Yaşam Büfesinde “Aşure ve DANS”

“… Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar uzağı görürsünüz… Bugün, dünden güç alarak yarınlara uzanır…Sümbülzade Vehbi Efendi ile 1994 baharı…Tokatçı Tekmelettin Efendi (TTE)’nin serüvenleri (2014)…Genetiği Değiştirilmiş Akıl (GDA)…Namık Kemal tren yolunda yürürken ıslıkla “uzayıp giden ah tren yolları” melodisini mırıldanıyormuş. Yanından geçen bir fahişe “5 lira ver de istasyonunu göstereyim” demiş…Namık Kemal bu sözün altında kalır mı ? O da “10 lira ver de kırmızı başlı hareket memurunu göstereyim” diye taşı (!) gediğine koymuş…Neyi, nereye, nasıl koymuş acep ?…”

Merhaba

Aklım girişteki satırlar gibi karma karışık. Temmuz sıcakları, Çeşme güzellikleri, Seyir Tepesi‘nde yakın yaşamın medcezir sinyalleri… Dostlarımızın yetmişe doğru sıkıntılarına çözüm arama gayretlerimiz, aniden gelişen gece yarısı Bursa seyahati, öğleyin zirve yapan sıcaklar öncesinde sabahın meltem esintili serin rüzgarları, Duru’nun dinmek bilmeyen enerjisi, İrem’in ısrar ve kararlılığı, Barış’ın omuzumuza koyduğu “baba özlemli başı”, Aslihan’ın gülen gözleri, Eren’in sakinliği herbiri ders alınacak binlerce güzelliklerimizden görebildiğimiz birkaçı… Binlerce şükür.

Bugünü karakterize eden nelerimiz var ?

Ümit dün Pakistan’a döndü. ÜK beraberliğinde çok hızlı gelişen “Seyir Tepeleri”ne doyum olmadan 50 dereceyi aşan sıcak ortamdaki sorumluluklarına devam ediyor. Çok şükür ki on gün sonra yine Çeşme’de olacak (Allah nasip ederse). Üç yıl önce ben de bugünlerde Kırıkhan’daki pamuk tarlalarındaydım. Öğrenme yolculuğuna çıkardıklarımı “acta non verba/laf değil eylem” çerçevesinde “Çukurdan Çıkma Teknikleri“ni uygulamalı olarak gösteriyordum. “SSbyTC (Eğitilmiş Yetkinlikle Özgün Tarz”) larını  oluşturmalarına, pratik yapıp pekiştirmelerine yardımcı olmaya çalışıyordum. Şöyle bir geriye baktığımda arkamda kimsenin kalmadığını ve çukura kendim girip onlar adına çıkmaya çalıştığımı gördüm ve kendime sordum: “Ne işim var benim buralarda ?“. Danışmanlığa başlarken otelin lobisinde otoriteye (!) aynen şöyle demiştim: “Çok parası olanın çok paraya ihtiyacı oluyor. Çok param yok ve çok paraya ihtiyacım da yok. Para için hiçbir işinizi yapmam; yaptığım işin parasını alırım”. Yaptığım işin parasını alıyordum. Bu konuda bir sıkıntı yoktu. Sadece takipçilerim kalmayınca, yaşam büfesinde sıraya girmiş olanların (!) sırada kalma gayretleri azalınca, öğrenmek için gösterilen enerji uygulama için yok olunca işi para için yapıyorum gibi hissettim ve hemen dönüşte kısa bir rapor yazdım. Raporun başlığı “Otorite kim ?” idi. Patrona, genel müdüre ve IK adına finans müdürüne hafta sonu raporumu gönderdim. İki gün sonra hafta başında patronla konuşup yirmi sekiz ay süren beraberliğimizi dostça sonlandırdık. Çok uluslu, yapı ve sistemi gelişmiş, iki global birleşme ile prensiplerini İsviçre ve İngiltere iş yaşamı kültürüyle pekiştirmiş yüz elli yıllık kökleri olan şirkette yirmi dört yılda kazandığım deneyimleri hızlı gelişen tümüyle yerli bir patron şirketinde test edebilmek, uygulama ve başarı koşullarını görebilmek, bu kez batıya değil de Azerbeycan ve Türkmenistan gibi ülkelerde disiplinli iş yaşamında ilişki geliştirebilme fırsatlarını görebilmek, zorunlu olarak müşteri esiri olmuş olan patronun handikaplarından sıyrılma becerilerine tanık olabilmek gibi pek çok kazanımım oldu bu yirmi sekiz ayda. Müteşekkirim. Yazımın bu kısmı PAKÜMİT’in çok sıcaklarda çalışmasının yürek burukluğu ile kendimi özdeşleştirerek taşıdığım üç yıl öncesine, yakın bir geçmişe aitti.

Bugün hızlı yaşanan, zengin bezenmiş bir gün. Haydi hayırlısı !

Daha neler var ?

Daha dün MESTERAY, Tokyo ve Güney Kore’den sonra Dubai seferinden döndü ve hemen bizlerle paylaştığı elektronik posta haberinde bunca koşuşturmanın amacını da şöyle betimledi: “…

Sevgili Ailem,

Bugün itibarıyla Dubai de şirketimizi kurduk. Sevincimi ve heyecanımı sizinle paylaşıyorum. Şimdiye kadar en çok etkilendiğim şehirlerden biri oldu Dubai; tüm çabalarımız bizden sonraki kuşaklar ve refahları için. Dilerim ki hepimiz için hayırlısı olur. Sevgi ve özlemle öpüyorum.

Eray (Prof. Dr. Eray COPCU , MEST)

Dualarımızda dediğimiz gibi “…istediklerimizden hak ettiklerimizi ve bizler için hayırlı olacak olanları nasip eyle...”

NETgillerden (Netin ve Netdirekt) Kerem ve dört kurucu üye ile geçen hafta gerçekleştirdiğimiz NETMOTES03JUL14 in ana teması “Sürdürülebilir Büyüme” idi. Mesaj tam alınmıştı. Sahrada ter döken, çatılara anten diken, “satış ve teknik yapılanma” sorumluları Can ve İbo’nun hazırlıkları mükemmeldi. İlk yarının sonuçları ve “Key Learnings” ikinci yarıyı şekillendiriyor ve yıl sonunu belirliyordu. “Son Kestirimler (LE)I” olarak toplantıdan hemen sonra revize edilen satış ve masraf projeksiyonları umutlarımızı artırıyordu. “Hızlı Kazanımlar (Quick Wins”) ve paylaşımlar uzun vadeli planlara güç katıyordu. Toplantıdan hemen sonra hızla, özenle ve özgün olarak verilen-alınan geribildirimler gelişen iletişimi ve artan motivasyonu yansıtıyordu. İki yılda müthiş bir gelişme yaşanıyor. Pazardaki değişimler (oteller “out”; e-fatura ve ses hattı müşterileri “in”) portföy yönetimine hızla yansıyor. Kuruluş aşamasında kabul edilen “safralar” kendiliğinden ayıklanıyor. Verimlilik gelişiyor. Sürdürülebilirliğin dikey ve yatay boyutunda yer alan sırasıyla “regularity” ve “continuity” figürleri yeni açılımlara olanak veriyor. Çok güzel. Aman nazar değmesin. Bu da NETKEREM’in Hostcini, Netdirekt, Netin, CubeCDN ve AKS kurumsallarına ait başarı öykülerinden sadece bir tanesi. Tüm bu açıklamalarımı da yazımın girişindeki “Bugün > Dün < Yarın” üçlüsü ve rahmetli Jobs’ın Liderlik Öğretilerinden 14ncüsü olan “Aç kal, Budala kal” ile bağıntılamak istediğim ve “Kolaylaştırıcı Koç” olarak katkı sağlamaya çalıştığım yukarıdaki görselin parçalarından anlayabilirsiniz.

 Churchil’ e kulak verip geriye gidişlerle yarınlara bakışta neler görüyorum ?

On yıl öncesinde (2004) CINOS’un üçüncü evresindeki pazarlama müdürlüğümün son yılıydı. İlk yurt dışı yıllık toplantı yapıldı (Mısır). Otoritenin yükselen egosu ve geribildirim verme beceriksizliğiyle ortaya konan “ben sizin babanızım ben ne dersem o olur ?” düz mantığı içinde Zeytinyağlı Mustafa örneği yaşanmış ve ipler gerilmişti. Öte yandan SSTC öğretileriyle “acta non verba” düşüncesiyle Çukurova’da ilan edilen seferberliği “cesur adamlar” filmiyle gözler önüne sererken Sharm El Sheik’te “BeE” kavramıyla sahneye çıkıyordum. Bence yolun sonuna gelmiştim. Bu kadar yeterdi. Ancak “tırtılın “dünyanın sonu” dediğine usta, “kelebek” dermiş” özdeyişi ile daha dört sene sürecek yeni bir dönemin başladığını bilmiyordum. Bugün de ikinci yılına giren Pakistan günlerinin nelere gebe olduğunu kimse bilemez ! Ya da Dubai’de atılan yeni adımların veya NETgillerin rüzgar güllerinin !!! Hayırlı olmak ve hak edilmek niyet ve zihniyetin, ya da “niyetin safiyeti“nin temeli olursa yarınlardan kuşku duymamak gerek !

Ya 20 yıl öncesi, 1994 günlerinde, günlerimde neler var. Torunum Aslıhan bir yaşına; Kerem ilk ergen yılında (thirteen); ben ise Teknik’in rahatlığından “satış”ın stresine adım attığımın ilk yılında ülkesel krizle boğuşurken…Ortalık toz duman…Gemiyi terk edenler; Boğazın serin sularına bakıp şampanya kadehi kaldırmaktan söz edenler, Malabadi Köprüsünden geçmeye çalışan sahranın yorgun savaşçıları; Londra’da ikinci günün sabahında dolar karşısında %50 değer yitiren TL nın yarattığı panik; dönüşte “güneş görmeyen” ofise transfer olarak masraf azaltma gayretleri; kısıntılar; karar vericilerin tsunami gibi medcezirleri ve dilimizde Sümbülzade Vehbi‘nin şiirleri…

 Adına “rücu şiiri” denen geri dönüşlü, ikişer satırlı mısralar mükemmel etkiye sahipler. İlk mısrada sabrınızın sınırları zorlanırken ikinci satırda yüzünüzde bir gülümseme oluşuyor (yine de aklınız ilk sözlerin pornografik anlamlarına takılı kalıyor. Olsun varsın !=)

Hangi birini öne çeksem ki ! Örneğin son ikiliye bakınca “Eğer arzu edersen ben ağzına vereyim/Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman” ya da “Kulaklarından tutam dibine kadar sokam/ Sahtiyandan çizmeyi olasın yola revan” ne muhteşem medcezir ikilisidir. İkinci satıra sabrı olmayanların “Bre zındık” demeleri kaçınılmazdır ve öylesine şartlanırlar ki sonundaki masumiyet bile onları “pardon” demeye vardıramaz. İşte bunlarla avunarak 1994 ekonomi cehenneminden sağ çıkıp 2009 a kadar iki global birleşmede artarak gelişen kariyer yolculuklarıyla bugünlere vardık. Ne günlerdi ama ! O günlerde aramıza aldığımız genç doktorumuza “geri dön” demek bile içimizden geçerken, 1994 ün Temmuzunda Akhisar’da karargah kurup kırmızı tulumları çekerken mesleğimizde ustalaşmak için Vehbinin ikinci satırına kadar sabırla beklerken bugün Çeşme’nin Seyir Tepeleri’nde yetmişe bir kala C13Plus keyfini yaşayabilmek ve yirmi yılını özel sektörde dolduran 1994 lü genç doktorumuzun AK kuruluşunda genel müdür oluşunun yolculuklarında çizilen F2Personal Shield görseline eklenen seslere kulak verince şükürlerimiz daha bir anlam ve değer kazanıyor. Herişin bir bedeli var; emeksiz yemek olmuyor…

Bu anlatımların içinde TokatçıTekmelettinEfendi (TTE)’nin işi ne ?

Geçen gün “Amcaoğulları Diyalog“unda tanık olduğum bir dokunuş vardı. ABD Florida’dan Sam’leşen Şükrü, Antalya’lı İsmail‘e soruyordu. Bu sorgulama bir bakıma isyan gibiydi. Özetle,

“… İnanıyoruz ki Allah’ın gücü sonsuz. Herşeye kadir. O halde neden Müslüman ülkeleri bu halde ? Neden hâla İsrail’in üstüne ateş yağdırmıyor ? Neden Filistin halkı ölüp gidiyor ? Neden müslüman ülkelerde yönetim kan emiyor ? Neden öncesinde, sırasında ve sonrasında Saddam’ın ülkesinde canlar yitip gidiyor ? Neden ? Neden ? Neden ?…” ve ülkeme bakıyorum da “…Neden halkımın çoğunluğu 2014 yılında bile Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin “fiziksel ihtiyaçlar; güvenlik ihtiyaçları” tabanını aşamıyorlar ? Neden bu ihtiyaçlardan dolayı kıvranırken, Soma’da ölüp giderken acıları yaşarken TokatçıTekmelettin Efendi’nin tokat atan elini kıramıyor Allah’ım; neden TTE nin müsvettesi Tekmelettin’in ayağını kırmıyorsun Allah’ım ?…” Uzaklarda “no gain without pain” ödemeleriyle kırk yılda Kanada-Florida ekseninde yaşam gölünün karşı kıyısına kulaç atan Sam haklı… Sanırım biz müslüman ülkeler zahiren Allah yolunda görünen şeytan grubunun oyuncağı olup neyin peşinden gittiğimizi bilmiyoruz. Bu da yetmezmiş gibi hâla değiştiremeyeceğimiz Yahudi/Siyonistlik gibi kavramlarla bir Yıldız’ın kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışırken canbaz ip üstünde satranç oynuyor; havuzlar dolup taşıyor; sıfırlanamayan cukkalar gemilere yükleniyor. Mecliste Salı Pazarı kurulup eylem yerine “Yerli Bir Dakika Yöneticisi” bize şov yapıyor; atıp tutuyor. Garip muhalefet kanadı da ne yaptığını bilmeden kuyruk suyunda debeleniyor, oyalanıp gidiyor. Gelecek ay bu günlerde bakalım Selahattin grubu neler yapacak ?…”

Namık Kemal nereden çıktı ?

Yanıtı çok basit. Otuz yıl geriye gittiğimde (1984), annemin aniden öldüğü, babamla sondalı gecelerin başladığı, devlette görevimin sabır sınırlarına eriştiği en zor günlerdi. Bir yıl sonra istifa edip CINOS (Ciba > Novartis > Syngenta: 1985-2009 / 24 yıl) sürecini başlatacaktım. Kırk yıl geriye (1974) gittiğimde Erzurum sonrası Bornova’lı günlerde doktora çalışmasına başladığım ve 15TL günlük harcırahla Gönen’e gidip üç öğün yemek yiyip bir de otelde konaklamak pek olanaklı olmadığı için “sempatik ikmal” le Alman Çiftliği’nde kalabilmek için takla attığımız günlerdi. Herşeye rağmen heyecanlarımız yüksekti. Bu geri gidişlerde varmak istediğim yıl ise 50 yıl öncesi (1964). Henüz lisenin etkilerini üzerimizden atamadığımız “teenage”in son senesiydi. Erkek Lisesinde okumuş olmanın, Tepecik’te yaşamış olmanın birikimleri vardı. Henüz Temel fıkraları portföyümüzde yoktu. Ayıplaştırılmış, adeta Sümbülzade Vehbi benzeri Namık Kemal fıkralarımız vardı. Bu fıkralara Namık kemal neden girmiştir ? Hâla bu sorunun doğru yanıtını bilmem ! İşte tam 50 yıl önce Fakülte yaşamım Hilal-Bornova arasında sabah akşam bindiğimiz banliyö treni ile şekillenmişti. İki uç arasında bugün hâla aynı istasyonlar metro ulaşımında aynı yerlerinde duruyor. Ne var ki artık kırmızı şapkalı hareket memurları ellerindeki kırmızı (aman gitme makinist) ve yeşil (tiz bir düdük sesi ile birlikte yolun açık olsun) ışıklı aletlerini kullanırlardı.

Bugün piramidin tabanında çırpınan, ölümleri gördüğü halde yine madene girmek için yırtınan insanlarımın çaresizliklerine bakınca TTE’nin artarak gelişen etkinliklerini görünce küfredemediğim kaderimiz için durumu Allah’a değil, Namık Kemal’in şiirlerine havale ettim. “TTE” e farklı bir anlam yükleyebilir miyim ? diye aklımın kıvrımları yola çıkınca “Trained Traditional Ethics” diye bir uyduruk üçlü buluştu. Ne olmuş yani, geleneksel bir ahlak anlayışı varmış da eğitilince ne olmuş ? Havuz, kutular, tokat ve tekme görünmez olmuş; ignor ede ede ahlak anlayışı değişmiş; acılara saygı kalmamış; iftar sofralarında edilen dualar, en yobaz şehirde en çok alkol tüketimi, unutulup giden rehin Musul Türkleri; zamanı gelince serbest kalacaklar diyebilen aymaz bir ağlayan adam, sanırım bende akıl balatalarını yakacak… Ben şu aşureye geleyim de bu pehlivan fıkrası bitsin artık…

Aşure ile DANS’ın ne ilgisi var ?

ADSL lerimi iptal ettirdim. Uçan internetle idare ederken, güncellemelerin yükünü hesaplayamadım. Kotam dolunca “cehalet vergisi” ödediğimi anladım. Öğrendim. Seyir Tepeleri’ne geldim. Orada yazıyorum. Seyir Tepeleri’nde yeni bir yaşam biçimi başladı. Çok güzel ve bir o kadar da duyarlı. Ortak alanda özerkliği koruyabilmek önemli. Biz C13 lerin mükemmel bir ilişkisi var: Sevgi, hoşgörü ve desteklerle dolu. Herkese nasip olmaz. Binlerce şükür. Bunu C2 nin her koşulda ve koşulsuz sevgisi, özverisi, ağrıyan kol ve boyuna rağmen her zaman atak cesareti yaratıyor. Bunu C3-5 üçlüsünün kendileri ve eşleriyle ABİDE’ye aktardıkları sevgi ve saygılar koruyor. Bana da değişen koşullarda zaman zaman Milton’un Beygiri örneğinde olduğu gibi sabırla “öykülerden öğretmek” görevi düşüyor. Adına sorun çözme demeye dilim henüz varmayan yetmiş yıla yayılmış “beklenti dışı gelişmelere” müdahale etmek gerekirken DANS etmekten söz ederim. Burada önemli olan “ben dili”ni doğru kullanmaktır. Dört aşamada, iyi bir dinleyici olarak, adama değil olaya, eyleme odaklanarak, yapıcı olmayı elden bırakmayarak, çoğu zaman la havle ile yutkunup es zamanları yaratarak, gençlerin ataklığı için yarını bekleyerek yanıt vererek, DANS ın dört harfine “Durum/Amaç/Neden/Soru” dörtlüsüne doğru algılarla seslenerek “kolaylaştırıcı” olmaya çalışıyorum: “Ben” diliyle…Bu nedenle GDA’ı “Genetiği Değiştirilmiş Akıl” gibi yorumlasam da asıl demek istediğim “Gerçek > Doğru > Algı” aşamalarını hasarsız aşabilmek için Aşure’ye özen göstermeye çalışıyorum. Hoppala ! Nerden nereye, nasıl geldik aşureye ? der gibisiniz.

Aşurenin içine onlarca besin maddesi konur. Laf aramızda biz fasulye, nohut, mercimek, börülce gibi kuru bakliyat koymayız. Buğdaydan kayısıya, portakaldan üzüme, üstüne konan nardan cevize, kaynatılıp kabukları soyulup kızartılan bademe ve çam fıstığına uzanan onca yiyecek aşure olurken yep yeni bir tat oluştururlar: “Biz” olurlar. Ancak hiçbiri badem, buğday, kayısı ya da portakal olduğunu unutmaz, tüm özelliklerini korurlar. Bu da “Ben” olarak kalmak demektir. Başka bir yemeğe nasip olmaz bu “ben” liği koruyarak “biz”leşmek… İşte Seyir Tepeleri’nde yeni başlayan ortak yaşamın, içindeki özerkliği duyarlılıkla koruyup “ben” ve “biz”lerin keyfini özümsemek için C13Plus‘ın her biri katkı sağlayacaktır… Ne ergenliği yaşayanlar ve aşanlar ne de ona doğru koşanlar C13in durmadan yinelediği “Önce ben, önce ben…” nakaratına hiç yapmadılar bugüne dek. Bu da her zaman olası “ben” ve/veya “biz” medcezirlerimizden korkularımı yok ediyor. Geçen gün deniz kenarında bir dostum (dost demeye dilim varmıyor) yanıma geldi, elimi sıktı, halimi hatırımı sordu ben kitap okurken… Dalıp gitmiştim. Zaman tünelinde ışıktan çok karanlık vardı onunla anılarımda. Yine de umutlandım ve birkaç gün sonra aşağıdaki iletiyi yazdım. Yanıt verecek mi ? Umudum yok.

“…Merhaba N…t

 Geçen gün deniz kenarında benimle konuşurken, elimi sıkıp hal hatır sorarken yüzüne, gözüne ve sözlerine baktığımda süren bir dostluğun gülümsemesini gördüm. Sevindim; umutlandım; cesaretlendim. Bu düşüncelerle devam eden kırgınlıkların düzeltilmesinde “Bana düşen bir görev var ve ben bunun farkında değil miyim acaba ?” sorusunu aklıma düştü. Bu nedenle bu iletiyi yazıyorum.

Çeşme’den selamlarımla.

NOT: Neden iletimin konu başlığı “4L” diye bir soru aklına düşerse diye açıklamak istiyorum. Covey Ailesinin üç neslini de kitaplarından dolayı severim (dede Franklin’i tanımadım. Torun Stephen’in “Güven” isimli kitabı önceki iki kuşağın tüm düşünce ve birikimlerinin mükemmel bir özeti, derlemesi gibi. Oğul Stephen’nin kitaplığımdaki dört kitabından en çok sevdiğim, ustalık yolculuklarında kullandığım “Etkili İnsanların Sekizinci Alışkanlığı” isimli kitabın ekinde Stephen, bir CD verir. Bu CD de 10 öğretici kısa film vardır. Hepsi birbirinden güzeldir. Örneğin biri “Çalkantılı Sular”dır ve “İlke Merkezli Liderlik” konusunda gerçekten de düşündürücüdür. İlk film ise yaşamın özetidir. Yaşamda dürtülerimizi oluşturan dört temel değeri, “4L” ile açıklar. Önce şu çerçeveyi oluşturur: “Hayat kısa. Öyleyse…” . Yaptığımız her şey, her adımımız, her gayretimiz, her kabul veya reddimiz bu “4L” den biri içindir. Bunlar: “Live / Love / Learn / Legacy (Leave a Legacy)” dir. Demem o ki; hayat kısa ve öyleyse…Dostluklar bakım ister…”

Geçen sene bu günlerde blogumda ne yazmışım ?

http://www.copcu.com/2013/07/08/yasam-bufesinde-c13zirve/

 “…Zeus insanı yarattığı zaman ömrü öyle uzun olsun istememiş. Ama insan oğlu akıllıdır. Kış gelince aklı sayesinde kendine bir ev yapmış, orada barınmış. Günün birinde soğuk pek artmış, bir yandan da yağmur yağıyormuş; at dışarıda kalmaya dayanamamış, insana gidip: “Beni de al” diye yalvarmış. İnsan razı olmuş ama “Bu iyiliğime karşılık ben de senden bir şey isterim, ömründen birkaç yılı bana vereceksin !” demiş. At ne yapsın ? Soğuktan titremektense birkaç yıllık ömrünü vermeye razı olmuş. Az sonra öküz gelmiş, o da soğuğa dayanamıyormuş. İnsan onu da evine almış, ama ondan da ömründen birkaç yıl istemiş, razı etmiş. Öküzden sonra köpek de soğuğa dayanamamış, o da ömrünün birkaç yılını vererek dam altına girmiş. Bunun içindir ki insanlar  kendilerine Zeus’un bağışladığı yılları yaşarken…”

Evet… Demem o ki; “dostluklar (sevgi) bakım ister.

“Ben”i koruyup “Biz”leşirken paylaşımların, zor zamanlarda anında var olan desteklerin, elinizi uzattığınızda tutabildiğiniz onca sıcak elin her zaman yanı başınızda hazır ve nazır olması dileklerimle yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü