Yaşam Büfesinde “Birlikte Koşmak (Sendromlar)”

“…Tanrı Apollon, Truva Kralı Priamos’un kızı Kassandra’ya aşık olur. Kendisini verirse ona bilicilik yetisini armağan edeceğini söyler. Kassandra kabul eder. Ama Tanrıdan yetiyi aldıktan sonra kendini vermeye yanaşmaz. Tanrı öfkelenir ve armağanın etkisini bozar. Kassandra sahip olduğu bilicilik yetisi ile geleceği görüp söylemektedir. Ancak Tanrı onun inandırıcılığını yok etmiştir. Böylece hiçkimse Kassandra’nın söylediklerine inanmaz…”

 

Merhaba

Bugün kimler kimlere inanıyor ? Kimlerin geleceğe ilişkin sözleri değer buluyor ? İki gün önce Star TV de sevimli Demirtaş’ın sözlerine hayran kaldım. Gözlerim yaşardı. Korkularım geleceği şekillendirmeye katkımı gönlümden geçen gibi olmasına izin vermiyor. Kasacı, kutucu ve havuzcu takımının öfkesinden, kindar davranışlarından yüreğim sıkılıyor; gözlerim görmek istemiyor. Bu ikilemler içinde kalan yaklaşık ongünlük süreçte akıl sağlığımı koruyabilmek için televizyondan uzak kalmaya çalışıyorum.

Yazımın başlığı neden “sendrom ? Yaşamımda hangi sendromların kronolojik olarak yer aldı ve neler öğretti ?

Daha pekçok benzeri soruya kısa yanıtlar için içimi dökmeye çalışacağım. Yazımın girişindeki öyküyü 1996 yılında yıllık toplantıda yazımda verdiğim görsellerimin ana mesajı olarak dillendirmiştim. Onun nedenlerine ve detaylarına sonra geleceğim. Şimdi baştan başlayayım.

“Bakanea Sendromu” ile nasıl tanıştım (1976) ?

Yunanca “birlikte koşmak” demek olan sendrom sözcüğünün Türkçe karşılığı “belirgi” ise de bu sözcük hem sıkça kullanılmamakta ve hem de anlamı yeterince kapsamlı görünmemektedir. Bu nedenle “sendrom” demeyi sürdüreceğim.

Birbirlerinden ilişkisiz gibi görünen ancak bir araya geldiklerinde tekbir olgu olarak kendini gösteren bulgular bütünüdür sendrom. Tam da bu tanıma uygun olarak karşıma çıktı Bakanea Sendromu 1976 yılının yazında Gönen çeltik tarlalarında. Rahmetli Ayla hanımla birlikte çeltik konusunda evden uzak araştırmalar içindeydik. Ayla hanım çeltik zararlıları projesi kapsamında ben doktora çalışmam nedeniyle çeltik hastalıkları açısından yazın sıcağında tarlaların çamurunda, yılanlardan sakınarak Manyas-Gönen ağırlıklı olarak güneşin altında kararıp gidiyorduk. Ayla hanım benden önce kalp rahatsızlığı geçirmiş ve by-pass sonrasında sağlığını koruyamadığı için oğlu Ahmet’i öksüz bırakıp genç yaşta vefat etmişti. Allah rahmet eylesin.

Çeltik tarlasında çeltikler yemyeşilken sararıp kurumuş bir çeltik gördük mü ikimiz kendi tanılarımız için incelerdik. Çekince kolayca koparsa sapın dip kısmında bir zararlı yeniği varsa konu Ayla hanımın notların düşerdi. Benim için sararmış bitkinin asılınca kolayca kopmaması yanında diğer bir takım semptomlar (belirtiler) daha olması gerekirdi kesin (ilk) tanı için. Bunlar bitkinin tek kalmış olmasıdır. Çeltik bitkisi kardeşlenir ve sararmış bitki tekse çeltikçi buna “erkek çeltik” der. İlginç olanı bu görünümün İngilizce karşılığı da “man rice /erkek çeltik” tir. Demek ki lisan ne olursa olsun aklın yolu bir. Bu kadarla da değil. Bu tek ve vaktinden önce sararmış tek çeltik diğer çeltiklerden daha uzun boyu ile metrelerce uzaktan fark edilir. Bu da birazcık erkekliğinin sonucudur. Tek, uzun boylu ve sararmış çeltiğin salkımı da dik durur; diğer çeltiklerin salkımları aşağı doğru kıvrılmışlardır. Dik durur; çünkü salkımda sarı kavuzların içi boştur; dane yoktur; hafiftir. Bu nedenle dik durur; bu da bir erkeklik göstergesidir bizim garip çiftçimiz için. Şimdi seçim meydanlarına bakıyorum da bir dakikalık uzun çaların (long play) gözlerinden ateş püskürürken tek ve dik duruşu, vaktinden önce sararıp solması tıpkı çeltik gibi ve de erkek çeltik gibi boşluğun ve hoşluğun göstergesi olsa gerektir…Her neyse; konuyu dağıtmamayım. Bu kadarı yetmez ve zor da olsa erkek çeltiği çekip kopararırsın. Köküyle beraber gelir. Bakarsın ki sapın ilk boğumundan adventif (havai) kökler  oluşturup yaşamaya çalışmaktadır bizim erkek çeltik. Ayrıca pembemsi bir fungal (mantari) gelişme de dikkati çeker. İşte tüm bu görünümlere “Bakanea Sendorumu” demişler. Daha sonra etmeninin Fusarium moniliforme (Gibberella fujikuroi) olduğu anlaşılıp bir hastalık olduğu kesinleşmiş ise de alışılmış olan “Bakanea Sendorumu” demekten de vaz geçmemişler. İşte doktora çalışmam sırasında yaklaşık 40 sene önce ilk sendrom sözcüğü ile tanışmamın öyküsü böyle… 

“Rett Sendromu” olduğunu anladıktan sonra yaşamımızda neler değişti ?

Allah selamet versin, kulakları çınlasın Yunus Adana’dan Ege’ye gelip bölge müdürü olduğu yıl (1993) ben büyükbaba olmuştum (19.05.1993). Oğlum Ümit CC’da çalışıyordu; kızım Pınar da başarılı bir mimar olma yolunda ilk adımlarını atmıştı. Sessiz meleğimiz Aslıhan’nın bir yaşından sonrasında yaşam fonksiyonları geriye doğru gitmeye başladı ve Rett Sendromu ile tanıştık. Sevgili Pınar mimarlığı bıraktı; kendini adadı. Yedi yıl sonra ikinci torunum Barış ile dayanma gücümüz arttı. Günler günleri kovaladı ve bugün sevgili Aslıhan annesi Pınar’ın sürekli gözetiminde yirmiki yaşını doldurdu. Ben torunlarımın beşine toptan “ABİDE (Aslıhan Barış İrem Duru Eren)” diyorum ve hepimizin sessiz meleği olan Aslıhan gözbebeğimiz olarak özel yerinde çok şükür birlikte yola devam ediyoruz.


Yazımın girişindeki “Kassandra Sendroumu” neden gündemimde yer aldı ?

CINOS’un ilk evresindeydik. Satışta üç yıllık  bölge müdürüydüm (1996). Krizden yeni çıkmıştık. Hızla büyüyorduk. Adana odaklı büyümede yoğunlaştırılnış satış kampanyalarıyla işimiz push(t)luklarla kolay (gibiydi). Rafları dolduruyorduk. Push(t)luk baskındı. Soçi turları yetiyordu. Oturak ve anasını Singapur hayvanat bahçesinde unutmak bile sorun olmuyordu. Tıkanmalar başladı. Biz Ege’de seferberlik ilan ediyor ve push(t)lukları pull’uklarla destekliyorduk; mesleğimizi işe katıyorduk. Adana’da başlayan tıkanmalar ve geri tepmeler kar topu gibi büyüyordu. Yöneticimiz uyuyordu. O sırada sinemalarda “12 Maymun” filmi vardı. O filmde “Kassandra Sendromu” kavramı ile tanışmıştım. Yıllık toplantı (1996) için bir sunum hazırladım. Ana mesajım “Kassandra Sendromu” idi. Bana ve Pull’lukçuluğun önemine yaptığım vurgulara inanmıyorlardı. Yaptıklarımı(zı) sadece şov olarak görüyorlardı. Bu karambol içinde göktaşı düşüverdi ve bir günde CINOS’un “Cİ”nliğinden “NO” a geçiverdik. Sunumuma ait görselleri yazıma ekliyorum ki bu bölümde sözümü kısa kesmem uygun olacak.

“Spartaküs Sendromu” ile hangi çatışmaları göze almıştım ?

CINOS’un ikinci evresi (NO dönemi) kısa sürdü. Eski dostların sonradan olma düşmanlıkları gitmedi; bitmedi ve aradan dört yıl geçmeden Synleşiverdik. Bu üçüncü evrede olan üst yönetime oldu. Oyuna mı geldiler ? bilmiyorum. Sadece altı ay içinde yok olup gittiler. Adıyaman-Gaziantep hattında Fırat’ın kenarında mola verip çadırların önünde horon teperken (!) timsah gözyaşlarının kimseye, Fırat’a bile  faydası olmadı. Otorite tıpkı şimdiki kutucu ve kasacı başı gibi panikledi. En aktif dönemde Antalya’da paintball ile motive etmeye çalıştı (2001). Dansözün önünde bel bükülen gecenin sabahında ekstradan bir sunum için yola çıkanları toplantıya çağırdığımda COPCU’nun akrostişlerinden birisi de “Performance” ya da “Productivity” adına “Spartaküs Sendromu” idi. “Gölge Etkisi (Hale Etkisi)“nden sakınmalarını ve sonuna kadar “2P” ile devam etmelerini vurgulamıştım. Sanırım burada da Kassandra Sendorumu öne geçti ve “mış gibi” bile yapamadan yollar ayrıldı.

Onyıl önce Paris ve Çeşme2den sonra Bolu’da Türkçe versiyonu ile tanıştığım “F2″ e ait video kayıtlarımı sonraki yolculuklarla karmalaştırdığım filmde sevgili Şay “Kabullenin, benimseyin ve uygulayın ki aynı otobüste birlikte yer alalım” sözleri de tıpkı Kassandra Sendorumunda olduğu gibi buhar olup gitti. Geri neyi kaldı ?

Ondört Ağustos 1994 de defterime bir not düşümüşüm. O gün bir televizyon kanalında Kung Fu dizisini izlemişim ve aldığım temel mesaj şu olmuş: “Eğer bir adam geçmişi kurcalarsa bu şimdiki zamanı bozar; eğer bir adam geçmişi umursamazsa bu gelecek zamanı bozar”. Ne dersiniz geçmişten yeterince ders alabildik mi ? Ben bu ve benzeri yaklaşımlarla ve elimdeki çomakla hangi zaman diliminde bozguncu oluyorumdur acep ! Rahmetli annem neden bana bakıp da “kuyruğu b..lu Mis Ali ” benzetmesi yapardı ?

Sözün özü; yaşamımda dört önemli sendrom ile tanıştım. Dördü de beni eğitti; ustalık yolculuğunda pişirdi. Her seferinde bir kez daha anladım ki “quae nocent docent > yaralayan şeyler öğreticidir“. Yolunuz hep aydınlık olsun.

 

Öykücü