Yaşam Büfesinde “3 Oda 1 Palas”

“…Sıcak bir yaz günüdür. Halime bahçede çamaşır yıkamaktadır. Leğenin başına çömelmiş ve açılan eteklerinden bacakları görünmektedir. Bunu gören Temel, bahçe duvarının üstünden seslenir : “Halime hadi gel sevişelim”. Halime “Olmaz” der. Temel isteğini yineler. Halime yine olumsuz yanıt verir. Temel üçüncü kez “Hadi gel Halime sevişelim” dediğinde Halime dayanamaz ve “Ula Temel ben orospu miyim ?” der. Temel sakince cevap verir: “Para vermeyeceğim ki…”… Soğuk bir kış günüdür. Temel bankanın önünde mangalını yakmış ve kestane pişirip satmaktadır. Arkadaşı Dursun yanına yaklaşır ve “Ula Temel bana 100 lira borç versene” der. Temel “Veremem” der. Dursun “Neden ki ?” diye sorunca Temel sakince cevaplar “Banka ile anlaşmam vardır. O kestane satmayacaktır ben de borç vermeyeceğim da..”…Aydınlık bir güz gecesidir. Temel gökyüzüne bakar ve tepsi gibi parlayan ayı gösterip yanındaki hocaya sorar : “Hocam eskiyen ayları ne yaparlar”. Hoca “Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar” der.…”

 

Merhaba

Sevgili Utku hem telefon ediyor hem de elektronik postayla soruyor Selimiye’de tatil yaparken : “Neden blogumu bir süredir boşladım ?”. Birkaç küçük neden var. Aslında hepsi bahane. Özellikle başkanlık seçiminden sonra ekranlardan uzak duruyorum. Yine de akıl almaz aymazlıklardan etkileniyorum. Bakıyorum da bizi “3 Oda 1 Palas“tan yönetenlerin sadece kişisel çıkarları uğruna bizi nasıl bir uçuruma götürdüklerini anlamakta zorluk çekiyorum. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Kime kızsam hıncımı alamıyorum. Bugünlerde inşaat sektöründe ençok giden ölçü “3+1” olunca ben de düşüncemi bu çerçeveye oturtmaya çalışırken dün gece bir rüya gördüm. Hayırdır inşallah derken zihnimde bir ev çizmekteydim. Yüz metre kareden büyük olmasın istedim. Salona 40 diğerlerine de 30, 15 ve 15 m2 lik alanlar ayırmışım. Oda sakinlerinin seslerini duymaya çalıştım. Birbirlerinle nasıl geçineceklerini anlamak istedim. Birden şekiller değişti. Mekanları hayvanlar istila etti. Salonda oturan Arsız Sırtlandan korktum. Sırıtışından korktum. Çocukluğumda özellikle mezarlığın yanından geçerken bana sırtlanı anlatırlardı. Sırtında ekmek teknesi benzeri bir çukurluk varmış ve çocukları sırtına alıp kaçırırmış. Bugün Arsız Sırtlanın da sırtında böyle bir tekne var mıdır ? Yoksa kasalı, kutulu, havuzlu, saatli yandaşlarının kucağında mı kaçırmaktadır ? Bir ay önce ortaya çıkan sonuçlar kimseye ders olmamış olmalı ki Arsız Sırtlan kadar evin en büyük odasını son şans olarak kapmış olan Cahil Devekuşu da sersemlikten kurtulamadı. Bu kadar iletişim, ilişki cahili olabilir mi insan hele hele öylesi bir evde son şans olarak oturabildiğin büyük odadan dışarıdaki aleme bakarken. Diğer odalardaki Mendebur Akbaba ve Hınzır Çakalın da sesleri yükselmeye başlarken rüyadan uyandım. Ter içindeydim; demek ki güncel olayların fazla etkisinde kalmışım.

Siyasete baktım. Ayak oyunlarına daldım. Körlere, sağırlara, duyarsızlara, akılsızlara kızdım. Daha geçen yıl tekmelettine karşılık Ekmelettinle reforandumda buluşanlardan başkanlık için de söz birliği, eylem birliği olacağını umut ettim. Şaibeli Denizde neden ısrarcı olduklarını anlamadım. Üçü birlikte firesiz Ekmelettini destekleselerdi ne kaybederlerdi ? Hiç; kocaman bir hiç. Ne kazanırlardı ? Çok şey. Halkın saygısını kazanırlardı. Beraber olabilecekleri mesajı verirlerdi. Yüzde 60 ın gücüyle %40 lıklara uyarı olurdu. Sen ki milletin başına uygun gördüğün Ekmelettini neden kendi başına değer bulmadın; desteklemedin. Ekranlara bakıyorum da hâla kendilerini haklı görüp “sen neden Denizi desteklemedin” demekten öteye bir söylemleri olmuyor. Bu görüntü bana onbeş yıl önce iki ana partinin gölge oyunu benzeri kavgasını anımsatıyor. Biz ki onlara bakıp da bugünün saraylısını adeta “yılana asrılmak” benzeri çaresizlikle seçmiştik. Şimdi de aynı durum gelişiyor. Halbuki üçü bir araya geliip de “üçü birarada” görüntüsü ile korkutsalardı artık sırıtamayan suratların ardındaki ruh da kendine çeki düzen verirdi. Vermesi gerektiğini anlardı. Ne yazık ki şimdi %40 lıklar hem sevişmek için zorluyor ve hem de para vermeyeceğini açıkca söylüyor. Böylece Halime gibi bedavaya gidenler kötü bir söylentiden de (sözde) da sıyrılmış oluyorlar. Temel akıllı. Temel bu işi biliyor. Kemal bilmiyor. Kemal anlamıyor. Kemal elinde olmayan başbakanlığı diğer odadakine ikram ederken ne kadar saf olduğunu gösteriyor; bunu yapıyor da neden başkanlıkta hâla Denize sarılıyor. Bunların tümü devraldıkları mirası yemekten öteye hiçbir siyasi becerisi olmayan düz mantıklı dar kafaların işi. Onlardan ne kırpılınca yıldız olur ne de köy ya da kasaba. Umutsuz vakalar. Onlardan farkı olmayan Deniz bugünün saraylısı ile buluşup da kendini ve grubunu böylesine aşağıladığı halde neden hâla sahnede dolaşıyor. Muhtemeldir ki eski şantajın gizli bir parçası hâla hükmünü sürdürüyor. Kemal seyirci; Kemal hâla memur ve hatta bu durumda tam anlamıyla Kemal etkisiz eleman. Şimdi iki Devlet bir araya gelip de beraberlikler Aklanınca üçüncü cumhurbaşkanı adayı genç oyuncunun Alicengiz oyunları son mu bulacak ? Bu kadar saf olunabilir mi ? Yasaklamak, uzak tutmak ya da sakıncalı piyadeyi denetimle yerli yerine oturtmak… Hangisi doğru ? Seksenli yıllarda mesleğim ve işimle ilgili yaşadığım bir örneği aktarmak istiyorum.

Zeytinde karakoşnil denen çok zararlı bir böcek vardı (hâla da vardır). Zeytin bitkisi, zeytin ürünü yetiştirilmesi tarım ilacı kullanımında çok dikkatli olunması gereken hassas konumda bir tarımsal faaliyettir.. Bu nedenle ruhsatlandırma otoriteleri çok duyarlıdır. Kılı kırk yararlar ve pekçok ilaç bu testleri geçemez. Zeytin üreticisi perişandır. Denetim yapan memura “yasak hemşerim” diyerek Bekçi Mürteza benzeri davranmak kolaydır; çünkü bekara karı boşamak gibidir. Zeytin üretici kesin çözümü SPR denen bir ilaçta bulmuştur. Bu ilacı karaborsa da olsa alıp kullanmaktadır. SPR isimli ilacımız OP grubundan çok zehirli bir ilaçtır. Kullanımında dikkatli olunmalıdır. Hem zararlıya etkisini maksimize etmek ve hem de faydalılara etkisini minimize etmek ve aynı zamanda yağa geçişini önlemek için özellikle zamanlama konusunda mutlaka denetimli kullandırılmalıdır. Bunun için de SPR nin zeytinde resmi tavsiye alıp uygulamaya verilmesi gerekir. Yukarıdaki üç konunun masa başında denetlenemeyeceğini bilen ve “eski köye yeni adet” getirmek istemeyen statükocular (suyu hareketlendirmek istemeyenler) ilacın toksikolojik değerlerine bakarak ruhsatlandırma başvurularını redetmektedirler. Firması CINOS’un ilk evresinin sahibi yüzelli yıllık İsviçre firması çok çabaladı. İlk on yıl aşamadı. O sırada Şeftalide ortalığı kasıp kavuran San Jose Kabuklu Bitine karşı ruhsat alıp pazarda satılır duruma gelen SPR ilacının belki elli tonu zeytine gitti. Denetim dışı kullanımla hem üretici ilacı karaborsa aldı ve hem de zamanlama, doz, ilaçlama aleti gibi faktörler yeterince optimize edilemediği için kimbilir ne tür sıkıntılar yaşandı. Nitekim CINOS’un üçüncü evresinde firması ilacı kendisi geri çekti. Halbuki zeytinde karakoşnil için de resmi tavsiye alabilmiş olsaydı, otoritelerin uygulamacı uzmanlarının denetiminde herkes için (firma, üretici, tüketici, aracı) akıl almaz faydalar yaratılabilirdi. Her zaman olduğu gibi “yasak hemşerim” demek en kolay yol olmuştu. Şimdi de bakıyorum de devlete bakan Devlet bey de Selahattin’i devre dışı bırakmakla yıllardır yaşanmakta olan sorunu çözeceğini sanıyor. Bu nasıl bir düşüncedir anlamak zor. Birlikte ol, yakın ol, ikna et, ara yolu bul ve çözümü birlikte oluştur. En azından bankanın önündeki kestaneci Temel gibi sınırlarını oluşturup yanıtların akılcı kılabilirdi. Aklın yolu birken bu nasıl bir iştir. Bunlar siyaseti sadece kendileri için yapıyorlar. Olmaz böyle şey. Uyanmaları gerek. Genç arkadaş en rahatları. Beklemede. Yeni seçim olsa oyları artar. Bence halkın gözüne soka soka üçü bir araya gelip kapalı kapılar ardında görüşmelilerdi. Hiçbir şey yapmasalar bile bu görüntü ile öne çıkarlardı. Böylece içine biraz da sır, merak katarak %40 lıkları korkuturlardı. Allah onlara bu fırsatı verdi. Ne yazık ki başta memur Kemal bile buluşup da sessizliğin gücünü kullanmak yerine ekranlarda sahte pelivan gibi sadece konuştu. Hem de ne konuşma. Konuştukça battı. Konuştukça kapıları kapattı. Akgiller isteselerdi bu etkiyi yaratamazlardı. Şimdi onlara bakıyorum da onlardan kırk(p)ıp kırk(p)ıp yıldız bile yapılamaz. Bir seçim daha onları görmeye dayanma gücüm yok.

Son duruma baktığımda rüyamda odalardakileri tavuk; salondakini de horoz gibi görüyorum ve “Öykücü Beyin” de dillendirilen “Coolidge Etkisi / Capgrass Sendromu” nu aklımdan çıkaramıyorum. Başkan Calvin Coolidge’e atfedilen psikolojik bir fenomenden söz edilir. Yıllar önce sıçanları inceleyen psikologlarca yapılan bir deneye dayanmaktadır. Deney bir kafesteki cinsellikten yoksun bırakılmış bir erkek sıçanla başlar.  Sonra kafese bir dişi sıçan koyalar. Erkek sıçan, dişinin üzerine çıkar ve seksten yorgun düşüp yere yığılıncaya kadar dişiyle pekçok kez ilişkiye girer. Belki de bize yorulmuş gibi görünür. Asıl eğlence kafese yeni bir dişi sıçan koyduğunuzda başlar. Erkek sıçan yine işe koyulur ve tamamen tükeninceye kadar bu dişiyle de pekçok kez ilişikiye girer. Hemen kafese üçüncü bir sıçan daha konur ve net bir şekilde bitkin düşmüş olan erkek sıçanımız yeniden etkinleşir. Bu deney cinsel çekimde ve performansta yeniliğin yarattığı güçlü etkinin çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Bu deneyin Başkan Coolidge’le ne ilgisi var diye düşünürseniz “Öykücü Beyin” kitabında 112 nci sayfayı okuyacaksınız.

Demem o ki; önümüzdeki günlerde kimler kafese ilk girecek; ne zaman ikincileri de kafese alacaklar; kimlere otorite şarkıdaki gibi “of deme oh de, oh oh de…” diyecek; kimler para almadıkları için bu çiftleşmeyi gönül rahatlığı ile kabullenecekler; kimler madem ki tecavüz kaçınılmaz o halde bari zevk alalım diyebilecekler; kimlerin halkın önüne çıkmaya yüzü olacak; kimler hâla yüzsüzlüğü maharet sayacaklar; kimler bizleri kör sanacaklar…Ne var ki bizimkilerin bunca beceriksizliğine bakınca ben de artık anlıyorum ki …

“Bektaşinin önüne iki şişe şarap koymuşlar “Tad bakalım erenler hangisi daha iyi demişler”. Bektaşi ilk şişeden bir yudum alınca diğer şişeyi göstermiş ve “O daha iyi” demiş. Şaşırmışlar ve “Nasıl olur? Onu tadmadın ki..” dediklerinde bektaşi “Bundan daha kötüsü olamaz” demiş…”

Bundan daha kötüsü olmaz sanırdım ama son davranışları görünce bu fikrimden vaz geçtim. Allah encamımızı hayreylesin ve sabır yollarımızı aydınlık kılsın. Yazımı bitirmiştim ki…

Dün konsept danışmanlığını Mümin Sekman‘nın yaptığı iki kitap aldım: “Hayat Bilgesi 1 ve 2″ Seçilmiş başarılı kişilerin yaşamlarından verilen mesajlarla sevgili Sekman’ın hep dillendirdiklerini pekiştiren anlatım ve bölümlendirme çok hoşuma gitti. Sayfalarında ekibin önde gelen isminin Günter Soydanbay olunca daha bir fazla sevdim kitapları. Hatta dayanamadım Sevgili Günter’e “Marka Danışmanlığı” kavramı içinde bir de elektronik posta (test amaçlı) gönderdim. Günter henüz dünyaya gelmeden dördüncü onluk içinde annesi Bayan Tuçyürek’le Enstitüde çok güzel, çok verimli mesleki yıllarımız geçmişti. O zamanlar umut doluyduk. Başta Mine hanım olmak üzere pekçoğumuz görevimizin (araştırıcı) izin verdiği ölçüde ve birazcık da sınırları zorlayarak aktivisttik. Kuşadası sahilinde biyolojik mücadele amaçlı çözüm arayışlarımızı (sanırım İsrail’li Bay David’in projesi kapsamında) anımsıyorum. Her neyse yine konuyu dağıttım. Sevgili Sekman kitaplarının girişinde bu setin nasıl bir düşünceyle hazırlanıp yapılandırıldığını açıklarken şu cümlesi çok hoşuma gitti: “Ne zaman azimle zorlamalı, ne zaman sabırla beklemeli ?“. Başarı fomülümdeki “2P” nin açılımı. Bu zamanlamayı bilebilmek çok önemli. Yine güne dönersem bugün Kemalin çöken omuzlarının üzerinden manzara-ı umumiyeye bakınca, ne zorlayacak azim var yüreğimde ne de Kestaneci Temelin Halimeye teklifinin getireceklerine karşı sabrım…

İyi olur inşallah ! Gün doğmadan neler doğar…(boş sözler bile olsa ihtiyacım var enseyi karartmamak için).

Öykücü