Yaşam Büfesinde “Eşik Atlama”

“…Bizim yaramaz, küçük Ali ilkokula başlamıştır. Öğretmen matematik öğretmeye çalışmakta, çıkarmayı örneklerle anlatmaya gayret etmektedir. Ali’ye sorar: “Ağacın üzerinde beş kuş var. Bir taş attın. Birini vurdun. Yere düştü. Ağaçta kaç kuş kalır ?. Ali’nin yanıtı nettir: “Hiç kuş kalmaz öğretmenim”. Öğretmenin amacı matematik öğretmektir ve bu nedenle aynı örnekle sorusunu tekrarlar. Ali de aynı yanıttta ısrar eder. Üçüncü tur da Ali dayanamaz ve “Öğretmenim diğer kuşlar, ürker ve uçar gider“. Ali haklıdır. Öğretmen ise çıkarmayı öğretme derdindedir. Ali’ye “Düşünce tarzını beğendim. Ancak beş kuştan biri ölürse geriye dört kuş kalır” der. Dedik ya, bizim Ali yaramazdır. Haylazdır. Ancak salak değildir. Öğretmenin bu yanıtı karşısında susup durmaz (bizim gibi) ve “Öğretmenim izin verirseniz ben de size bir soru sormak istiyorum” der. Öğretmen izin verir  ve Ali sorar: “Öğretmenim, dondurmacının önünde üç kadın dondurma yiyorlar. Biri yalayarak, diğeri emerek, üçüncüsü de ısırarak yiyor. Sizce bunlardan hangisi evli öğretmenim ?“. Öğretmen düşünür, düşünür ve “Emerek yiyen evli” der. Ali sakince yanıt verir: “Düşünce tarzını beğendim öğretmenim ama parmağında yüzük olan evli” der..”

Merhaba

Yirmi yıl önce Antalya’daki bir eğitim toplantısının teneffüsünde bahçede katılımcılara anlattığım bu fıkra neden bugün aklıma ve bloguma düştü. Dün 1 Nisandı ve ülkemin güncel koşullarında yeni “düşünme tarzları” edinen çocukları akla gelmedik 1 Nisan şakaları yaptılar. Demek ki biz yanılıyoruz. Biz onları sadece reklamlara ilgi gösteren zamane çocukları sanırken meğer onlar bizden daha çok haberlerden etkileniyormuş. Şaşıp kaldım kimi şakaların olası korkutucu sonuçlarını düşününce. Evvelsi gün ise tam anlamıyla bir muamma…!!!

Enerjiden sorumlu baş otorite şaşkınlıktan, çaresizlikten donup kalmıştı. Babacan kadar olmasa da onu duruşuyla, bakışıyla, sakin sözleriyle sorumluluk alanındaki pekçok ciddi krizde hep olumlu gördüm. Ne var ki bu kez MEZE’den kaçan, kasadan korkan, kutuların üstünden atlayan, havuza düşmemek bedava uçaktaki kucağa oturup uzaklara gitmek isteyen kedi trafoya sığmayıp santrala girince bizim duruşuna beğendiğim sakallı yerine bu konuda hiçbir sorumluluk taşımayan milli eğitimciye düştü fala bakmak…Baktı, baktı ve o da anlamadı neden ülkemin tamamı bir düzine saat enerjiden yoksun kaldığına. Aradan iki gün geçti ve hâla (ya da henüz) bir Allah’ın kulu çıkıp da sorunun nedenini açıklamadı. Kritik olan konu sebebi bilmemek ve benzerinden sakınmak için önlem alamamak. Allah’ım ne günlere, ne ellere, ne vicdanlara kaldık.

İki gün önce az kalsın kaos eşiğini atlayacaktık. Nereden nereye ?

Ülkem uzun süredir tam bir kaos eşiğinde yaşıyor. Kırmızı ince çizginin aşılmasına ramak kalmıştı. Kimine göre nükleer enerjinin sahiplenilmesini kolaylaştırmak için bugünlerde hız verilen reklamlara destek, kimine göre özel sektöre devredilen santral sahiplerinin düşük gelen fiyatları protesto, kimine göre siber saldırı veya paralel işi sabotaj benzeri açıklamalarla geçiştirilen oniki saatlike enerjisiz yaşam testi bu eşiğin aşılıp doğrudan kaosa girilmesine neden olayazdı. İki gün geçti. Ne işin aslını astarını bilen var; ne de yüzü kızaran, burnu uzayan, gece yattığı zaman soğuk terler döken bir sorumlu var. Ülkem sahipsiz kaldı. Bir yanda Eşek Adasını Yunanlılar aldı deniyor öbür yanda Soner Yalçın’ın bir köşe yazısının sonlarında doğru bold harflerle : “Düne kadar tecavüz edecek eşek arayanların bugün bana akıl vermeye kalkması” deyimiyle eşeklere haksızlık ediliyor. Eşeklerin en fazla olduğu yer neresidir acaba ? Karanlıklar içindeyken bir savcının rehin alınıp şehit edilmesi de tansiyonu yükseltti. Bundan ne adalet bakanı gocundu ne de valilikten polis başılığına razı olan sorumlu adam pişmanlı duydu…Üstüne üstlük beş yıl boş yere hapis yatan, ordumuzun elitleri ve kahrından ölümlerden sorumsuz ve utanç duymayan baş rol oyuncularının yüzü kızarmadı ve  236 beraat yüreklerdeki isyanı nasıl durdurabildi şaşıyorum. Üç büyük olgunun tsunami yapmasından korktum. Şimdilik geçti gibi ama süreç hep sıcak ve her an herşey olabilir.

Yaklaşık otuz yıl önceydi. Seksenlerin sonuna doğru derneğimiz (TFD) Antalya’da Birinci Tarım İlaçları Sempozyumu düzenlemişti. Etkinlik programında bir panel vardı. Panel yöneticisi rahmetli hocam Prof.Dr.İ.Karaca idi. Panelistler Enstitüler adına rahmetli Dr.C.Saydam; Üniversitele adına Prof.Dr.N.Delen ( o tarihte henüz profesör olmamıştı), Bakanlık adına rahmetli Dr.S.Öztürk ve Sektör (TİSİT) adına Dr.H.Kıroğlu idi. Panelin ilk turunda sorunlar tartışıldı ve Prof.Karaca sorunları üç kümede özetledi: Organizasyon yetersizliği, eğitim yetersizliği ve denetim yetersizliği. Ki o zamanlar henüz 6968 sayısı özel yasası ile Zirai Mücadele ve Karantina konuları koruma altındaydı; destekleri vardı. Daha sonraları bu yasa da hükmünü yitirdi ve işler daha bir sahipsiz kaldı. Panelin ikinci turunda çözümler görüşüldü ve kapanışta Prof.Karaca çözümleri de üç grupta topladı: Organizasyon iyileştirmeleri, Eğitim geliştirmeleri ve Denetim ciddiyeti. Aradan otuz yıl geçti. Ne değişti ? Tıpkı iki gün ülkesel boyutta yaşandığı gibi, gerçek anlamda beceriksiz, eğitimsiz VIPlerini başa koyacaksın, denetimi gereğince yapamayacaksın, ülkeyi itiraf ettiğin gibi şirket gibi düşüneceksin ve… Bu ne basiretsizliktir Allah’ım ! Aradaki tüccar acımasız olacak. Sen sessiz seyredeceksin. Beni bıldırcınla aldatacaksın. Kaçakcıdan korkan sensin ve onun yerine kaçak bedeli benden alacaksın. Bankalar beni soyacak. Sen seyredeceksin. Fitneci ile Parselci ucu kendilerine dokunuverince sesleri yükselince sen “sus otur yerine” diyeceksin ve ben duyduklarımla kahrolup kalacağım. İp koptu diye harakiri yapan Japona bakıp ipsizlere ifrit olup kanser olanların sayısı ülkemde hızla artacak. Hepsi gözümüzüm önünde ve söz sahibi olanlar hala ağacın üstünde durmayan kuşların sayısı ile beni oyalarken kimin düşünce tarzının kimin tarafından takdir edildiği öfkeli suratlardan anlaşılmasına rağmen hiçbir şey değişmeyecek. Bir gün bırakıp kaçacaklar. Mezarlarının başında toma bekleyecek diye yazmıştı sanırım Özdil, tükürmesinler diye mezar taşlarına… Diyelim ki oldu, ne işe yarayacak ? Bugün çekilen acıları yok edecek mi ? Diğerlerine ders olacak mı ? Sanmıyorum. Bu ülkede don davasından, bebek davasından başbakan asıldı da sonrasına ne oldu ? Bugünlere bak ve anla…

Bu işte temel bir terslik var ama neresinde ?

Paramparça’nın Cansu ile Hazal’ına bakıp Prof.Dr.İ.Demir’den aldığımız “Genetik Dersi”ni anımsıyorum. Hepimizin gördüğü bir dış yüzümüz var: Vitrinimiz. Bu görüntüye bir de eylem ekliyoruz: Tavır ve Alışkanlıklarımız. Buna “fenoloji” diyoruz. Nasıl oluşuyorlar ? Genetik mirasımız; anamız, babamız ve hatta Adem Büyükbabamızdan gelen kodlarımızla başlıyor şekillenme. İçinde yaşadığımız çevre koşulları oluşumu olumlu, olumsuz etkiliyor. Ailemizin tutumundan mahallemizdeki ve okullardaki hocalar ve onlardan etkilenerek şekillenen babanın tokatı. Ortaya ya zengin mahalledeki huysuz Dilara’nın yumuşak huylu Cansu’su çıkıyor ya da kenar mahalledeki yumuşak anne Yasemin’in huysuz, arsız Hazal’ı çıkıyor. Aslında zengin mahalleye transfer olan arsız Hazal’ın gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor zenginliğin yükselen konforu. Hazmedemiyor. Sevgisizliği bağırıyor. Günümüzün otoriteleri de aynen Hazal gibiler. Utanma, ar, haya duygusu yerini mal, mülk, kutu, kasa, kucak ve havuz sembollerinin arka planında yer alan ganimeti paylaşma kavgalarına çıkıyor her yol. Eskiden Roma’ya çıkardı. Gözü dönmüşler ne Roma’yı ne de Roma’nın doksan kilometre uzağındaki Rubicon’ı biliyorlar. Gözler kararmış, kulaklar tıkanmış gem azıya alınmış, Üsküdar çoktan geçilmiş ve ortalık toz duman. Sahipsizlik dizboyu.  Günümüzün dizi afyonu içindeki etkileşimle bunları yazarken altmışlı yılların başındaki Raj Kapoor & Nergiz ikilisinin klasikleşen “Avare”sini anımsıyorum. Ana fikri hırsızın oğlu hırsız, hakimin oğlu hakim olur ise de filmin finalinde hırsızın babasının hakim olduğu mesajı ile bu yargı geçersiz kılınmaya çalışıyor. Şimdi merak ettiğim gerçek yaşamdaki sarayları görünce reyting kaybeden ve yayından kalkan Bugünün Saraylısının, saraylılarının hepsinin ataları hırsız mıydı?  Bu bir genetik miras mı ? Adam sandıklarımızdan MEZE dörtlüsü bile gözümüzün içine baka baka, hayasızca hırsızlıklarını haykırırken buna uygun çevreyi yaratan bizler ne kadar suçluyuz, ne kadar kanlarına karışmış olan genetik kod bozuklukları bu işin sorumlusu ? Yok deseler de bence mutlaka Allah’ın sopası var ve çalanlardan, soyanlardan bu hayasızlığın hesabını soracak ve burunlarından fitil fitil getirecek. Tek hayıflandığım nokta: Bunu görmeye ömrüm yetecek mi ?

Ekranlara bakınca bir küçük ayrıntı dikkatimi çekiyor ve şaşırıyorum. İki gün önce ciddi sorunların sonrasında Başbakan bir açıklama yapacak Başbakan olarak. Bir de bakıyorum ki açıklamayı parti merkezinden ve parti adının yazılı olduğu kürsünün arkasında yapıyor. Bu nasıl iştir ? Devletimiz de hükümetimiz de birer siyasi şirket gibi algılanması için her yol deneniyor mu ?

Muhalefet eline düşen bunca koza rağmen hâla etkisiz ve beceriksiz. Bir tek ana mesaja yoğunlaşsalar, dağınıklıktan sıyrılsalar, güçlü bir ses ve eylem ortaya koysalar ve bunu ısrarla, inatla, inançla, tutkuyla yapsalar bence yeter…Halkım o kadar salak değil bence. Benim başarı fomülüme baksalar yaptıkları ve yapmadıklarını anlarlar ve …Halkın dilinden konuşmayan halkçı parti neden bunu yapmaz ? anlamakta zorluk çekiyorum. Kahroluyorum. Bunlar iktidar da olsa yarınlardan korkuyorum.

Aydınlık yollarda yeşerecek yeni umutların ülkemi hırsızlardan, arsızlardan, gözü doymazlardan arınmış düzlüğe, esenliğe çıkarması dileklerim ve dualarımla.

Öykücü