“…Bizi eşek yerine koyduğuna aldırmıyorsak elimiz mahkum da ondan. Gördük ki ondan başka elle tutulur bir adam kalmamış ülkemde. Aralık ayının soğuk gecelerinde, en uzun gecenin öncül ve ardılında cinlerin parası cukkalanınca kuklayı oynatan ipler koptu. Para çok geldi. Paylaşmak zor geldi. Para azdırdı. Ha Sümer’in Arpası ha hoca efendinin cukkası ! Gruplar harekete geçti. Mal için çift yönlü çarpışmaların ateşi pek fazla dışarıya bulaşmadı. İpin ucu kaçmasın diye son kozlar oynanmadı. Ta ki sıcak bir Temmuz gününün olmayan beyne vuran yakıcı etkisiyle maldan cana dönen tehditler kan akıtmaya kadar vardı; işte o zaman öfke geldi göz karardı; öfke gidince yüz kızaracak mı ? Belki…Helal olsun eniştenin kayınbiraderine ! En azından şapkayı alıp tıpış tıpış Balmumcu’ya gitmedi. Belki de gidemezdi de. Ya herrü ya merrü dedi ve işte tam o anda hep yanında taşıdığı kefeni giyip yola çıktı. Sonu böyle olmayabilirdi. Hem onu ve hem de onun varlığıyla bizi korudu Allah. Aslında laf aramızda ben onu hiç sevmedim. Beni tanısaydı eminim ki o da beni sevmezdi. Onunla ilk defa sıradan bir vatandaş gibi Gönen’de Yıldız Otele giderken parkın içindeki yolda yan yana geldim; CINOS’luydum ve sanırım onbeş yıl önceydi. Rüzgarı beraberinde taşıyordu. Heybetinden ve yürüyüşündeki afra tafradan korktum; gerçekten de korktum. Hani hamamın yanında odun yakılan ve hamamın suyunu ısıtan bir bölme vardır. Ona ne denir bilir misin ? Erzurum 1969 dan ve sevgili Aydınçelebi’den kalan türküsü hep dilimdedir: “Bağdat’ın hamamları, yanıyor külhanları…”. İşte bu külhanın her zaman, astığı astık kestiği kestik bir beyi vardır. İşte tam öyleydi kollarını sallayışı ve bastığı yeri titretişi. Her neyse ! Ben onu hiç sevemedim. Hoş sevmem de şart değildi. Sevseydim işim kolaylaşırdı. Aklım sürmenaj olmaz; havsalam (meğer leğen kemiğiymiş) almakta bu denli zorlanmazdı. Üstelik bugünlerde ekstra yürek sızım da olmazdı. Böylesi ona sığınışım çaresizlikten değil umut için olurdu. Buna da şükür…”
Bu benim eniştem; Nezuş’un merhametinde köfte yemeğe çalışıyor; ya senin enişten ya onun eniştesi ?
Merhaba
Birkaç gündür yazıyorum. Yayımlanmaya, paylaşmaya değer bulmuyorum. Çünkü gelgitlerim durulmuyor. Bir yanda internette dolaşan rahmetli Zeki Müren’le rahmetli Kenan Evren arasındaki diyalogu yansıtan fıkranın etkisindeki acı gülümsemem; diğer yanda orta oyunu oynayan ve g.t korkusundan tükürdüğünü yalamaktan geri kalmayan yaşlı başlı, kıçının kılı ağarmış adamların saçmalıkları; bir yanda henüz şifresi çözülmemiş darbe girişiminin sıcağında akla karanın ayırdının zorluğu, diğer yanda kıtlığını çekerken ihraç edilen 149 general-amiral; bir yanda (belki de ağzımıza bir parmak bal çalmak için) yeniden göreve çağrılan eski tüfeklerle yükselen umutlarım diğer yanda maçı kenardan izleyen ve dereyi geçerken değiştirmem açıklaması sözlerine sığınıp sonuçları bekleyen kuvvet komutanları…Aklım gerçekten de gençliğimizde yineleyip durduğumuz deyimde olduğu gibi “aklım gv (sürmenaj)” oldu. Doğruyu eğriyi ayırt etmekte güçlük çekerken filmlerdeki gibi kamuyu doyuracak altı okka testisli savcıların acımasız soruşturmalarını bekliyorum. Umutlarım var…
SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolcuklarında otuz yıldır söylediğimiz birkaç temel prensip vardır. Bunlardan birisi de “söylediğin her şey doğru olsun ve her doğru şeyi söyleme”dir. Buna uyarak bana, topluma acaba sadece bugünün koşullarına uyacak doğrular mı söylenecektir ? Ben buna da razı mıyım ?
Yazımın girişindeki rakamlar ve harfler uygun şekilde kümelenmemiş aklımın çerçevesini yapılandıran öncül ve ardıllardır. Benzerini 2001 yılında CINOS’un üçüncü evresine geçişte (Synleşmek ya da Sinleşmek) en kritik günleri yaşadığımız Antalya toplantısının son gününde yaşamıştım. Bir hafta oyunlar oynamıştık. Motivasyonu geliştirmek için Birleşmiş Milletler olmuş ve bilmeceyi çözmeye çalışmıştık. Kimileri rafting yaptı. Hepimiz boyalı toplarla paintball oynayıp birbirimizi vurmuştuk. Genel müdür isyan ediyordu ve “Neden hep beni vuruyorsunuz ?” diye şikayet ediyordu. Gala gecesinde dansöz oynatmıştık. Genel müdür hayatında ilk kez olsa gerek ki dansözün önünde diz çökmüş para basıyordu. İçinden de sanırım “Bas bas paraları Leylaya, bi daha mı geleceğiz dünyaya” diyordu. Ben buna “cami duvarı sendromu” diyordum. Bu ortamdaki savunma zafiyetini görüp ertesi gün için sadece yarım saatlik bir özel toplantı istedim. Hayret bişe ! Umudum yoktu ve bu toplantıya çağrı yaptı. Valizlerini toplamış olan Syngillerle kerhen toplantı salonua geldiler. Gary Hammel’in “Strateji Devrim”dir isimli konferansına ait notlardan hazırlık yapmıştım. Ana fikrim DOD 1 di: “Do Or Die/ Ya bunu yaparsın ya da ölürsün”. COPCU’dan akrostişle beş fıkra/öykü yapılandırmış ve üçünü anlatmıştım. Bunlar:
C > Creativity: Yaratıcılık ve “Dağı Delmeye Çalışan Karınca” ;
O > Opportunity : Fırsat ve “Cama Konan Kırlangıç” ve
P > Performance / Productivity : Üretkenlik ve “Spartaküs Sendromu” idi.
İşte o toplantıya katılanların ne kadarı “umutvar/iyimser/ optimist” ne kadarı “kötümser/umutsuz/ pesimist” bunu görebilmek için yazımın başlığındaki gibi şu cümleyi yazıp “Ah pardon, ben bu cümledeki sözcük ayırımlarını yapmayı unutmuşum; siz lütfen sözcükleri ayırır mısınız ?” diyerek kendilerine verdiğim ilk okul okuma şeritleri benzeri kağıt parçalarındaki şu cümleyi dağıtmıştım: “OPPORTUNITYISNOWHERE”. Azıcık İngilizce bilmek yetiyordu ve grubumuz bunun çok ötesinde yabancı dile sahipti. Birkaç dakika sonra yanıtları topladığımda grubun %80 i “OPPORTUNITY IS NO WHERE (Fırsat yok)” ve %20 si “OPPORTUNITY IS NOW HERE (İşte fırsat)” demişti. Grup karamsardı. Ya şimdi ülkemin insanı, ne kadar iyimser, ne kadar karamsar ?
Tarihteki ilk para Sümer’in Arpasıydı ( Sapiens’te öyküsünü görebilirsin). Soğuk iki Aralık gününde hocanın arpasına göz diken külhanbeyini devirmek istedi canın yongası olan malının azıcık bir kısmını yitiren hoca…Güç savaşları başladı. Atlar tepişirken (filler demek daha mı doğru olurdu) olan çimlere oldu ve cinler seferber edildi. Adam sandığım adam gibi görünen ve abisi tarafından parselasyon işlerinden sorumlu tutulan genç adam da beyni yıkanmış olanlardan olsa gerek ki “Üç Harfli” diye tutturdu. Çarpılırım korkusuyla “Cin” diyemedi. Herşey ortada. Cin şişeden çıktı. Artık bir daha şişeye (şimdilik) girmez. Ne var ki üç vakte kadar müritleri şıhlarını uçurur ve yeni cinlerle yeni hin oğlu hinler türer. Genç adamın cin korkusu yılların kurdu, kıçının kılı ağarmış yaşlı adamın alt korkusunu oluşturdu ve “bana ahmak” deyin diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Yukarıda özlemini belirttiğim bir altı okka testisli savcı çıkıp da mikrobun yuvasına girebilecek mi ? Yoksa göz boyamalarla biz önümüze verilen “kuş yemleri” ile günümüzü dolduracak mıyız ?
Bir önceki ve taslakta bıraktığım yazımda “Babam Sağolsun” diye bir bölüm oluşturmuştum. Bunu da 1977 den bu yana sahip olduğum otolara bakarak öykülendirmiştim. Bir kısmını bir mesaj için aktarayım. Bugüne dek kırk yılda sahip olduğum otoları üç ana grupta topladım. Bunlar;
1.Babam sağolsun : 1977 yılında aldığım 1968 model Anadol (35EN449 Mavi Boncuk) ki bununla 100.000 kilometre yaptım (1977-1985) çok kahrımı çekti. Hani deveye sorumuşlar: “Yokuşu mu seversin yoksa inişi mi ? “. Deve “Düz yolu gözünüz kör mü ?” demiş. Benim Anadol yokuşu sevmezdi; çünkü motor (rektifiye) istiyordu, kalbi sıkışırdı; su kaynatırdı. İnişi sevmezdi; çünkü frenleri iyi değildi; her altı ayda bir vizeden zar zor geçerdi. Yine aynı deveye sormuşlar: “Boynun neden eğri ?” Deve yanıtlamış “Nerem doğru ki…”. Anadolumun sadece motoru ve freni değildi zorluk çıkaran direksiyon kutusu arızalıydı. Çukura düştü mü kafa sallardı. Karbüratörü arızalıydı. Her 100 km de bir vidalarını sıkmak gerekirdi. Her sabah çalıştırmak için hava filtresini söküp karbüratöre benzin dökmek gerekirdi. Jiklesi arızalıydı. Soğuk havada jikleyi çekip çalıştırdıktan sonra içerden jikle telini ittirsen de kapak açılmaz ve biraz ilerde boğulup kalırdı. Bu nedenle çalıştırdıktan sonra kaputu açıp elinde jikle kelebeğini açmak gerekirdi. Bu nedenle birkaç kez arabaya giren hırsız ancak yüz metre kadar götürebilmiş ve sokağın öbür ucunda bırakıp kaçmıştı. İşte ben bu arabayı babamın parasal desteği ile alabilmiştim 1977 de ve henüz ehliyet almamışken. Önce araba aldım; sonra ehliyet. Bu arabanın arkasına “babam sağolsun” diye yazmıştım. Şimdilerde yeni bir araba aldığımda (inşallah yıl sonunda Aynasız Kaktüsten ayrılmaya gönlüm razı olursa) arkasına “eniştem sağolsun” diye yazacağım. Dedim ya ben onu hiç sevmedim. O da tanısaydı beni sevmezdi. Neden mi ? Şu diğer iki oto grubunun da başlıklarını yazayım ve sonra bu soruyu yanıtlayayım.
2.Tulum grubu: Otuzbir yıl önce kamudan özel sektöre geçtiğimde ilk dokuz yılımda sadece Renault 12 ler vardı ve üzerimde de hep kırmızı tulum ve bagajda tulumba. Tulum ve tulumba ikisi de korunma araçlarıydı. Biriyle kendimi diğeriyle de bitkileri korumaktı amacım. Teknikde SW satış yönetiminde Toros oldu R12 lerim. Üç yıl ya da 150.000km de değiştirilecek denilse de beş yıl ve 252.000 km yol yaptığımı bilirim R12 lerle. Traktör gibiydiler. Birbirimizin sabrını ve gücünü test ettik hem direksiyonun kol felci yapan ağırlığında ve hem de sol ayakta güç kaybı yaratan debriyaj pedalının sertliğinde. Bu dönemimin devamında (1985-2009) Doğan, Focus, Corolla, Passat, Vectra gibi marka ve modeller ustalık yolculuklarımda bana arkadaşlık etti. Bu dönemde Allah’a çok şükür ki ne cinlerle işim oldu ne de kendimi ahmak gibi hissettim. İki düzine yıl hergün öğrenmek ve her an öğrenmeye aracı olma gayretiyle geçti.
3.Keyif grubu: Yedi yıl önce MASlaşınca (Mustafa Artık Serbest) kendi özgür irademle Fellini Edition (P207), ardından Exclusive (C4) ve Cactus (C4) ile hatchback keyfi ve kolaylıklarını yaşamaya başladım. Çok şükür ki bu dönemde de cinlere işim düşmedi ve ahmaklığı kabullenecek bir açmazım olmadı. Daha ne ister insan !
Şimdi yazımın sonunda “eniştem sağolsun” kavramına geleyim. Gerçekten bunu tüm inancımla söylüyorum. Ya eniştesi olmasaydı ? Ne yaverinden, ne fidanından ne de akarından ne kokarından hayır gelecekti. Gülüm helva yanacaktı ve bizi de yakacaktı. Benim de bir eniştem var ve şimdi huzur evinde. Yazıma bir fotoğrafını ekliyorum. Görünüşte canım-gülüm gibi olsa da biz ikimiz birbirimizi altmış yıldır sevmedik. Belki ablamı aldı diye kızdım ellili yılların başlarındaki çocuk aklımla. Belki ablama yaptığı baskılardan onu suçladım. Açık olanı annem ve babam öldüğünde ablama takındığı tutum ve dışa yansıyan istekleriydi ipler geren. Kimi zaman kopanlar bağlansa da arada hep bir düğüm kaldı. Ablam da annem gibi bir günde ölüverdi. O şimdi doksan yaşında huzur evinde yatalak bir hayat sürüyor. Nezuş’un merhameti olmasa “kim arar seni kim arar” sözleri dilimdedir her zaman. Ülkeme bakıyorum da eniştesini tanımasam da şükürlerimle dua ediyorum: Allah enişteyi başımızdan eksik etmesin. Yoksa ekrana çıkıp da adam gibi görünen “strawmen” lerden, onların gaflet ve hatta hıyanetlerinden Allah hepimizi korusun. Bu arada laf aramızda ben de enişteyim; hem de pek çok kişinin ve hatta bana burada “Alaçatının Eniştesi” bile derler.
Tüm bu açıklamalarımın ışığında yazımın girişindeki rakamları ve sözcükleri doğru sıralamak için Allah yolunuzu hep açık ve aydınlık etsin ve lütfen enişteye dualarınızı eksik etmeyin.
Öykücü