Yaşam Büfesinde “Defolarımız”

“…Hiç insaf kalmamış ben-i ademde; güpe gündüz s…..r adamı Acıbademde…”

Merhaba

Kısa keseceğim. Çünkü odaklanamıyorum. Yoğunlaşamıyorum. Aklımın gelgitlerinde sular durulmuyor. Yazımın girişindeki tek cümle Fakülte yıllarımda (1963-1968) rahmetli sınıf arkadaşım Ali Kelle tarafından çok söylenirdi. Mezuniyet sonrası kendisinden aldığım ilk ve son haber Diyarbakır’da akademik olarak mesleğini sürdürdüğü ve profesör olduğu idi. Kendisini severdim. Azıcık da arkadaşlığından tırsardım. Sanırım benden birkaç yaş büyüktü. Hayat okulunda pişmişti. Azıcık da çiyanlık vardı. Saz çalardı. keyif adamıydı. Bense aile babası olarak ev-okul ikilisinden dışarı çıkmazdım. Ben çok çalışırdım. O ise iyi not almanın kısa yollarını bilirdi. Sevgili Ali’nin bu veciz sözündeki Acıbadem İstanbul’un bir semti miydi ? Yoksa Acıpayam yerine mi kullanırdı ? bilmiyorum. Bildiğim tek şey elli yıl önce henüz bu isimde bir hastane yoktu; bu nedenle bu sözün o ünlü hastane ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bu söz Ali’nin dışında da çok kullanılan bir söz müydü ? bunu da bilmiyorum. Ali “dikkatli olun; gün ışığında bile güvende değilsiniz; arkanızı koruyun” demek istiyordu. Onu bu derece ürküten dost bildiklerinin “dost kazıkları” mıydı ? Ali bugünleri görseydi neler söylerdi ?

Çoğu zaman torunlarımla uyarıcı, öğretici sohbet ederken satır aralarına sıkıştırdığım ana mesaj “düşmanların dost görünümlü olduğunu, kötü insanların iyiler gibi göründüğünü” anlatmaya çalışmak olur. İbrahim usta oğullarıyla birlikte güneş enerjisi takıyordu. Ben de onları izliyordum. Ailecek ne güzel çalışıyorlar, ne güzel iş bölümü yapmışlar, birbirlerini nasıl tamamlayıcı olarak iş üretiyorlar diye gıptayla izlerken telefonum çaldı . Telefondaki ses bir komserdi ve başımın dertte olduğunu söylüyordu. Önce gülüp geçmek ve hatta hemen kapatmak istedim. Sonra vazgeçtim ve merakla sonunu bekledim. Telefondaki komser soluklanırken “sen hangi karakoldaysan ben oraya geleyim orada görüşelim” dediğimde sunturlu bir küfür savurup telefonu kapattı. İbrahim usta “Sen de pek nazikmişsin; telefonu bana verseydin ben onun ağzının payını verirdim” dedi. “Ağız payı” nasıl verilir ? bilmem. Hiç yapmaya çalışmadım ki…Adam koskoca yargıç olmuş telefondaki sanal savcıya milyon lirasını kaptırmış. Şaşmamak elde değil ! Kadın her gün televizyonlarda ve verdiği beslenme talkımlarına bakarsan ağzında neden diş kalmadığını anlayamazsın. Üstelik medyatik maymun gibi hemen her hafta profesör sıfatıyla ekranda aynı teraneyi sürdürüyor. O da elli milyarını kaptırmış. Hem de sokaktaki bir çöp bidonuna koydukları para ile hangi korkularını, hangi defolarını kapatmaya çalışıyorlar ki ? anlamak mümkün değil. Yakınımdaki ses “büyük konuşma senin de başına gelir” diyor. Bu denli korkularımız etrafımızı sardı yani.

Bu yazımdan önce son üç günde üç kez çatıya çıkıp yazmaya çalıştım. İkisinde bir yere kadar toparladım. Yine de “taslak” halinde bıraktım. Sevmedim. Özünü bulamadım. Çerçeveye saramadım. Yine de silip atamadım. Şimdi bu yazımın altına o iki taslağı da ekleyip bu yazımı tamamlayacağım. Belki Temmuzda daha aklı başında olurum. Neden böyleyim ? Bir şiirin birkaç satırı düşüyor yanıt olarak aklıma: “…Ben her zaman böyle değilimdir ha…Haftada birdir benim ahmaklığım…” Balkanlardan huşu ve umut kaptım; hüzünlü bir keyfe daldım. Kartal bakışların bizi, beni sorgulamasından defolarımı anımsadım. Balkanlar öncesinde Utku ile HAGEM (Havagazı Gençlik Merkezi) konuşmamı sevmiştim. Gençlere işe yarar temel mesajlar vermekten ya da verdiğimi sanmaktan mutluydum. Araya Balkanlar girdi. Keyfim kederlendi. Kanada’dan gelen gelinimiz Meg’in İlke ile evlenemesi seremonisini Çeşme’de “Dayı Evi”nde verilen özel yemeğin video karelerinde bir mutluluğa katkı sağlamanın güzelliklerini görmekten gurur duydum. Tüm bu gelgitlerle yakın çevremdeki olumlu olgulara patlayan bombalar, yiten canlar, daralan çember ve beraberliğimizi elimizle parçaladığımız, “kayıp kaçak oyunları” ile iyileri cezalandırıp kötülere prim verme yolları hepsi ama hepsi defolarımız. Ada yürüyüşünde ayağıma dolanan çöpler defolarımız. Milletin orasına burasına koyup da kucağa oturtmalar defolarımız. Selanik ve Manastır’da göremedim şu gözümüze sokulan defoların binde birini. Kahrolurken telefondaki savcı örneği değil bizi, beni kazıklamaya çalışanlar sadece. Başka ne mi var ?

Bir ay önce gözlüğüm kırıldı. Onarmak için İzmir’e gittim. Bu arada Nezuş’un gözlük camı da iyice çizilmiş; yenisini almak gerek diye bir de özel bir göz hastanesinden randevu aldım; hem Nezuş’e hem de bana. Aletler çalıştı el övündü ve sıra sonuca geldi. Bana yeni bir gözlük camı yazdı. Asıl gözlüğe gereksinimi olan Nezuş’a gözlük camı yazmadığı gibi ısrarla katarakt ameliyatı olmasını ve hem de şimdi olmasını istedi. Biz gözlük dedik; doktor “yeni cam yazsam da bu gözle göremez; gözlük işe yaramaz ameliyat olması gerek” dedi ve yeni cam yazmadı. Maksadı belli. Ameliyat karşılığı devletten para almak. Bu kadar da insanın gözüne sokulmaz ki çıkarcılık. Bir kez daha anladım ki sahtekarlar ve bizi, beni soymak isteyenler sadece telefondaki sanal savcılar, komserler değil, meslek erbapları ve yaşamda yanı başımızda duranlar. Bu nedenle sınıf arkadaşım Ali Kelle’nin “Hiç insaf kalmamış ben-i ademde güpe gündüz si….er adamı Acıbademde” sözüne gerçekten inanıyorum ve kendisini bir kez daha rahmetle anıyorum. Mekanı cennet olsun ve hepimizin defolarımızı azaltacak dikkatlerle yolumuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

********************

Yaşam Büfesinde “Zahmet”

…Doktor, erkek hastasını muayene ettikten sonra , adamın eşiyle özel konuşmak istediğini bildirdi. Adam dışarı çıktıktan sonra kadına ciddi bir sesle durumu anlatmaya başladı: “Eşinizin hastalığı ciddi” dedi. “Korkunç bir stresi var. Söylediklerimi uygulamazsanız bilin ki ilk gerginlikte  ölecek“. Sonra sözlerine devam etti: “Her sabah mükemmel bir kahvaltı hazırlamanız gerekli… Neşeli olmasını sağlamaya dikkat edin.Öğlen için de yanına çok iyi bir yemek vermelisiniz. Dört başı mamur bir menü…İş yerinde onu yesin. Akşam yemeği olarak da yumuşak bir biftek, ya da bonfile hazırlayın. Bol sebze garnisiyle…Haftada iki akşam da mükellef bir balık…Rakısına bir adet buz yeterli… 35 liğin yarısını geçmesin. Keyiflenir de bir duble daha isterse verin içsin. Böylece gevşer biraz daha. Konuşurken sakın keyfini kaçıracak konulardan bahsedeyim demeyin.Özel sorunlarınızı da kesinlikle açmayın.Yoksa kötüleşiverir. Kendinize mutlaka dekolte bir kıyafet seçin. Bakımlı olun. Yanına oturup sırtını ovun. Televizyonda maç seyretmesi için teşvik edin. Siz de yanına sessizce oturup kırmızı şarap servisi yaparsanız iyi olur. En önemlisi de haftada birkaç akşam seks yapın ve onu her bakımdan tatmin etmeye bakın…Eğer bu söylediklerimi aksatmadan bir yıl kadar uygularsanız, sanırım kocanız iyileşip normak hayatına dönecektir ve uzun ve mutlu bir yaşam sizi bekleyecektir”. Eve dönüş yolunda koca eşine sordu: “Doktor ne dedi sana ?” Kadın kısaca cevap verdi: “Ölecekmişsin”…”

Merhaba

Doktor kadına her önerisinden sonra soru sorsaydı kadını umutsuzluğa götüren neden daha net anlaşılabilirdi. Belki kadın bir yıllık süreci sevmedi. Bu kadar uzun süre “zor olur be abicim” diye düşündü. Belki de kadın içkiye düşmandı ve ne rakı ve ne de kırmızı şarap ona uygun değildi. Belki de maç izlerken yanına oturmak istemiyordu. Belki denicel uyumsuzluk vardı ve daha fazla seks tercihiydi. Belki de parasal durumları haftada o kadar fazla hayvansal protein almaya yetmiyordu. Belki de tüm bunlar sözel olarak kadına sunulduğu için kadın görsel odaklıydı ve kendisine yazılı olarak verilmesini istiyordu. Belki de kadın bunca öneriyi sıraya sokmakta zorluk çekiyordu. Belki de kadın bunca gayretten sonra kocasındaki stresin kendine geçmesinden endişe duyuyordu. Belki de kadın bu doktora güvenmiyordu. Belki de kadının asıl sorusu bunca zahmete değip değmeyeceğiydi. Belki de kadın reisin dediklerini düşünüyordu. İşte tam bu noktada farklı mesajlı iki doktor fıkrası daha düşer aklıma.

İlkini sanırım seksenli yılların ortalarıydı. Mordoğan’da anlatmıştım. Fakültedeki bir rahmetli hocamın genç eşinin ikinci evliliğindeki mutlu yuvasına gitmiştik. Alaşehir’den getirdiğim üzümlerden götürmüştük. Sohbet koyulaşmıştı. Anlattığım aşağıdaki fıkra ortama bakıldığında gayet yersiz düşmüştü. Anlatmamak gerekirdi. Özellikle yaş sınırlarına ve yaşam gölünün karşı kıyısına yaklaşmış olan vali emeklisi aristokrat bir yapıya uygun düşmemişti. Olmuştu bir kere ve ağızdan çıkan sözü geri almak olanaksızdı. Pişmanlığım o anda mı oldu yoksa geri dönerken yolda mı oluştu ? şimdi ayırdında değilim. Fıkra şöyleydi:

“Adam çok hastaydı. Doktora gitti. Doktor iyice muayene ettikten sonra: “Durumun ciddi” dedi ve önerilerini sıraladı. “Bundan böyle sigara içmeyeceksin” dediğinde hastanın canı sıkıldı “Ama doktor” dedi “sigara içmekten keyif alıyorum”. Doktor devam etti :”Sigara içmeyeceğin gibi artık sana içki de yasak”  deyince hastanın yüzü iyice asıldı. Doktor üçüncü yasağını da iletti :” Seks de yasak” dediğinde hasta isyan etti: “Doktor” diye yükselen sesi “Ben erkek olduğumu nasıl anlayacağım” diye haykırdığında doktor sakince yanıtladı :”Her gün traş olabilirsin”…” Sanırım hastanın beklemediği bu yanıt kızgınlığını azaltmıştır. Hergün traş olurken vazgeçtiği (ya da geçmediği) diğer üç şey için “serbest bölge” de olduğunu düşünerek pişmanlık duymuş mudur ? kimbilir.

Ramazanın ikinci gününde Çeşme çatı daha bir sıcak. Utku Kemalpaşa’dan bahçesinden kargo ile kiraz göndermiş. Gidip onu alıp geldim Çeşme’den. Allah razı olsun. Düşünmüş, değer vermiş ve bir jest yapmış. Helal olsun. Ben de madem ki bu dünya GAT Dünyası ve vermek/almak dengesine inanıyorum ve madem ki hemen her yerde “gül kokusu veren ele bulaşır” diyorum diye düşünüp çeyizlerimden bir kitabı kargoladım. Kitabın önsözünü değerli hekimimiz ve bir aile dostu ilişkisindeki yakınlığımız olan Prof.Dr.Ü.Bayındır yazmış. Hocamı ve son Kent beraberliğindeki sağlık desteklerini anımsıyarak benden daha iyi yararlanacağı umuduyla Utku’ya gönderdim. Çeşme’den dönerken bankaya uğradım ve teee Tacikistan gelen destekleri görüp dua ve teşekkürlerimizi iletme şansı buldum. Allah hepsinden razı olsun. İyi de araya bu duygular girince yazmayı düşündüğüm ikinci doktor fıkrasını unuttum. Unutturana bakmak gerek… Demek ki yazmamalıymışım.

*************

Yaşam Büfesinde “Açık Kapılar”

…Belli bir yaşa gelince çocuklarınla konuşmazsın; yolculuğun çok önemli bir bölümünü kaçırmış olursun…Dün gece Urla güzeldi. Evvelsi gün Çeşme’ye ekmek almaya gittik. Üç ayakkabı ve iki kitap aldık. Bunlardan A.Robbins’den on sayfa okuyup P. Senge’e dönüyorum ve MAS09 odağında benzer mesajlar buluyorum…Aklı ele veren dildir. Ben çömez olduğumu biliyorum. Ama çömezliğin uzun bir yol olduğunu da biliyorum. Bu sonu olmayan bir yol ve bu sonsuz yol beni büyülüyor…”

Merhaba

Güzel, doyumlu bir hafta sonu ve yeni bir hafta başlangıcında Ramazan’ın ilk günü. Bu yıl biraz daha zor olacak gibi oruç tutanlara; başta Nezuş olmak üzere. Çünkü yılın en uzun günü (21.06.2016) de bu yıl Ramazan içinde. Allah yardımcıları olsun. Ben tutmuyorum. Sebep mi yoksa bahane mi sayılır ? bilmiyorum. Ancak onaltı yıl önceki by-pass tan sonra hâla tam tıkalı birkaç kalp damarı için ne balon, ne stent ve ne de yeni bir by-pass yapılamadığı için uzun süredir (on yılı aşkın) düzenli olarak günde on dört ilaç alıyorum. “Allah affeder” derdi rahmetli annem ve daha çocukken ve hatta üniversite öğrencisiyken benim oruç tutmamamı destekler, moral verirdi. Bu nedenle oruç tutmak bende öyle bir tutku haline gelmedi. Anneme inanıyorum ve Allah’ın bağışlayıcılığına sığınıyorum. Bu arada Nezuş oruçlu olduğu için sabah kahvaltımı düzenli olarak aynı rejimle tek başıma yapıyorum. Menüde birkaç domates, bir kaşık zeytinyağı, çökelek ve üzerine adadan topladığımız kekikle çörek otu; yanında dört biber, dört zeytin, bir acur, bir demet maydenoz, bir dilim kızarmış ekmekle bir bardak süt. Özellikle Balkanlar’dan sonra kahvaltımızda bir haftadır yumurta yok, hafta sonları yediğimiz bal da yok. Çünkü kotayı orada doldurduk. Hele hele hemen her yerde ve bilhassa Saraybosna ile Üsküp’de deve tabanı gibi “gallavi kaşarılı köfte” leri anımsadıkça (ucundan azıcık tatmak dışında hiçbir zaman tamamını yememiş olsak bile) soframızda bir süredir et de yok. Rutinimize dönerken azıcık sınırları daraltıyoruz. Ki sonuca bakınca binlerce şükür. Yazımın girişinde neden üç renk ve üç ayrı ifade var ?

Kahvaltı Menüm (MC)

Mavili tek cümle 07.01.2007 akşamı saat 22.30 da TRT1 de yayımlanan “Diğer Kız Kardeş” filminden bir alıntı. Neden şimdi ve burada ? Bu sabah güne başlarken sevgili Utku’nun konu başlığını “huzur” diye belirlediği kısa bir mail mesajı düştü inboxıma. Utku şöyle yazmış;

Merhaba Mustafa Hocam,
Sizinle paylaşmasam huzur bulamayacağım bir geribildirimi paylaşmaya karar verdim:
Yaşam Büfesinde “Huşu ve Umut” yazınıza eklediğiniz videonun finalinde ekranda çıkan yazının, önümüzdeki zaman diliminde karşınıza olumsuzluklara “gerekçe” olarak çıkabilme ( DOD2 aşamasında olduklarını düşünüyorum) olasılığının kaygısını yaşadım.
Saygı ve selamlarımla.

Ne güzel bir şey ! Bir dostum beni benden fazla düşünüp kaygı duyuyor ve bunu bana iletmezse huzur bulamayacığını ifade ediyor. Herkese nasip olmaz böylesi güzellikler. Geçen gün de yine bir mesajında kumda oynayan Duru öyküsünü okuduktan hemen sonraki geribildirimini “hocam siz çok güzelsiniz” diye bitirerek Duruvari “sevgi” ifade ediyordu. İşte burada önemli olan verdiğim mesajın alınması ve asıl olan da özümsenip içselleştirilmesi ve “acta non verba” yani eylem kazandırılmasıdır. Bu yaklaşım Utku’nun her vesileyle öyküleştirildiği “elmanın ikinci yarısı” olarak metaforlaşmıştır bizim SSTC Öğrenme Yolculuklarımızda. Bugün de Utku yukarıdaki mesajla kaygısını dile getirmiştir. Ben de bu emeğe saygı duyarak hemen oğullarıma görüş sordum. İlk yanıt Eray’dan geldi. Açıklamalarıyla beni rahatlattırken “korku yaratanlara prim vermiş olmanın iç ezikliğini atabilmem için de teselli etti”. Kerem abisine katıldı. Ümit de taaa (ya da Y.Özdil stiliyle “tee”) uzaklardan grubun görüşlerine karşı çıkmadı. Filmin sonuna yeni bir yazı ekleyip yeniden sayfasına koydum. Demem o ki “oğullarını dinleyince insan yaptıklarından ya da yapmadıklarından ve hatta tornistan ettiklerinden bile mutluluk duyuyor; duyabiliyor. Bu da yaşam gölünün karşı kıyısına yaklaşırken iç huzurun sürmesine katkı sağlıyor.

Yazımın kırmızılı giriş bölümünü de 28.09.2008 de yazmışım. Dokuz (2007) ve sekiz (2008) yıl önceki CINOS’un Synleşen üçüncü evresinde “Çerçeve Çalışmaları” ve “Omurgalı Liderlik” çalışmalarıyla doyumlu günler geçiriyor olsam da koridora taşan masam ve ilk heyacanlı adımların sürmeyişi (sevgili Aker Zeynep’le başlayan F3 çalışmaları tam İsviçre-Türkiye ortak kararına dönmüşken yeni gelen Aykut’un frenlemesiyle) ruhumda yeni fırtınalar estiriyordu. Bu nedenle 2008 den 2009 a bakarak “MAS”laşacağım (Mustafa Artık Serbest) düşüncesiyle Elazığ’ın Koruk Köyüne gitme örnekli fantezilerim gelişiyordu.

İşte bu yeni fantezilerim için de kendimi yetmişe doğru da olsa çömez görüyordum > “Öğrenme Yolculuğu Çömezi”. Bu nedenle Z.Göğüş’ün 06.01.2007 tarihli H… Gazetesindeki köşe yazısından almışım yeşilli kısmı da. Her üç bölüm de P.Senge‘in çatıdaki, kitaplığımda yer alan “Beşinci Disiplin” isimli kitabının ilk sayfalarında. Neden bu kitap yine, yeniden elime düştü ?

Görünen o ki Temmuz ayı içinde iki grupla yeni bir öğrenme yolculuğuna çıkacağız. Bu beraberliğe “Üretimden Yönetime Cu2016” ismi vererek bir slayt serisi hazırladım (bu arada nasıl olmuşsa PPT ile sunum yapmayı bile sevmeyen UN meğer geçen gün Prezi ile çok güzel bir sunum yapmışmış. Helal olsun). Yaklaşık elli slaytlık genel hazırlık aşaması olan slaytları jpeg formatına çevirdim. Aralarında HAGEM deki açılış konuşmamdan ve Kerem’in “Fark Yaratan Şirketler Paneli” kapanış konuşmasından parçalar ekledim ve AVS ile montajlayıp Ravel’in Bolero’su fonunda görsel hazırlığımı başlattım. İşte bu hazırlıklar sırasında “Çömez ve Öğrenme” konuları özellikle Dr.A.Maslow’un sözleriyle bir araya gelince “Beşinci Disiplin”in 12nci sayfasındaki şu sözleri aynen buraya almak farz oldu gibi geldi bana:

“…Öğrenen organizasyonlar mümkündür, çünkü temelde hepimiz öğrenen kişileriz. Hiç kimsenin bir çocuğa öğrenmeyi öğretmesine gerek yoktur. Gerçekte, hiç kimse çocuklara bir şey öğretme durumunda değildir. Onlar yaratılıştan sorgulayıcı, usta öğrenicilerdir ve yürümeyi, konuşmayı ve kendi işlerini büyük ölçüde kendi görmeyi kendi başlarına öğrenirler. Öğrenen organizasyonlar mümkündür, çünkü öğrenmek hem bizim doğamızda vardır ve hem de biz öğrenmeyi severiz…”

Bay Covey’in dört temel ihtiyaçtan üçüncüsü “L3:Learn/Öğrenmek” tir. Öğrenmek, temel bir ihtiyaçtır. Öğrenirken yola çıkışımızda “hayallerimizi hedefimiz kılmayı” amaçlamak gibi bir gayenin peşine takılmak; ya da “Johari Penceresi”nde “bana beni anlat” diyebilen beklentiler oluşturmak öğrenmeyi keyifli kılacaktır. Bunlar yönü belirleyip, içimizdeki potansiyeli açığa çıkarmak ve üst sınırı oluşturup yaratıcı enerjiyi etkinleştirmekle süreklilik kazanacak keyifli ustalıklara eriştirecek eylemler olacaktır.

Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü