Yaşam Büfesinde “Cankurtaran Sandalı”

“…Ahlak denizinde sürüklenirken…Cankurtaran sandalımızda aşağı yukarı 50 kişi oturuyoruz. Farzedelim ki sandalımızda 10 kişilik daha yer var, yani toplam kapasite 60. Suda yüzen 100kişi daha olduğunu görüyoruz ve sandala çıkmak için yalvarıyorlar…İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak ortak bir güç olmadan yaşadıkları zaman, savaş denilen durumda olurlar; ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. İnsanlar  çıkarçı bireylerdir. Tek amaçları kendi emniyetleri ve zevkleridir. Birbirleriyle sürekli rekabet ve çatışma içindedirler..”

PLN-D&D > ACA 5 Ne yapmalı ? Nasıl yapmalı ? Neden yapmalı ?

Merhaba

Yayımını zamanladığım (31.12.2016 saat 10) “Zombi Argus” başlıklı yazım sırasını beklerken Albatros’un kafeteryasındaki aydınlık, gün ışığı gören, havuzdaki temiz suyun mavisi ve çevreleyen yeşilliklerin sonbaharı anlatan sarılıklarıyla ruha dinginlik veren ılık ve sigarasız bir ortamda yeniden yazmayı sürdürüyorum. Sahip olduğum(uz) değerlere bakıp da C13 adına defalarca şükrederken ülkem adına “Cankurtaran Sandalı” kavramına takılıp kalıyorum. Aklımın bir yerinde Suriyeli erkekleri Suriyeye geri gönderip de savaştırmak geçerken ruhumun diğer yarısı kırmızı ışıkta durduğumda arabanın camına yapışan bebekli annelerin dramından kavruluyor…İngiliz Thomas Hobbes’in “Leviathan” isimli kitabında (1951) insanoğlu için çizdiği kasvetli tablo bundan daha mı acı veriyordu acaba ?

Bay Hobbes, 355 yıl önce “Böylece, ilk sıraya, bütün insanlarda varolan ve ancak ölümle sona eren, sürekli ve durmak bilmez bir kudret, daha fazla kudret arzusu eğilimini koyuyorum” diye yazarken sanki şimdinin ekranlarında kapasak da gözümüze giren zombi argusu mu anlatıyordu ? Öyle bir kudret arzusu ile dolu ki bizim argus, parasal sınırları fersah fersah aştı; ölçülebilecek bir değer kalmadı. Ya sandala çıkmak isteyen denizde çırpınanlar ne olacak ? Thomas bey, insanların hayvansı doğasını ehlileştirmek için devlet gücünü gerekli görüyordu. Peki ya tuz kokmuşsa, devlet denilen topluluk (ya da bugün için seçilmiş tek bir birey) hayvansı doğasını aşamıyorsa; aşmak bir yana bu durumdan hoşnutsa, zevk alıyorsa ne yapmalı, nasıl yapmalı ?

Yukarıda yazımın girişindeki kırmızılı bölüme değinmeye çalıştım; ya başlangıçtaki mavili kısma bakarsak neler görürüz ? Birden fazla seçeneğimiz olabilir. Sudakiler kardeşimizdir (dinsel bakış açısı) ya da herkese ihtiyacı kadar anlayış (Marksist düşünce) ile davranabiliriz. Sudaki herkesin ihtiyaçları aynı olduğuna göre hepsi de kardeşimiz sayılabileceğine göre hepsini sandala alabiliriz. Böylece 60 kişilik sandala 150 kişi oluruz. Sandal batar, herkes boğulur. Katıksız adalet, katıksız felaket…Halbuki sandalda 10 kişilik daha yer vardı. O zaman 10 kişi daha alabiliriz. Ama hangi 10 kişinin binmesine izin vereceğiz ? Diyelim ki kimseyi almamaya karar verdik. O zaman sandala çıkmaya çalışanlara karşı sürekli uyanık, tetikte olmalıyız; çıkmaya çalışanların ellerine ellerine kürekle vurmalıyız… Bu anlatım esas olarak Amerikalı çevre bilimci Garrett Hardin’in 1974 de yayımladığı bir makaleden alıntıdır. Zengin ülkelerin yoksul ülkelere yardım etmesine karşı çıkışını yansıttığı bu makalede dünyayı cankurtaran sandalına benzetir Bay Hardin ( http://www.garretthardinsociety.org /videos/videos.html; http://www.oyunkolu.com/2-kisilik-oyunlar/tic-tac-toe.html). Bu benzetmede “bağrına taş basan ahlak” terimini de kullanır Profesör Garrett. Hatta “ortak kaynakların trajedisi” başlığı altında verdiği şu örnek de gerçekten düşündürücüdür:

…Bir parça arazisi olan bir çiftçi mülküne özen gösterecek, aşırı hayvan otlatmayarak arazinin mahvolmasına göz yummayacaktır; ama söz konusu tarla herkese açık ortak bir arazi haline gelirse orayı korumak için aynı ilgi gösterilmeyecektir. Kısa vadeli kazancın cazibesi, bir süre sonra gönüllü frenlemenin önüne geçecek, ardından çabucak bozulma ve çöküş yaşanacaktır. Mükemmel olmayan insanların kalabalık dünyasında kaçınılmaz olan bu süreç, ortak kaynakların trajedisidir...” Bunu bugün gören AB ülkeleri üçbeş milyar para ile aslında bu fikre olan inançlarını korurken bizi, dar alanda bu fikrin yıkıcılığına mahkum ediyorlar üçbeş milyon mülteciyi barındırtarak. Bizimkisi gönülllü mecburiyetten ötede üçbeş milyar paranın bireysel hırsıyla ülkesel çöküşe göz yummak değil de nedir ?

Çocukluğumun anılarından olan Tom Miks ve Teksas’ın cazibesiyle geçici bir süreliğine günde iki gazete almaya başlamıştım. Sözcü’nün diline, yüzüne, sesine ve görsellerine alışınca (ya da alışmak değil de gerçeğin ta kendisi) diğer gazeteyi öylesine fazla yadırgadım ki çoğu kez kupon kesmekten öteye okuyamadım bile. Ne bir köşe yazısı beni kendine çekti; ne bir haber ilgimi… Kimi zaman sevdiğimi sandığım Ahmetler bile bana yalaka geldi. Gazetenin tümü yalakalanmış. Dağları bekleyen korku mu onları bile yalaka yapan yoksa pazarın çıkar çatışmalarından daha fazla pay kapmak mı ? Diğer bir deyişle onları yalaka yapan hazza yaklaşmak mı yoksa acıdan uzaklaşmaya çalışmak mı ? O ya da bu, fark eder mi ? Sonuçta onlar da bu hale gelmişse demek cankurtaran sandalında artık o on kişilik yer de kalmamış…Yine de bir umut diye düşünüp haftada bir gün (pazar günleri) yine iki gazete alıyorum ve ikincisinin IK ekine bakıyorum belki dişe dokunur birşeyler bulurum diye. Bu hafta ne buldum ?

“Beyin ne ararsa onu bulur” sözünü 2004 yılında Mısır’daki “Cesur Adamlar-BeE” çerçeveli sunumumda kullanmıştım. Bunu pekiştirmek için de hemen ardına “Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz” sözlerimi eklemiştim. Bu sunumda pazarlama müdürlüğünü devrettiğim ve zeytinyağının kerametinden dolayı yıllık toplantıya buruk (ve hatta azıcık küs) gittiğim yılın “Korkuyu Yönetme” eylemlerinde seferberlik ilanımın üçüncüsü olan (TPK04) ekip çalışmamdan bir başarı öyküsü yansıtıyordum. Sadece “sahiplenme”yi etkinleştirmiştik. Ertesi yıl Rio’da yapılacak toplantıda yirminci yılında ve artan ekabetin yıkıcı etkisinde rekorlar peşinde koşan bir çözümün on yıl önceki kırılma noktasını anlatıyordu bir diğer öyküm: TPS95 başlıklı öyküm de…Bir yanda “ortak kaynakların trajedisi” diğer yanda “AKUKASOS Kardeşliği” ile “işlevleri birbirine bağlayabilen insanların çalışma ağı“nı yansıtan özverisi…İşte bu gelgitler bu haftanın IK ekinde BYR’li Bayan Federer’in görüşlerinde beni alıp yine ve yeniden 2005 yılında Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki tarihi şatonun gün ışığı gören salonundaki konuşma halkasının hemen ardına eklenen “networking oluşturma” küçük becerisine götürdü. Jessica hanım üstlendiği kurumsal sorumlulukta (Global Dijital Gelişim Lideri) eğitim sistemlerini (Lisans ve üstü ile kurum içinde) yeterli görmüyor; değişiklikle öngörüyor. Şunu sormalı “eğitim üretimin stratejik bir girdisi olabildi mi ?” (belki yanıt BYR ve benzerleri için “evet” tir; peki ya çoğunluk olan diğerleri ki örneğin biz CINOS’un her evresinde personel kaynaklarımızın ABG ve benzerlerinden sağlamadık mı ?

…Gürültünün içinden bir sinyali nasıl alacağınızı, verilerle dolu bir dünyada anlamlı olanı nasıl ayırt edeceğinizi öğrenin. Analitik düşünce formasyonunuzu geliştirin ve dijital çağda şu üç temel özelliğe sahip olun:

1.İşbirliğine dayalı çalışma (networking > PL94 > TPS95 > TPK04)

2.Deneyimleyin: Buna açık olun; risk alın; inisiyatif kullanın ve

3.Veriyi anlayın ve anlamlandırın…”  demiş bayan Federer ki CINOS’un üçüncü evresinin ikinci adımında (DOD2) “Bilgelik Piramidi” ni oluşturmuştuk (Field Force’dan Business Force’a geçerken). Kaldı ki bunun için uzaklara gitmeye gerek yok. Bizim kaynaklarımız da bunu çok güzel anlatıyor (Prof.Dr.İ:Barutçugil: Bilgi Yönetimi).

Bakıp da gören gözlerinizle, söylenmeyi duyan kulaklarınızla yeni yılın arifesinde sağlık ve esenlik diliyorum aydınlık yollarda.

Öykücü