Yaşam Büfesinde “Altın Kutu”

“…Yıllar önce fakir bir aile varmış; kıt kanaat geçinen ve üç kişiden oluşan bir aile. Bir gün evin bahçesinde kızın altın renkli pahalı bir kağıtla bir kutuyu kapladığını gören baba, kızına çok sinirlenmiş; “Utanmıyor musun zorlukla kazandığım paraları böyle kağıtlara harcamaya ?” . Kız ağlarken baba oradan uzaklaşmış. Ertesi gün altın kağıtla kaplı kutuyu babasına getirmiş ve “Baba bu senin için hazırladığım hediyeydi” dediğinde, baba dünkü davranışı için üzülmüş.  Kızını kucağına almış, saçını okşamış ve teşekkür etmiş. Ne olduğunu anlamadan kızına sinirlendiği için hata ettiğini düşünmüş. Kutuyu açtığında, kutunun boş olduğunu görünce daha da sinirlenerek “Böyle hediye mi olur, sen benimle aly mı ediyorsun ? Bu kutu boş diyerek !” kızına bağırmış. Kızın gözlerinde yaşlar birikmiş: “Baba o kutu boş değil ki ! Dün gece sabaha kadar uyumadım ve içine öpücüklerimi üfledim. İçinde senin için yüzlerce öpücük var !” demiş. Baba allak bullak olmuş, kızından defalarca özür dileyip onu defalarca öpmüş. O günden sonra altın kutu adamın hep başucunda durmuş. Ne zaman üzülse veya sıkılsa o altın kutu ona hep güç vermiş…”

 

Merhaba

Birkaç gündür sevgilerin artan yükünde gelgitlerim oluyor. Çeşme’den Mavişehir’e gelince programlı ya da beklenti dışı beraberliklerin sevgi yüklerine pek fazla hazır olmayan yüreğimin pırpırlarında sevinçle hüzün arasındaki kırmızı ince çizgiyi nerede, ne zaman, neden ve nasıl aştığımı anlayamıyorum.

Cuma günü Netdirekt kafetaryada “MUCENK TRIO (Bu ekibi aşağıda daha kısa ve net olsun için “UMEÜçlüsü” diyeceğim)” olarak karşılıklı bilgilerimizi güncellerken kimi yan dallarda köklü sevgilerimizin meyvelerinin güzelliklerine tanık olduk. Benim hissettiğim “smell of success / başarının hazzıydı” ve öylesine içtendi ki UN’nun tanık olduklarından çok şeyler öğrendiğine eminim. Yolun yarısını geçip batının uzak diyarlarının yol ve gönül yorgunluğundan sıyrılmak üzere olan EK ı aynen 1985 ilkbaharında “Mahkumlar Restoranında” özlemle dostluğunu duyumsadığım babası AK gibi gördüm. Hem beden, hem akıl ve hem de yüzdeki eksilmeyen gülümsemeyle. Batının uzak diyarlarındaki sorumluluklarının azalması olasılığının ışığında ülkemin batısında “satış destek” çalışmaları içine girmiş olması da kırka iki kala yaşanmışlıkların deneyiminde mutlaka daha çok yararlar sağlayacaktır hem kendine hem de kurumuna. Hayırlı olsun.

UME Üçlüsü’nün sesli harflileri otuzlu yaşların enerji ağırlıklı bilgi-beceri ikilisiyle hem paylaşımcıydılar hem de öğrenme hevesleri yüksek. Ben köprü kurabilmek için çok soru sordum. Anlatmaya hevesli bir genç, anlatılanları belleğe alıp özümsemeye ve içselleştirmeye aç bir diğer genç ve SSTC Ustalık yolculuğunu usanmadan sürdüren yetmiş aşkın bir diğer heyecanlı kişi. Dört yıl önceki sinyallerin ve dört yıl içindeki hızlı gelişmelerin etkisiyle azıcık yenilenen eski takım ve bilinenler geldikleri daha sorumlu görevler. Kurum hızla büyüyüp gelişirken çalışanların da buna koşut olark kendilerini geliştirmelerine yardımcı olmaya kesin kararlı görünen genç/deneyimli karması bir yönetim grubu ve onların yetkili tek temsilcisi hırslı bir patron. Aralık ayında gerçekleşirse ortak SSTC Öğrenme Yolculuğu, kapsamında olmasa da aklımdaki esas soru: Çalışanların kendilerini bütünün parçası olarak nasıl gördükleri ve tek ses olma yolunda nerede oldukları ? Bunu ortaya koyduktan sonra üç sorunun yanıtını verebilen “Lider Yönetici” aşamasına geçebilmenin yolları:

  1. Vizyonum(uz) ne ?
  2. Bu vizyona hangi stratejiyle ulaşacağım(z) ?
  3. Bu vizyona ve bu vizyona bu stratejiyle ulaşacağım(ız)a inanan takipçilerim kimler ?

Cuma günü böyle dolu dolu geçip eve geldiğimde telefondaki özlediğim ses beni Diyarbakır-Boğazkere’ye çağırdı. Hem sesi, hem o sesle birlikte Boğazkere’yi özlemiştim. Günün öğleden sonrasını da Çınarlı’da Beyaz Lale’de geçirmiştik Nezuş’la. Biraz mahcup yarınki beraberliğimizin ön görüşmesi, alt yapısı gibiydi bu çağrı. Öyle bir zamandı ki gerçekten hayali cihan değerdi. İkiletmedim. Hatta Boğazkere sonrası araba kullanmayayım diye otobüsle gitmeye karar verdim. Aramız üç durak. Metroya giden otobüs hem benim hem özlediğimiz sesin kapısının tam önünde duruyor. Hattın bu arasında yolcu sayısı da az. Gitmek kolay; gelmek kolay. Mükemmel bir geceydi. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım. Sohbet konusu azıcık hüzünlü ve başarı öyküleriyle doluydu. Tıpkı Kerem’in panelde söylediği gibi hepsi “emekle yoğrulmuş yemekler”di. Elliye dört kalınca yaşlar bunca güzelliğe bakışı “better is not sufficiently good / daha iyisi yeterince iyi demek değildir” şeklinde yükselen çıtayla günleri daha bir zorluyordu. Özellikle Syngillerin “talent management/yıldız oyuncuların yönetimi” başlığında seçilmişleri konumlarına göre İNSEAD veya CCL e gönderirken ele alınan ondört kriterden biri “iş ve özel yaşam dengesi” idi. Bir kere bu yola çıkınca sen kendini ve yaptıklarını ne kadar yeterli görsen de özel yaşamındakilerin (evde bekleyenler) kantarın topuzunun kaçtığına inanıyorlar. Bu nedenle onlar altın kaplı kutuya öpücüklerini, özlemlerini, beklentilerini koysalar da gözünü hedefe kilitleyen yolcu kutuyu boş sanıyor (gibi geliyor bana). Bazen haklı bazen haksız çatışmalar ve bu çatışmaların rutinleştirdiği kabuklar (kaşar böyle mi oluyor acep !) yaşamın zorluklarını daha bir artırıyor. Bizim Poyraz zor koşullarda çalışırken, hele bir de kural tanımaz ilişkiler artarken Begüm’ün artan ruhsal sıkıntılarını anlasa bile hak veremiyor ki… Bugünün koşullarında özellikle sanal alemin baskısı ve artan iletişiminin “ya sabır” veya “La havle...” çekmesine olanak vermezken ısınıveren ilişkiler kabına sığmıyor ve onaltı derecedeki Boğazkere bir de bakıyorsun sanki sıcak şarap olmuş. Şimdi bu durumu MACUNKÖY Dörtlüsünde işler (yetmişi aşanlar için sadece keyfi ve L4) ve eşler arasındaki ilişkilere baktığımda hırsının zirve yaptığını yakınen bildiğim elliye yaklaşan otoritenin kişi olarak yapısal baskınlığında ciddi bir sıkıntı yarattığını sanmıyorum. Yine de 28 aylık danışmanlığını yaptığım FE nun benzer durumları artınca havaalanında yakalandığı kalp krizini unutmamak gerek. Sonuç;

  1. Değiştirebileceğim şeyler için “Cesaret”;
  2. Değiştiremiyeceğim şeyler için “Sabır” ve
  3. İkisi arasındaki farkı anlamak için de “Bilgelik” istiyorum.

Cuma günü gün ışığında ve gecesinde mükemmel iş/özel yaşam beraberlikleri sağladı. Bazen kırmızı ince çizgiye yaklaşma anlarında sevince azıcık da olsa hüzün bulaşsa da bunu da bu sahip olduklarımızın cilvesi olarak kabullenip şükürle, keyifle ve huzurla uykuya daldık. Ve ertesi gün…

Evden çıkmak üzereydik. Elimizde halı desenli vazo, içinde orkidelerle dizyan edilmiş bir hediye ile kapıyı kilitlerken telefon çaldı ve küçük konuğumuz Duru bize katıldı. Arabaya bindik ve Alsancak dalyanda arabayı otoparka bırakıp yola yayan revan olduk. Mest’e geldik. Sevdik; sevindim ve bekleyenleri huzursuz etmemek için kısa bir ziyaretin ardından Kordon’da yürümeyi sürdürdük. Yazdan kalma, sıcak ve aydınlık bir havaydı. Kordon her zamanki gibi Cumartesi kalabalıklığındaydı. Brunch’ın sonlarına doğru gençlerle dolu kafeler neşeliydi. Ne bir ay önceki Ankara katliamının korku salan tedirginlikleri ve ne de bugün Paris’teki bombalarla ölen 129 kişinin sinyalleri vardı günlük yaşamın hafta sonu dinlencesindeki keyiflerde. Gündoğu Meydanına halılar serilmiş; “Konuşma Halkası” benzeri çemberin çevresindeki ahşap kulübelerdeki Türkiye Cezaevlerinin İş Kurumu ürünleri sergileniyordu. Oyuncaklar da olunca Duru ile beraberlik pek yormadı. Malatya’nın Günkuruları daha bir seçilmiş ürünler olarak 30TL/Kg olarak değerdi. İç çamaşırları ekonomikti. Duru bu gece bizde kalacak ama pijamasını almamışız. Bir de pijama alsak iyi olacak diye standları gezmek, yorulunca taburede oturup gözleme yemek böylesi bir gün için ( ve biz yetmişlik olunca) gerçekten doğaldı; sağlıklıydı. Eve döndüğümüzde İrem’de bize katıldı. Dörtlüyü tamamladık. Abla kardeş, logolar, oklavalı oyunlar ve asıl önemlisi Brezilya’dan getirdiğim taşları gruplama ve renkleri İngilizce olarak oyuna katmak Duru’dan bize doğru uzanan büyüme, gelişme ve dönüşme sinyalleri olarak hem keyif hem de gurur vericiydi. Kerem’in yatağında ben ve İrem; yatağımızda Nezuş ve Duru evimizin çiçekleriydi. Yetmeyen sadece bizim enerjimiz.

Ve bu sabah…Dördümüzün de keyfi gıcırdı. Logolar, kuleler, blue’la derken kumbaraya para etma faslında kaşla göz arasında akla hayale sığmaz bir sıkıntının ter basan birkaç dakikası eskilerin dediği gibi “ömrümüzün birkaç yılını alıp götürdü aklımızın erdiği kör olasılıkların korkularında“…Gerçek bir kırmızı ince çizgi testiydi. Bereket İrem’le baskete gittik de bu ruh halimin çöküntüsünden sıyrıldım. Bizi bu tür korkularla sınama Allah’ım. Yaklaşık otuz yıl önceydi. Çocuklarıma anlattığım Bulgar klasiği üç masaldan biri “Tilkinin Bağı” idi. Masalın bir yerinde doyduğunu anlatmak için burnuna bir üzüm tanesi sokan tilki “burnuma kadar doydum” derken görsel malzeme kullanmanın etkisini kullanıyordu. Bunun etkisi olsa gerek ki Kerem de burnuna bir leblebi sokmuştu. Eray henüz doktor olmamıştı. Şişen leblebiyi çıkarmak için çektiğim azabı dün gibi hatırlar ve korkudan hâla titrerim. Bazen küçüçük satır araları pek çok şeyi şekillendiriyor; tıpkı “Kelebek Etkisi“nde olduğu gibi. Aslında küçük gibi görünen ve belki de gerçekten de küçük olup da benim duyarlılık artışındaki güçsüzlüğümden önem kazanan birkaç küçük olay bu son iki günde sevinçlerime hüznü ekleyen acı/tatlı soslu kırmızı ince çizgi gelgitlerinde nasıl etkiler bıraktı ? pek bilemesem de akşam üzerine kalan yürüyüşümde kendimi pek fazla güçlü hissetmedim. Yürüyüş öncesinde başladığım yazıma önce “Korkuların Gücü” başlığı attım. Sonra hangi kısa öykü ile girişi yapayım diye düşünürken elime attığım kitabın içinden bir gazete kupürü elime düştü. Rahmetli Jobs’un ölmezden kısa bir süre önce “Hastayım, tedavi oluyorum, ölmeyeceğim” deyişi vardı gazete haberinde, öleceğine eminken (Eylül 2008 !). Gazetenin bir köşesine “True believer” yazmışım; bilmem hangi yan etkilerle. Bunu da yazıma başlık yapmayı düşündüm ve ister MACUNKÖY Dörtlüsü ister biraz daha gençleştirilmiş UME Üçlüsü‘ne bakarak.

Bu yazıma kısa bir film ekleyeceğim. Yazım yayınlanınca birine telefon edip onayını alacağım ya da filmi çıkaracağım. Filmdeki sözlerin tüm dökümünü daha önceki yazılarımdan birinde yayımladım. Sözler onay istemiyor; görüntü de istemez gibiyse de belli mi olur ! Hep söylerim “don’t assume ! / Varsayma”. Kaldırmak durumunda kalırsam yazıma “August MIND” isimli kısa filmimden bir özet ekleyeceğim.

Yıl sonuna yaklaşırken hesap görme, defterleri dürme ve yakın/uzak geleceği yeniden değerlendirme gayretlerinin hız kazandığı paylaşımcı, katılımcı öğrenme ve ustalık yolculuklarının hep aydınlık yollarda sürmesi ve altın kutulardaki sevgilerden güç kazanılması dileklerimle.

Öykücü