu. Neden ve nasıl mı ?

Sanırım 2001 yılı Temmuz ayıydı. İstanbul sonrası Bursa’da mola verdim. Sevgili Hakan’ın gayretleriyle yeni bir ilacımızı (THI/ACT) sanayi domatesi üretiminde baş aktör olan sektör lideri firmaya kabullendirmeye çalışıyorduk. Demolarımız mükemmel sonuçlanmıştı. Üretici mutluydu. Bunu kayda almak için Bursa’daydım. O gün çalışanlara aşırı sıcaklar nedeniyle izin verilmiş ve iş yerleri tatile girmişti. Biz (Ben, Hakan, Necdet, Muammer) tarladaydık. Üstelik ben ve Necdet by-passlıydık. Ne akla hizmetse ! Sadi ne güzel demiş “Canı can vererek satın almamışsın ki kıymetini bilesin”. Bu nedenle olsa gerek geçen hafta bayram arefesinde kızmızı ince çizgiyi yaşarken de aynı sözler yüreğime döküldü ve ortamdan kaçmak istedim. Kaçmak çözüm mü ?

Gözünü kapayan sadece kendine gündüzü gece yapar” demiş yine bir bilge kişi. İşte o bilge kişi, babanın oğullarına vasiyeti olan 17 deveyi, 1/2 e, 1/3 e ve 1/9 a eksiksiz paylaştırmayı da sağlamıştı. Asal sayıyı bölünebilir kılan bilge aslında “kolaylaştırıcı koçluk” yapmıştı. Ben de kabul görürse eğer haftaya sunacağım yeni teklifle “SIMO Ustaları” için aynı yolu açmaya çalışacağım. Bunu da SSTC Öğrenme Yolculuklarında “Soru Sorarak Tabiiki Canım (SSTC)” buluşu ile kalıcı kılmıştı bilgelik yolunda ustalaşırken bilge. Soruları geleceğe dönüktü. Soruları olumluydu. Soruları diyalogu geliştiriyordu. Soruları çözüm odaklıydı. Soru sorma ve sessizlik içinde dinleme becerisi ustalığının temel direkleriydi. Yapabilene ne mutlu !. Karacabey ve Mustafa Kemalpaşa domates tarlalarında kavurucu sıcakların altında kombine emeklerin, bütünleşik gayretlerin meyvelerini, Antalya seralarıyla da önceden pekiştirmiştik. Nasıl mı ?

By-pass’ımdan bir buçuk ay sonraydı (Mayıs 2000 ortaları). İstirahat iznindeydim. Yerimde duramıyordum. Arabama atladım. Göğsüme bir yastık daha koydum emniyet kemeri ameliyatın yerini acıtmasın diye. Nezuş’la Antalya’ya yöneldik. İstanbul ve Adana ekibi de Axel, Andre ve Philip üçlüsü ile birlikte Antalya’ya gelmişti. Atölye çalışması ipe sapa gelmez verilerle saçma sapan açıklamalarla bi boka benzemiyordu. Sera demolarını yerinde görmeye gittik. Mayıs ayında Antalya seralarında sıcaklık elli dereceyi aşan kavurucu bir düzeydeydi. Grupla birlikte seraya girdim. Sıcaktan kendini iyi hissetmedim. hemen çıkıp yakındaki bir gölgelik yere sığındım. Sera sahibi çiftçi de oradaydı. “Hayrola ?” dedi. “Yeni by-passlıyım da…” dedim. Gayet rahat anlatmaya başladı: “Benim gelin de geçen sene by-pass oldu. Sonra yedi yedi, şişti ve altı ay önce öldü” dedi. Televizyondaki “Bizimkiler” dizisi aklıma geldi. Pencereden seslenen “Bizim bir İbrahim amcamız vardı…” diye söze başlayıp da sonunu hep ölümle getiren oyuncuyu anımsadım. Bunca gayret ne işe yaradı ?

Yeni bir ilacı pazara taşımada Avrupa’nın önünde olduk. Sonuçlarımızı Bay Andre’nin rehberliğinde Toulouse (Fransa)’taki poster şovda ülkemi ikinci kez temsil ediyordum. Çok da güzel olmuştu. Üstüne üstlük böylesi bir şehirde böylesi bir kanal turu yapmak da apayrı bir güzellikti (http://denizmontreal.blogspot.com.tr/2013/03/toulousedan-hompsa-canal-du-midi-midi.html). Bu konuda Özgür Sakrak’ ın şu sözlerini daha bir iyi düşünmek gerek: “…Teknemiz bir hafta boyunca küçük evimiz oldu.Şunu anladım ki kendi hayatımızı kendi aldıklarımızla yani kendi elimizle daraltıyoruz. İhtiyacımız olmayan kıyafetler,mobilyalar,elektronik eşyalar…Bize eşyalarımızdan yaşam alanı kalmıyor. Halbuki ihtiyacımız olan şey ruhumuzu dinlendirmek.Bir çok şeye sahip oldukça ona orantılı mutluluğu artmayan tek canlı biziz sanırım.Mutluluğun maddi isteklere ulaşmak ile elde tutulacağına inanan, aslında ürkek ve çoğu zaman bunca sahip olduklarına rağmen yalnız bir varlık … (http://ailecekgeziyoruz.com/category/avrupa/fransa/fransa-kanal-gezisi/; http://kendingez.com/toulouse-renklerle-dans-eden-sehir-ve-carcassonneortacag-sehrinde-turk-sehitligi-gezi-yazisi ) Kim diye sormaya gerek var mı ? Tabii ki biz, insanoğlu…

Demem o ki; canı can vererek satın almasak da kıymetini bilmek gerek. Hele bir de yetmişi aşınca; yaşam gölünün karşı kıyısı görününce…Bunun  için gerçek soruları kendinize sormalı ve dürüstçe yanıtlamalısınız. Belki böylece “İnsanın da TSE si olmalı” sözüne doğru farkındalığımızı geliştirip birkaç adım atarız.

Bu ara gözlerimi laptoptan cep telefonuna kaydırınca Sevgili Özdil’in “Umut Yolculuğu” yazısıyla ateşlenen “Köy Enstitüleri” konusu ve ZM68 Blgo Grubumda sınıf arkadaşım sevgili Özcan’ın yaşamından kesitlerle içselleştirildiğim Köy Enstitüsü “keşkeleri” yüreğimi daha bir fazla burdu. Erzurum’da Kemal Tahir’in “Bozkırdaki Çekirdek” ile yüreğime işleyen konu, Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabı ile Atatürk’ü geleceğe bakışıyla , kartal bakışıyla eğitime aktarılan konu ne yazık ki her döenmde var olan hainlerle, arsız ve hırsızlarla, kendilerine bakmayıp yolların nereye çıktığını dillendiren yobaz ve kindarlarla yokluğa mahkum edildi. Konu bugün köylerin mahalle olması değil, konu o gün de bu gün de var olan zihniyetteki bağnazlık ve yobazlık. Bunların ağababası da böyleydi. O da “yollar yürümekle aşınmaz” derdi. Ne züriyetine ve ne de ülkeye bir faydası olmadı. Sadece suntacı yeğeniyle, cuntacı sonra gelenlere yaradı kısır yaklaşımı. Nereden nereye ?

Sorularla başladım. Sıcaklarla ilerledim. Anılarla süsledim. Fransa’ya uzandım. Köylere uğradım. Güncelin açmazlarından sıyrılamadım. Halbuki Alev ve Fatoş’un beklerken güzel şeyler yazmak istiyordum. Sağlık ve esenlik dileklerimle açık ve aydınlık yollarda güzellikler için, esenlik, huzur ve keyif için dualarımla.

Öykücü