“…Yaşlanmaya karşı en iyi korunma yolu düşlerinizdir. Hiçbir şey, bir düşün olduğu denli gerçek olamaz. Düşleriniz, “şimdiki siz” ile “olmak istediğiniz siz” arasındaki bağlayıcı köprüdür. Başarı para değildir. Başarı güç değildir. Başarınızın ölçüsü, sizde ve düşlerinizde saklıdır. Düşleriniz, en güvenilir dayanağınızdır. Ona güvenle dayanırsanız, yaşlandığınızda bile yaşlı olmadığınızı görürsünüz…”
Merhaba
Aradan üç gün geçti. Hava azıcık da olsa duruldu. Uzun çalar küstü. Konuşmaz oldu. Köşesine çekildi. Ben bunu yeni bir fırtınanın sessizliği olarak görüyorum ve mazallah ya dersini almamışsa, ya başını ellerine alıp da doğruyu bulmak için uğraşmıyorsa ve bu sessizlikte palasına sığınıp palasını bilemekle meşgulse. Allah ıslah etsin; Allah hepimizi korusun. Vermeyince mabut, bu öfkeye mahkum mahmut…
Sahip olduklarının değerini bilseydi; kırılma noktasına kadar zorlamasaydı; çevresinin “kerhen” de olsa kendisine tanıdığı hoşgörüyü kindarlık yerine hakkaniyetle kullansaydı bu duruma düşmez daha uzun yıllar uzun çalardı (Uzun çalar / Long Play). Sazını eline almış genç rakibine bakıp da kıskançlıkla popstar benzetmesi yerine öfkesine dur deyip, kibrinden ödün verip daha sakin olsaydı bu duruma düşmezdi. Ülkem şimdi eskisinden daha mı rahat ? Bence hayır; korkular, kaoslar, krizler kapıda…Ne var ki insanımız kendini bilmez, hukuk tanımaz, uçuruma hızla koşan, kişisel hırslarına hakim olamayan gözlerini ve kulaklarını uyarılara kapamış bir otoritenin şerrinden şöyle ya da böyle şimdilik korundu…Şarkı söyleyemese de şiir okumayı seven otorite en azından şu şiiri aklında tutabilseydi:
“Ne mümkün zulm ile bidat ile imha-ı hürriyet / Kaldır muktedirsen idraki hakimiyetten”. Buna gücün yetmiyorsa ve inadın sürerse üçlü gücün tek sözü olmalı: Bi Tokat daha; Bi tokat daha; Bi tokat daha…
Bu şiirin mesajını haksız çıkarabilmek için, düşünceyi yok etmeye çalışmak için R.Bach’ın Martı’sı Jonathan benzeri pike yaparak gücünün sınırlarını denedi ve ne yazık ki çarptı; çarpıldı. Oniki yıl önce CINOS’un Antalya’daki toplantısında benim ana mesajımı yansıtan kavramım “BUS” idi. Buradaki “BUS” iki yıl sonra (2005) gündeme düşen dört metafordan biri olan Jim Amcanın “otobüs”ü değildi. Henüz o tarihte (2003) “otobüs yolcuları“nın önemini tam bilmiyordum. O günlerin “BUS”ı ile demek istediğim “Business as Usual /İşler Eskisi Gibi Değil” idi. Uzun çalar da bunu görebilseydi üç “…an” sonlu görsel malzeme (…ran), söylem(…lan) ve hedef (…lan) le beni aptal yerine koymazdı. Onunla on yıl önce Gönen’de Yıldız Otelleri önünde karşılaştığımda kabadayı yürüyüşünü “dik duruş” sanmıştım; heybetinden ürkmüştüm. Meğer dakikalar birden fazla olunca, süre “seninle bir dakika”ya sığmayıp uzayınca onun da “strawman” olduğu hele hele sonun başlangıcında çırpınışlarıyla onun da çaresizliğinde daha iyi anladım “strawman”in ne demek olduğunu…Allah ıslah etsin. Allah beterinden korusun.
Şimdi gelelim benim kişisel kalkanıma ve şarkıda dediği gibi “maziye bir bakıver neler neler bıraktık” ya da “maziyi nasıl taşlara çizdiyse denizler…” sözleriyle yarınlara uzanan noktaları birleştirmeye çalışayım. Küçük Beceriler öğretisindeki “personal shield/kişisel kalkan” der ki geçmişini bölümlere ayır, kendine bak, kendini anla ve ortaya seni tanımlayan bir sembol, bir kavram çıkar ki sen ve seninle olanlar yarınlarda seni ve eylemlerini anlayabilsinler, sana güvenebilsinler ve eksantrik bir durum yaşamadan kendilerini bununla, seninle, eylem ve söylemlerinle uyumlu kılabilsinler ki… ekip olmanın ya da “BeE/Etkili Olma“nın en verimli şekli zorlamadan, zorluklar yaşamadan şekillenebilsin.
Öncelikle şu “Küçük Beceriler” le “Kişisel Kalkan” ya da “Yaşam Çemberi”ni veya “Yaşam Öyküsü Şeması”nı anlamaya, anlatmaya çalışayım. Kızım sevgili Pınar’ın çevirisi ve ek olarak anlamı daha iyi açıklayıcı yorumlarını yazıma aynen aktarmak istiyorum.
Küçük beceri (Mikro beceri/meleke ) insan doğasında olan bir işlemdir ( işleyiş/ oluşumdur). Her küçük beceri biribirinden ayrı basamaklardan oluşur ve bizim kendi benliğimizi oluşturan aklımız (zihnimiz/idrakımız), sezgilerimiz, duygularımız, ruhumuz arasındaki ilişkilendirmeleri arttırmak ve derinleştirmek/güçlendirmek için hizmet eder.
Her ne kadar bu küçük beceriler farklı farklı iseler de hepsi de şu amaçla (niyetle) tasarlanmışlardır:
Kendi özümüzle, arkadaşlarımızla/dostlarımızla, iş arkadaşlarımızla, üyesi olduğumuz takımlarla/ekiplerle, parçası olduğumuz organizasyon ve topluluklarla aramızdaki saklı yaratıcı potansiyel gücü ortaya çıkarmak.
Bu nedenle F2 nin içindeki omurganın ta orta yerindeki “amaç ve değerler”i güçlendirmek için pusulanın dört yanına dört kavram yerleştirilmiştir. Bunlar:
1.Kuzeyde: Yönü belirlemek (set direction);
2.Güneyde: Sonuçları / sonuçlarla yönetmek (drive results);
3.Doğuda : Üst sınırı oluşturmak (creating edge) ve
4.Batıda: Potansyeli (yaratıcı enerjiyi) açığa çıkarmak (liberate potential) tır.
Ben bugün “yedinci onlukta (2005-2015)” daha özgür bakışlarla ve risklerin, karmaşanın yaşamın gelgitlerinin orta yerinde pusula ve saatle ilk ilk kavramı, kuzeyi ve güneyi ayrı tutarken diğer ikisini “batının günahlarıyla (syn değil sin) doğunun tutkularını (2P den öteye Passion) buluşturmak” olarak bütünleştirmeye çalışıyorum. Bu nedenle geçtiğimiz cumartesi günü bana kalem satmaya çalışan Asil’in aklı karışıyor. Paris’te sahip olamadığım ve iki yıl sonra (21.05.2007) TA veda ederken, çeyizlerini toplarken bana verdiği “Küçük Beceriler” setindeki temel kavramların sevgili Pınar’ın kalemiyle çevirisine devam edelim.
Kendine Liderlik için : Kendi yaratıcılığımızın iç sınırlarını kaldırmak/özgür bırakmak için Sekiz Küçük Beceri
Diğerine Liderlik için : Kişiler arasındaki mesafeyi sağlıklı ve yaratıcı biçimde tutabilmek/koruyabilmek için Sekiz Küçük Beceri
Ekibe Liderlik için : Takımın yaratıcı potansiyelini açığa çıkarmak için Sekiz Küçük Beceri
Kuruma Liderlik için : Organizasyonların/örgütlerin yaratıcı enerjisini düzenlemeye ve verimli kullandırmaya yarayacak Sekiz Eylem Çerçevesi
Kendine Liderlik ( S5) Kişisel Kalkan / Yaşam Çemberi Öyküsünü Şekillendirmek (şema)
Kendi benliğinizi tümüyle/her anlamda bulunduğunuz konuma/duruma getirebilmek; nereden geldiğinizi ve şu anda nerede olduğunuzu iyi özümsemiş olmanız demektir.
- Yaşamınızı yedişer yıllık süreçler halinde, yani 0-7 yaşlar, 8-14 yaşlar, 15-21 yaşlar ve ötesi şeklinde dönemler olarak ayırarak yaşam yolculuğunuzu özenle irdelemek üzere zaman ayırın (MC: Genel olarak lider, lider yönetici ya da yıldız oyuncu adayı olarak ustalık yolculuğuna katılanların kırklı yaşlarda olacağı düşünülerek en azından 4-5 dilim oluşsun diye bu ölçüt esas alınmış olabilir. Ben yetmişi aşınca bu konuyu yeniden ele aldığıma göre kendim için “decade /onluk” lar seçtim ve “yedi onluk” oluşturdum).
- Her zaman dilimi içindeki anahtar olayları ve öne çıkan deneyimleri yakalayarak bir mini-otobiyografi oluşturun.
- Yaşamınızın şu anda bulunduğunuz dönemi de dahil olacak şekilde tüm dönemleri gösteren parçalara bölünmüş dairesel birşema (shield=şema/pano) hazırlayın ve her dönemi özgün bir kişisel sembolle ifade ederek.
- Şemanın/panonun tam ortasına kendinizi temsil eden bir sembol yerleştirin.
Kişisel Kalkanınızı oluştururken şunlara dikkat edin:
- Yaşamınıza dönük bir inceleme, değerlendirme yapmanın hem olumlu (pozitif ) hem de olumsuz (negatif) anılarınızı tetikleyebileceğini /açığa çıkarabileceğini gözönünde bulundurun.
- Her ikisinin/hepsi birlikte sizi şu an olduğunuz kişi haline getirdiğini unutmayın.
Küçük Beceriniz (Mikro melekeniz) olarak “kişisel kalkan”ınız tek başına bir gösterge değildir; tüm unsurlarıyla kendi öz yaratıcı yeteneğinizi nasıl ve ne kadar kullanabildiğiniz önemlidir.
Örnekler:
- Kişisel göstergeler/şemalar oluşturarak, yeni veya varolan bir Yaratıcı Ekipte/Takımda; hem bireylerinin tek başlarına sahip oldukları ve hem de ekip arasında topluca bulunan yaratıcı potansiyeli ve kaynağı daha rahat görebilmelerini ve birbiriyle ilişkilendirebilmelerini sağlamak.
- Yaratıcı Ekip/Takım Şeması(Panosu/Göstergesi ) oluşturarak gelecekteki stratejik adımları ve süreçleri planlayabilmek (görebilmek) bu küçük beceriden genel, temel beklentilerdir.
Eklediğim filmde yerlere yatanlara, gruplarına anlatanlara ve anlatılanlara bakınca dünden bugünle yarına uzanmak için sahip olduklarınızın farkına varıp paylaşmak için inançla gayret edenlere imreneceksiniz. Umarım on yıl önce yoğunlaştığımız bunca emek boşa gitmemiştir ve CINOS’un içinde ya da dışında (İA gibi, TÖ gibi; TA gibi bugün, şu an diğer önemli kuruluşlarda CEO’luk yapanlar) ustalık yolculuklarını sürdürenler bunu yeterince kullanıyorlardır.
Şimdi gelelim benim Kişisel Kalkanımdaki yedi onluğa…
Ben kimim ? Neler yaşadım ? Nasıl şekillendi kişiliğim ? Kişisel kalkanımda sahip olduklarım bugünümü nasıl etkiliyor ? Yarın için neler vaatediyorum ?
Birinci onluk (bebeklik-çocukluk: 0-10 yaş / 1945-1955): Soma’lı, Soma’da, taşralı kara kuru bir erkek çocuk. Yaramaz. Hırçın. Ele avuca sığmaz. Yedi yaş büyük (rahmetli) ablasına bile hükmeden sokakta oynamaya meraklı ve fakat oynayamayan bir esnaf oğlu. Babasının yanında önce kahveci sonra köfteci çırağı. En iyi arkadaşı hancı Azizin oğlu Ali ile Laz Ali Rıza ve babam her ikisiyle de oynanama izin vermiyor. Dinleyen kim ? İsyanlardayım. Sınırlarımı zorluyorum. Sokakta oynayan özellikle memur çocuklarını görünce öfkeli ve kıskanç. Ailenin tek erkek çocuğu olmasına rağmen asla şımartılmayan, istekleri, beklentileri hep canlı tutulup ertelenen bir çocukluk. “Sor bakalım şu bisiklet kaç paraymış ?” diye her Fuar zamanı (özellikle 9 Eylül çevresindeki bir hafta) yabancı ülke pavyonlarındaki bisikletlere hep heves ettirilen, zorla gidip sordurulan (ve daha o günlerde soru sorma becerilerinin gelişmesine katkı) ve bir hafta sonra Soma’ya yine eli boş dönen hayallarini kırılmış bir çocukluk. Aşırı disiplinli babanın ataerkil aile yapısı içindeki baskınlığında günde sadece iki saat oynamasına izin verilen çocuğun oyuncakları kendi yaptığı tel arabalar; tahta arabalar. Bu ilk dönemin sonlarına doğru Bursa’ya yapılan bir seyahatte ayağındaki pantolonun kısa ile uzun arasında (şimdilerde Bermuda ya da Kapri denen şekle benzer) verdiği mutsuzluktan aşırı derecede kızgın ve dilinde “ülen” le şehirden gelmiş ve “aslanım” diyenlere hınçlı bir duygu yükü. Bence şimdilerin uzun çaları da benzer çocukluğu yaşadı; ancak ruhunda isyanlar yoktu ve kurtulmayı düşünmedi. Kabullendi ve yola devam etti. Bu ilk dönemin bende yarattığı birikim “sessiz dış görünüş altında gizlenen fırtınalara” karşı sabır ve sebat oldu ki daha sonraları “Başarı Formülüm 2P / Patient & Persistent <-> Sabır ve Sebat” bunun ifadesi olsa gerek. Bu dönemde iki yakın arkadaşım Şerafettin ve Süleyman. Birincisi askerlik sonrası polis oldu. Toplum polisiyken yeğenim gazeteci Bülent’i 12 Eylül atmosferinde Tariş olaylarında tutukladı ve kahrından genç yaşta kanser olup öldü. O polis olacak kişi değildi. Süleyman Yıldız Üniversitesi sonrası elektrik mühendisi olarak Almanya’ya eğitime gittiğinde yetmişli yılların ortalarında MC Hükümeti döneminde solculuğu ağır basıp “ben papaz olucam” deyince apar topar ülkeye getirildi ve genç yaşta bekar öldü.
İkinci onluk (ergenlik-evlilik: 11-20 yaş / 1956-1965): Geçen gün Güzelbahçe’de torunum Eren’in onbeşinci yaşını kutlarken aynı yıl doğumlu diğer torunum Barış’a sorduğum sorunun yanıtı olarak “Onbeş yaş benim için bir devrim gibi oldu” deyişine benzer bir dönem yaşadım. Taşradan şehire, İzmir’e taşındık (1958 Orta okul 2). Rahmetli babam bildiğimden daha ileri görüşlüymüş ki taşranın yetersiz orta öğrenimi yerine şehre göçmeyi yeğledi. Köftecilikten bakkallığa terfi etti. Zeytinlik 1148 Sokaktaki Sakız Bakkaliyesi. Hem uzakta olan hem de en zoru olan İzmir Tilkilik Erkek Ortaokuluna yazdırdı. Disiplin en üst düzeydeydi. Okul arka bahçesinde dayak atmak da dahil. Hiç dayak yemedim. Çok çalışkandım. Kantin yönetiminde görev aldım. Sınıflarımı takdirle geçtim ve okulu birincilikle bitirdiğimde okul müdürüm rahmetli Necip Atay’ın imzasıyla hediye ettiği Dale Carnegie’nin kitabından çok şey öğrendim. Hâla elimden düşmeyen kitapta müdürümün takdirlerinin son tümcesi aynen şöyleydi: “…Yolun hep aydınlık olsun oğlum”. Bu nedenle yazılarımı hemen her zaman benzer dilekle tamamlıyorum. Soma’dan İzmir’e geldiğimizde Tepecik’e yerleştik ve kısa bir süre sonra (birkaç ay içinde) kapı komşumuz Nezuş’la başlayan arkadaşlığımız flörte, söze, nişanlılığa (04.04.1964) ve evliliğe (19.09.1965) döndü ki bunların hepsi bu ikinci onda (decade) gerçekleşti. İzmir Atatürk Lisesi ve E.Ü.Ziraat Fakültesi ile şekillenen ikinci onluktaki öğrenimde Nezuş hep benimle oldu. İflas etmiş bir bakkal dükkanında, sabah açan, gece kapayan üniversite öğrencisi olan benim özgürlüklerim Nezuş’tan daha azdı. Finansal gücü tükenmiş babam sahip olduğu tek lokmayı bizimle paylaşıp talebeyken evlenmemize izin veren, destekleyen, öncülük eden, benden gözü kara adımlarla hep yanımızda olunca ona olan minnetimizi ödemekte hep zorlandık. Rahmetli sinirliydi; sözünü esirgemezdi ve benden daha cesurdu. Ancak o günlerde olsa da olur olmasa da diye düşündüğüm ve ne işe yarayacağını bilmediğim “4B” özellikli kurşun kalemi ben bulamamış ve resim dersine öyle girmiştim ki nerden bulduysa bulmuş ve okula kadar gelip resim dersime girmişti, kalemi getirmişti. Oldukça özgür (Boşnak olduğu için Avrupai) bir yaşam biçiminde parasal gücü olmayan, talebe biriyle evlenip ataerkil aile içerise giren Nezuş’un sıkıntılara göğüs gererken çektikleri az buz değildir ve bu dönemin gelgitlerini sevgilerimizle aşarken yine beni simgeleyen özellik “2P” olmuştur: Sabır ve Sebat. Bu dönemin ortalarında yer alan ve ortaokul son sınıftayken yaşanan 27 Mayıs askeri darbesinin etkilerini anımsamıyorum. Sadece ardından gelen rahmetli Talat Aydemir olayları sırasında Nezuş, Ankara’ya gitmişti ve bir süre İzmir’e gelemediği için çektiğim özlemle bu ikinci askeri eylemi daha iyi anımsıyorum. Ne de olsa insanoğlu her zaman ucu kendine dokunan olaylarda daha duyarlı. Bu dönemde en yakın arkadaşım, dostum, meslektaşım Prof.Latif oldu ve o da genç yaşta kansere yenik düştü.
Üçüncü onluk (babalık – askerlik: 21-30 yaş / 1966-1975): Okul bitti (1968) hem de birincilikle. Bu onluk süreçler birbirine bağlı ve sürekli; aralarında kopukluk yok. Bu nedenle ikinci onluk 1965 te biterken bir duraksama olmuyor. Ben sadece burada bir kavramın çerçevesi içinde geçmişe bakıp bugün ve yarın için mesaj vermeye çalışırken gruplama yapıyorum. Bu nedenle 1965 de evlenince, bakkal iflas etmiş olsa da evde bir lokma paylaşılıyor olsa da öncelikle bize tanınmış olan bir hazzın, bir keyfin, sevgiyle sarılmanın, karıkoca olmanın doruklarındayız. Korunma nedir bilmediğimiz gibi, bilsek de yapmazdık. Çünkü rahmetli babamın hep hayıflandığı sözler şunlardı: “Bizim ailede hep torun görmeden ölüyorlar; ben de torun göremeyecek miyim ?” Körün aradığı bir göz Allah verdi iki göz ve 1966 da Ümit, 1969 da Eray ile bizden (Musto&Nezuş) ileri uzanan COPCU’ları dörtleyiverdik. Rahmetli annemin insan sevgisini ve ev idaresi öğretisini benimseyen ve uygulayan Nezuş annemle birlikte çeyrek kilo etle dört çeşit yemek yapmayı, tasarrufu pekiştirirken ben ayağımda çocuk sallayarak, kitap alacak param olmadığı için her dersi not tutarak tüm sınıflarımı birincilikle geçtim ve okulu da birincilikle bitirdim. Bunu ödüllendiren Maktaş (Piyale) her ay 250 TL burs verdi ki mezun olup askerlik sonrası Enstitüde göreve başladığımda (1970) aldığım maaşın 35 asli ile 525 TL olduğunu düşünürseniz talebeyken ve hele bir de evliylen verilen aylık 250 TL nın ne denli önemli, anlamlı olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Allah razı olsun. Erzurumda devam eden 24 aylık yedek subaylık bizim için gerçek anlamda “balayı” olmuştu. Hiç gitmediğimiz doğunun zor koşullarında bile iki küçük çocukla ev idaresini mükemmel şekilde yürüten Nezuş’un bu becerilerinde de yine aynı iki kavram esas olmuştur: “Sabır ve Sebat“. İnançla güçlendirilmiş dayanma gücü. Bu dönemde Erzurum’dan can yoldaşımız, dostumuz Allah selamet versin Aydınçelebi oldu ki Gaziantep-İzmir arası uzak olsa da hâla gönül beraberliği için devam ediyoruz.
Dördüncü onluk (ödül ve acı : 31-40 yaş / 1976-1985): Enstitüde hızla ve hazla gelişen araştırıcılıkla doktora çalışması; kantin yönetimi; serbest işler; Kaymakçı’nın sucukları ve “anne çarşafçı geldi” diye bağıran çocuk…Minnet duygularıyla Tepecik’ten ayrılmamak (tam 29 yıl). Elli ikisinden sonra YSE de gece bekçisi olarak güvenceli bir iş yaşamına kavuşan rahmetli babam ve on yıl beraber yaşadıktan sonra evleri ayırmamız ve fakat yine birbirimize yakın yaşamamız. Azıcık daha özgür, birazcık daha finansal nefes aldırıcı olsa da memur olmanın sıkıntıları içinde ikisi de benim gibi İzmir Atatürk Liseli olup da üniversiteye giden iki oğula eklenen beşinci COPCU’muz: Kerem (1981). Enstitüde rutinleşen yaşam. Zor yürütülen araştırmalar. Tübitak destekli projeler; her kongreye bildiri sunma heyecanlarıyla sürekli sahne yaşamı arayışlarım. Müdürümün (Dr.KT) önerisi ve hocamın (Prof.Dr.İK) destekleriyle verilen “TÜBİTAK Teşvik ödülü (1983)”. Bunları yaşamaktan mutlu ebeveynlerim ve emekli olan babamın tek arkadaşı olan ben… Enstitüye kadar (Tepecik-Bornova) sadece benimle bir öğle yemeği yemeye gelen yarı felçli babamın görüntüsü ve bir günde kalpten ölüveren annem (1984). Rahmetli annem hep şöyle derdi “ölmek kolay ölmemek zor” ve bize pek anlamlı gelmezdi. Ancak hem babamın sonraki günlerine (3 yıl daha bizimle) ve hem de bugün hâla Sami Efendinin bakım evinde çektiklerine baktığımda annemin ne kadar haklı olduğunu anlamıştım. Annem haklıymış. Bu nedenle insanlar iki şeye mecbur diyorum:
1.Ölmek ve
2.Ölünceye kadar yaşamak.
Her neyse konuyu dağıtmayayım. Otuzbir yıl önce (1984) babamı da yanımıza aldığımızda ve babamın yaşamakta olduğu özgün yaşamını onu memnun edebilmek için aynen korumaya çalıştığımızda iki katlı altı odalı, üç kovalı kömür sobalı, beş adam ve bir hanımlı yaşamın ne denli zor olduğunu düşünebiliyor musunuz ? Bu dönemin de ana mesajı: Sabır ve Sebat olmuştur; hem de sadece benim için değil beşimiz için de . Gece yatma vakti geldiğinde iki oğlum ellerinden tutar ve Kerem (henüz dört yaşında) sondayı getirir ve ben takardım. Üç nesil bir arada bu tür paylaşılan sıkıntılar çekildiğinde daha bir perçinleniyor sevgiler ve daha bir artıyor dayanma güçleri. Binlerce şükür. Bu dönemin karakteristikleri içinde ergenlik çağındaki büyük oğluma “çelik kadife eldivenle” yakın durabilmek esas olarak Nezuş’un gayretlerine bir sonucudur. Her zaman hayran kalıp minnet duymuşumdur. Allah razı olsun. Ve bu dönemin ortalarında 12 Eylülü yaşarken okumakta olan oğullarım için yaşadığım ruh sıkıntıları bir başka dayanma gücü sınavıdır. Sevgili ve rahmetli Latif’e ek olarak bu dönemde en yakın arkadaşlarım Erol ve Osman olmuştur. Bir de 1968 model mavi Anadol (35 EN 449). Kara şanzımanlı, direksiyon kutusu arızalı, karbüratörü çatlak ve sekiz yılda yüzbin kilometre yapıp İstanbul, Alanya, Çanakkale turları yaptık. İlk turistik gezilerimizdi. Onun verdiği hazzı bugün C4 vermiyor. Dönemim sonralarında bir günden geçiverdiğim CINOS’un ilk evresi olan Sağlık Müesseseleri vardır.
Beşinci (1985-1995), Altıncı (1996-2005) ve Yedinci Onlukları (2006-2015) bir sonraki yazıma bırakayım. Arşivimden Çeşme 2005 den CINOS’un Synleşme sürecindeki “Personal Shield” çalışmalarına ait görüntülere O.Welles’in sesinden “I know what it is to young but you, you don’t know what it is to be…” şarkısını ekleyerek yazımı tamamlayayım.
Sözün özü; 1945 den 1985 e uzanan ilk dört onluk dönemde ödül ve cezalardan, doğum ve ölümlerden hep “Sabır ve Sebat”ı öğrendim. Hamdım, piştim ve henüz yanmamıştım. Eksik olan birşeyler vardı. Bu dönemlere ait seçeceğim tek bir sembol olsaydı eğer “çıpa” yı düşünürdüm. Devam eden onluklarım beni (bizi) hep aydınlık yollarda pişirdi; ustalaştırdı ve öğrendiklerimizi uygulamak için, yapmak için ve asıl önemlisi olmak için gayret gösterdik. Bugün C13 olarak hep şükür ve şükran doluysak ve birbirimize her koşulda sıkı sıkıya bağlıysak tüm bunların harcında “sabır ve sebat”ı görmek gerekir ki Allah hepinize böylesine öğrenmeler nasip etsin. Yeter ki siz isteyin; herşey sizin ellerinizde…
Öykücü