“…Amerikan Harvard Üniversitesi’nden Finli ve ünlü eğitmen Pasi Sahlberg’e göre eğitimdeki başarıyı yakalamanın en önemli yolu hakkaniyetden geçiyor…Birleşmiş Milletler’in Mutluluk Endeksinde en mutlu halklardan biri de Finlilerdir. Ülkede güçlü kamu okulları var, neredeyse hiç özel okul bulunmuyor. Ulusal kontrol mekanizması yani sınav yok. Akademik ve akademik olmayan öğrenme biçimleri arasında kurulan bu denge çocukların okuldaki mutluluğunu sağlamanın büyülü formülüdür. PİSA Testleri (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı), okul yaşamının çok önemli olan bazı kıstaslarını değerlendirme dışında bırakıyor…Tavastgus sakin bir kasabadır ve yaklaşık altıbin kişi burada yaşamaktadır. Kasabayı yürüyerek bir ucundan diğer ucuna 7-8 dakikada katetmiştim.Tavastgus’ta bir otel ve büyük salonunda bazen tiyatro oyunlarının da oynandığı bir restoran olmasına karşılık sekiz yıllık erkek lisesi, öğretmen okulu, örmecilik yüksek meslek okulu, Fince ve İsveççe eğitim veren iki kız lisesi, kızlar ve erkekler için iki yüksek halk okulu, ilkokul, işçiler için pazar günü okulu, Özgür klise pazar günü okulu, ıslah okulu, hazırlık okulu, hapishanedeki mahkumlar için okul ve Rusça eğitim veren bir ilkokul bulunmaktadır…Abo (Turku) belediyesinin yıllık 1.2 milyon ruble tutarındaki gelirinin yaklaşık 200bin rublelik kısmı okullara ayrılmaktadır ve okulların donanımı çok iyi durumdadır…“
YBBSS (Yaşam Büfesinde Başarılar Self Servis) 1 “Her işin başı SSTC”
Merhaba
Kerem dört yıl önce “Fark Yaratan Şirketler Paneli”nin kapanış (değerlendirme) konuşmasında sözlerine şöyle başlamıştı: “Büyüyüp gelişiyoruz ama bunlar bize uykusuz gecelere mal oluyor“. Dün gece benim için uykusuzdu (ben uykusuz kalırken ülkem gelişiyor olsa yine avunacağım; ne yazık ki o da yok ufukta). Düşündüm, düşündüm ve anladım ki hata yapmışım ve hep yinelediğim gibi “insan en büyük hatasını en iyi bildiği konuda yaparmış“. Neden ?
Çünkü “güç” bir anda zafiyete dönüşüyor ve oluşan boşluktan hata içeri giriyor. Ülkede başlayan ve başka ciddi görevi yokmuş gibi şehir şehir naneyağçılığa çıkan otoriteye bakıyorum da bir zamanlar aynı roldeki “Sezer” rahmetli “Ecevit’e” Anayasa kitapçığını fırlatmasaydı bugün bu görüntü içinde olur muyduk ? Neler değişmiş olurdu ? Azıcık da olsa Finlandiya’ya benzeme yolunda bir adım daha ilerleme olanağımız gelişir miydi ? Dün Bornova, Doğançay yollarında dünürümün eniştesinin cenaze törenine katıldığım bir iki saatlik süreçte arabanın arka koltuğunda dalıp gittim. Bu koşullanmalarla gecenin yarısıyla gün ağarmasının orta yerinde (~03.00) uyanıp telefonumdan grubumuzdan gelmesini umduğum mesajlara baktım. Mesaj aradı gözlerim ve ruhum. Buldum. Azıcık da olsa rahatladım ve yeniden uykuya dalabildim. “Uykusuz Gece”ye rağmen bugün yine de erken kalktım. Sabah yürüyüşünde hava parçalı bulutluydu. Yağayım mı yoksa böyle mi kalayım diye tereddütlü olan havada fırtınanın etkisiyle bulutlar uzaklaştı (derken bir gürültü koptu ve kısa bir sağanak yağdı geçti). Havanın kapalı oluşu mu yoksa ruhumdaki fırtına mı bilmem gün karanlık göründü gözüme ve biraz rahatlamak için yeniden “Beyaz Zambaklar Ülkesi” kitabını elime alıp kafeteryaya yöneldim. Kitap beni sardı. Kimi zaman “Evliya Çelebi”nin seyahatnamesi gibi acaba abartılı mı diye kuşkuya kapılsam da yazımın girişindeki bilgilere bakınca neden bugün ülkem bu durumda diye hayıflanmaktan kendimi alamadım. Küçük bir kasaba ve onca okul; üstelik bir de belediyenin gelirlerinin yaklaşık %20 sini eğitime, okullara ayırması. Ütopya gibi bir şey. O kasabada şu kadar klise var bu kadar kahvehane gibi yerleri aradı gözlerim cami sayımızın geometrik artışında. Ya da kasabanın yolları parke değil mi acaba, yolları bin kere kazıp bozmuyorlarsa başkanın yandaşları nasıl çıkar sağlıyorlar diye meraklandım ve internette araştırmaya başladım (https://gezimanya.com/turku) ve o güzellikleri yerinde görme hevesine kapıldım. Sadece hayal ve TOMBUL’laştırıp hedef kılabilmek çok zor.
Prof.Dr.Pasi Sahlberg, iki yıl önce Bahçeşehir Üniversitesinde yaptığı konuşmada şunları dillendirmiştir: Finlandiya da öğretmen olmanın ise oldukça zor bir iş olduğundan bahseden Sahlberg “ Tüm öğretmenlerin en az master derecesi var ve üniversite başarısı en yüksek %10’luk dilim arasından seçiliyorlar. Öğretmenlik toplum gözünde statüsü en yüksek mesleklerden biri” diye konuştu. Sözcü Gazetesine bir göz atarsak yüz yıl önce yazılmış bir kitabın girişine konmuş güncel bilgilerden bazılarını daha iyi anlayabiliriz (http://www.sozcu.com.tr/egitim/bahcesehir-universitesinde-bir-egitim-mucizesi.html).
Prof. Sahlberg Türk eğitimcilere “…Sistemi geliştirin, işbirliğine yatırım yapın ve öğrenmeyi kişiselleştirin” diyerek üç önemli tavsiyede bulundu ve şöyle devam etti: “Standartlaşmış eğitim başarısızlığa yol açar, bireyselleştirilmiş eğitim sistemi önemlidir. Finlandiya’da özel okul yok ve eğitim harcamalarının tümü devlet tarafından destekleniyor. Finlandiya’da okullar birbirleriyle rekabet etmiyor, aksine dayanışıyor. Okulların hemen hemen tümünün başarı düzeyi aynı. Bu yüzden hiçbir okulun bir diğerine göre ayrıcalığı yok “BAŞARISIZLIK YAŞANMAZSA BAŞARI GELMEZ”…“
Geçen gün İrem’i kapısında beklerken “Bahçeşehir” okullarının da benzer bir modeli geliştirmeye çalıştıklarını okudum. Şimdi “Beyaz Zambaklar Ülkesi”nde biraz daha geriye gidip Bay Snellman‘ a kulak vermek istiyorum (böylece daldan dala atlarken ruhumdaki fırtınayı da küllendirmeye çalışıyorum ki rahmetli Prof.R.Pausch’un “Son Ders“inde sözünü ettiği gibi “Gerçek Özrün 3 Aşaması”nı yapmadıkça beklediğim dinginliğe kavuşmam zor). Bundan önce “Tonguç Baba” ve “Hasan Ali Yücel” isimleriyle Köy Enstitülerini düşündüm ve yetmiş yıl önce çocukluk anılarımda karşıtlarının sözlerini dinlediğim bu gayretten bir pasaj bulayım. Siirt Üniversitesinden Yrd.Doç.Abdulnasır Yiner’in (ne kadar tarafsızdır bilemem ki beklentim bu değildi) çalışmasının sonundan bir alıntıyla zorluklarla mücadeler gücümüzün nasıl zayıflatıldığını görelim (http://www.jasstudies.com/Makaleler/721940386_yiner_abdulnas%C4%B1r_mTT.pdf)
“…Öğretmenlerin durumu da öğrencilerinkinden pek farklı olmamıştır. Sadece 4 dolara karşılık gelen maaşları yeterli olmadığı için, geçimlerini sağlamak amacı ile çiftçilik yapmak zorunda kalmışlardır. Atandıkları yerlerde 20 yıl boyunca; kendi geçimlerini sağlamak, uygulamalı ders vermek, okulda öğrencilerini kültürel yönden eğitmek, komşu veya bölge okullarına yapı işlerinde yardım etmek zorunda kalmışlardır. Ağır hayat şartları ile boğuşan köylülere yeni bir angarya yüklenmiş, her yıl en az yirmi gün okul işlerinde çalışma mecburiyetinin getirilmesi, okulları daha kuruluş aşamasında sevimsiz hale getirmiştir. Köy Enstitülerine karşı tepkilerin yoğunlaşarak artması, bu okulların kurucuları tarafından kapatılmalarıyla neticelenmiştir. Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli eğitim bakanı (8 yıl) görevinden istifa etmiştir…” Yokluklar içinde böylesi inançlı girişimlerin yapıldığı tarihin tozlu sayfalarına not düşerken bugün her yıl yaz boz tahtasına dönen, her aklı evvelin kendi akılsızlığı ile ne idüğü belli olmayan sözde sistemleri uyguladığı, tümüyle ticari işletme olan ve hatta kontrol dışına çıkıp da bugün terörist avında odak kılınan dershanelerle daha bir yozlaşan ülkemin eğitimine sadece ağlamak gerekiyor. Şimdi geriye dönüp Johan Vilhelm Snellman (1806-1881)‘a kulak verebilirim ve sözcüklerimi yazımın başlığı olan “Pisa vs Pasi” sözlerine bağlayabilirim. Kimdir bu zat-ı muhterem ?
Üniversitede ders veriyordu ve 32 yaşındayken üniversite devlet kontroluna alınınca (1838) devlet otoritesine karşıt görüşler sindirilmek istendi ve Snelmann’ın dersleri kaldırıldı. Bunun üzerine ülkesinden ayrılan Snellman İsveç ve Almanya’da yaşamaya başladı. Helsinki’ye döndüğünde daha popülerdi. Ancak politik görüşleri nedeniyle üniversiteye dönemedi. Saima Gazetesini çıkardı. Gazetesi kapatıldı. Üniversiteye profesörlük başvurusu ret edildi. Rus Çarı Nikola ölünceye kadar (1855) çok zor koşullarda yaşadı. Bir yıl sonra üniversiteye profesör olarak kabul edildi. Yedi yıl sonra senatör olarak parlamentoya girdi. Beş yıl sonra çok fazla politik karmaşa çıkardığı gerekçesiyle istifaya zorlandı. Tüm bu gelgitler içinde 1866 da onurlandırılarak Parlamentonun Onur Konsülü’ne dahil edildi. İşte “Beyaz Zambaklar Ülkesi” kitabında Grigory Petrov onun hayatını kaleme almıştır (!). Şimdi bir pasaj…
“…Ülkede kültür işçisi yoktu. Halkın zekası uyuyordu. Cahillik, bilgisizlik artıyordu. Kalabalık ve yoksulluk da artış gösteriyordu. Devlet yoksullaşıyordu. Ahlakça, fikirce, ekonomice iflasa sürükleniyordu. Oysa biraz okuyup yazmış olanlar, ülkenin haklı olarak kendi kalkınmasını bekleyeceği insanlar ne yapıyorlardı ? Onlar budalaca ama ilgi çekici uydurmaları okumaktan sarhoştular… Hiçbir şeyde aşırıya kaçmamalı. Hiçbir şey tek yanlı, tek gözlü olmamalı. Her şey ölçülü olmalı, zamanında ve yerinde yapılmalı…İnsan yeryüzünün en değerli yaratığıdır. O, Tanrısal yaratılışın baş tacıdır. Bu dünyada her şey insan içindir. Sanat, bilim, teknoloji bütün bu güzellikler ve zenginlikler insanları daha güvenli ve mutlu etmek için ortaya konulmalıdır. Bunlar insanı daha aydınlığa götürmelidir… Devletlerin güç ve zaafı, milletlerin ilerleme ve yozlaşması yalnızca devlet adamlarının ehil oluşlarından ve yönetim kabiliyetlerinden veya becerisizliklerinden kaynaklanmaz. Yöneticiler iyi veya kötü olsunlar, kahraman veya zalim olsunlar, onlar kendi milletlerinin birer yansımasıdırlar. Onlar, milli ruhun birer kopyasıdır. Onlar, halk kitlesinin içinden doğmuştur. Bir millet nasılsa, devlet adamları da onlar gibidir. İşte bu nedenle de eskiden beri “Her millet, layık olduğu idareye ve devlet adamlarına sahip olur” denilmiştir…”
Woooo! İşte bu kadar. Snellman bunu ikiyüz yıl önce en yoksul ve en fakir kaynaklara sahip olup da bugün kişi başına geliri en yüksek, mutluluk endeksi en üst sıralarda olan bir ülkeye dönüşen Finlandiya için söylemiş ve bu sözlerde neler görüyorum ?
- Ülkem bugün aynı görünümde ve demek ki umut var.
- Layığını bulmanın vebali otoritede değil onu yaratan ve değişime direnen doksan yıl geriye gitmeye bunca istekli milletin kendisinde ve “gönüllü eğitim elçileri” gerekiyorsa da;
- Bugün her şey iş dünyasının çıkara dayalı sıkı ortaklığına bağlıysa ve bu bağlar bugün ki geri kalmışlığa ve asıl önemlisi geri kalmaya devam etme isteğine bağlı dönüyorsa çarklar bu gidiş, gidiş değil ve
- Bizim “roller-coaster (rock bottom’a ramak kalmış olan alamet)” dibe vurmadan bu iş düzelmez. O halde,
Görelim Mevlam neyler neylerse güzel eyler ve biz yine eleştirmemize rağmen “Bahçeşehir” de duble yapıp enseyi karatmadan yola revan olalım (nasılsa kervan yolda düzülmezmiş !!!). Yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü