“…Sebe şehri büyük ve kalabalık bir şehirdi. Ancak erdemden uzaktı. Allah onlara her türlü zenginliği vermişti. Toprakları bereketliydi. ürünleri taşar etrafa saçılırdı. Köyünde kentinde kim varsa altına mala mülke doymuş, hırsızdan uğursuzdan emin olmuştu. Fakat bu arada on üç tane peygamber gönderilmişti onlara: “Bu kadar nimet verilirken sizin şükrünüz nerede ?” diye soruyorlar ama halk onların uyarılarını dinlemiyordu. Diyorlardı ki “Bu nimetlerden öylesine doyduk ki biz, ne kulluk hoşumuza gidiyor, ne de suç işlemek. Nimet de istemiyoruz, esenlik de“… Birkaç yıl önce P. D.Commines’i okuyordum. Çok iyi bir yazardır kuşkusuz Commines. Kitabında şu yabana atılmaz söz dikkatimi çekmişti: İnsanın efendisine ettiği hizmet onun bu hizmete verebileceği karşılığı aşmamalı. Aynı söze geçenlerde Tacitus’ta rastladım: İyilikler insana, karşılığını verebileceği sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız. Seneca da aynı şeyi daha kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmasını istemez. Cicero da, biraz daha gevşek: Memnun edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz diyor…”
Merhaba
Dün yaz gibiydi hava (22 derece). Akşamdan özel konuğumuz olan İrem’le Mavişehir sahilinde çok güzel bir sabah yürüyüşü yaptık. Güzeldi çünkü; sohbetliydi. Güzeldi çünkü; Z kuşağımızdan biri de rutin yürüyüşümüze katılmıştı, renk katmıştı. Güzeldi çünkü; kahkahalıydı. Uzun süredir salt duaların sessizliği içinde geçen bir saatlik yürüyüşte gülmeyi unutmuştuk. Küçük şeylere güldük. Flamingolara baktıkça kanatların altındaki kırmızılığa hayran kaldık üçümüz de. Daha iri olan kuşların adını anımsayamadık. Belleğimiz bize oyun oynadı. “Pe…” diye başlayan aklı zorlama sürecimiz hep “Penguen” e takıldı kaldı. Öteye geçemedi. Evet “Penguen” olmadıklarını biliyorduk ve biz (MNC) “Penguen” dedikçe İrem gülmekten yerlere yatıyordu. Ta ki öğleden sonra F12/D8 de Duru ile İrem buluştuğunda Zeynep’e sorunca aklımızın mührü kırıldı ve “Pelikan” olduklarını anımsadık. Öğrenince de dudaklarımızdaki gülümseme eksilmedi. Bizi bu moda sokan İrem’e teşekkür ediyoruz.
Dünden önceki gün (Cuma) tenisten sonra İrem, Nezuş’la birlikte Çağan’la buluştu. Hilton’da bowlinge gittiler. Akşam karanlığı bastığında Mavişehirde bir anons yapıldı. Lodos arttı; deniz yükseldi. Egepark tarafından yol hızla suyla doldu. Arabalar geçemez oldu. Otoparkı da su basacak diye hepimizi bir telaş aldı. Herkes arabasını daha güvenli yüksekçe yerler taşıdı. Kimi çimlere çıktı kimi kaldırımlara. Beni ilgilendiren iki araç var otoparkta. Pakgillerin Audisi ve bizim C4. O sırada Hilton’dan dönmekte olan Nİ ikilisinden telefon geldi. Yoldaymışlar. Yağmur arttı. Yaz gibi günün aydınlığında sadece yelekle yola çıkmış olan Nİ ikilisini Bostanlı iskeleden almak üzere yola çıktım. BÜ ikilisini de Karşıyaka iskelesinden alıp geldim. Araba transferleri başladı. İki aracı da güvenli yerlere çektik. Korkulan olmadı. Otoparkı su basmadı. Motopompların gücü taşan deniz suyunu yeniden denize göndermeye yetti. O gecenin heyecanlarıyla İrem yatılı konuğumuz oldu. Ben “Kardeş Payı”ndan bir şey anlamadım. Anlamadığımı söyleyince İrem neden anlayamadığımı anlayamadı. Bunu eleştiri olarak da anlattı. Konunun şu veya bu olması önemli değil İrem bize, günümüze renk kattı. Allah razı olsun. Binlerce şükür.
İşte bu “şükür” sözcüğünden dolayıdır ki yazımın girişindeki mavili kısımdaki öyküyü “Mesnevi’den Hikayeler” kitabından aldım. Şükretmenin önemini vurgulamak istedim. Bu isteğim hem yakın çevrem için hem de büyük resimde gülmeyen suratlarla türlü çeşitli “…bazlar” için (canbaz, hilebaz, hokkabaz). Geçen haftanın bir gazete haberine bakınca “Oh şükür” demekten kendimi alamadım. Koskoca hoca olmuş ama doğrusu, eğrisi kanıtlanamayan formüllerin reklamcısı bir “düzenbaz”ın sevimsiz suratını artık televizyonlarda görmeyeceğim diye mutlu oldum. Duydum ki sarayın soytarısı seçilmiş. Allah mübarek eylesin. Yakında kokusu çıkar. Kendimize döndüğümde (c13); şükredecek öylesine güzellikler var ki dualarımda vurguladığım gibi “hak etmek ve hayırlısı ise olsun” demenin önemi ve anlamını şimdi daha iyi anlıyorum. Kuşkusuz bizim doğumuzdan daha geri olan ve bir yabancı için güvenli yaşamın daha zor olduğu gurbet ellerde kazanılanların Pakgiller için ne denli anlamlı olduğunu ve ne çok şükürleri barındırdığını onlar ve hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu nedenle olur ya birinci elden şükredenler gaflete düşüp de unutuverirler diye bir daha bir fazla dua etmeye başlıyoruz. Bu nedenle İrem yoksa yanımızda sabah yürüyüşlerimiz hep sessiz geçiyor. Ya Dubai / Abu Dabi beklentileriyle kimi sabırsız günler geçiren Mestgillerin bugünlerde hızlanan operasyonları günü doldurunca yüzlerin güldüğünü görmek de bizi rahatlatıyor. Ve rahatlığın içimize sinmesine izin vermeden güne dönüp Netgillerin Yuntdağı’nda gelişen sosyal sorumluluk projelerinin ve değişim, dönüşüm süreçlerinin yetişemediğimiz trafiğine yine dualarla ve azıcık da günlük işlere katkı sağlama çabalarıyla destek olmaya çalışıyoruz. Hepsi için, hepimiz adına binlerce şükür.
İşte bu “şükür” nedeniyle yazımın mavili kısmına Mesnevi’den alıntıyla söze başlamıştım. Tam bir yerine geldim ki kendime dur dedim ve beni çevreleyen bir başka olgunun günlük gelgitlerine kenarından köşesinden değinmek istedim. Bu yazımı kimler okuyacak ? bilmiyorum. Okuyanlar kendilerini görüp de alınganlık taslayacaklar mı ? sanmıyorum. Mesnevi ile aynı rafa yerleştirdiğim Sabahattin Eyüpoğlu’nun 75 sene önce Türkçeleştirdiği “Denemeler“in 256 ncı sayfasına takılı kaldı aklım. Bir santim bile ilerlemedi. Herhalde “anchoring” denen “çıpalama” bu olsa gerek. Rüzgar doğudan da esse (Mesnevi), batıdan da esse (Denemeler) aklım azıcık sallansa da bir sağa, bir sola gidemedi bir başka limana. Takıldı kaldı. Geçen hafta kayınbiraderim Amerika’dan döndü. Biraz hasret giderdik. Aynı süreçte yakın bir dostumuzun yazdan beri sürmekte olan sağlık sorununun ciddi bir boyuta eriştiğini öğrendik. Üzüldük. Aman ne yapabiliriz ? diye düşündük. Oğlumuzun hekimlik ilişkilerinden destek aradık. Bulduk. Sunduk. Duyarlı bir konuydu. İlişkilerin geçmiş boyutu da duyarlıydı. Fındık kabuğunu doldurmayacak şeyler sorun olmuş ve ilişkimiz gerilmişti. Birkaç girişimimiz de sonuçsuz kalınca bunca yakın dostluğumuz sadece haftalık “hayırlı cumalar”dan öteye gidemiyordu. Hâla da öyle. İşte bu koşullarda sunum şekli, biçimi, usulü, düzeyi, derecesi, sözcükler, zamanlama daha pekçok şey çok önemliydi. Algıları yönetmek çok zor. Tıpkı Latin ata sözü gibi: “söylemek duymak demek değildir. Duymak anlamak demek değildir. Anlamak kabul etmek demek değildir…” diye uzayan bu söz dizisinin ana mesajı “sen ne söylersen söyle karşı taraf kendi anlayışı kadar anlayacaktır” demek gibi birşey. Ve öyle de oldu. Çırpınan kardeş, yarattığı olanakla sevince dönen üzüntüsü hemen birgün sonra yeniden hüzne döndü. Teklif kabul görmedi. Birkaç gün sonra Netgillerin kafetaryasında sohbet ederken ortak dostumuzdan öğrendik ki ciddi sağlık sorunu yaşayan dostumuz bu teklif karşısında “Çok şükür kimseye muhtaç değiliz” şeklinde bir açıklama yapmış. Ürperdim. Hata yaptığımızı anladım. Hoş yarın olsa yine aynısını yaparız ya. O da ayrı mesele. Bugünlerde tanık olduğum telefon konuşmalarına bakınca anlıyorum ki tedavi sürecinin sıkıntılarında ilişkilerimiz yine ipten dönmüş. Ne zaman ki Denemeler’in 256 ncı sayfasını okuyunca bundan beşyüz yıl önce düşüncelerini kaleme döken Montaigne’nin büyük adam olduğunu ve değerlendirmelerinde çok haklı olduğunu bu somut örnekle daha iyi anladım. Dikkatli olmak gerek. Minneti kine dönüştürmemek gerek. Hani benim 47 yıllık iş deneyimimi arıttığım formülümdeki “MAS” gibi “Vermek/Almak Dengesi”ni korumak gerek. Kırmamak gerek. İncitmemek gerek. İncinmemek gerek. Hayat kısa… Öyleyse !…
Mavili “şükür” ve kırmızılı “yardım” konusunu anladık da yazımın başlığındaki “Ron Dönemi” ne oluyor ?
O da bugün ülkemin içinde bulunduğu yönetim ve yönetilenlerin durumlarına bakan gözlerim tıpkı 30 sene önce istifa edip özel sektöre geçtiğim günlerden etkilenip “dünden bugüne” geliyor yüreğim.
Çok hırslıyız. Yeni yapılanıyoruz. Pamuk odaklıyız. Çukurova’da büyüyoruz. Ege’de geleceği görüyoruz. Portföyümüzde “4…RON” ilacıyla ciromuzun yarısından fazlasını yapıyoruz. Geometrik büyüyoruz. Pipeline umutsuz. Bu “4RON” ile idare etmeliyiz. Rivayet olunur ki benden bir sene önce (1984) Adana’da önce paralar gelirmiş. Masaların üstüne dökülen paraları saymak zor olurmuş. Daha sonra siparişler karşılanırmış. O yıl C-RON için 275 ton bütçe yapılmış ve 600 ton satılmış. Merkez şaşırmış. Üretimi yetiştirmede zorlanmışlar. Adana çalışanları büyük primler almışlar. Ertesi yıl ben da katıldım. D-RON ile sezona başlıyorduk. Ardından iki zararlı grubuna N-RON ile hücum ediyorduk. İsteyenlere bir başka N-RON ile ek güç sağlıyorduk. Haziran ortasında kurtları görünce C-RON hızla devreye giriyordu. Böylece “RONgillerle” on yıl kadar idare ettik. Öyleki bir anda geldi adına “milking” denen süreç içinde etkileri, algıları sağmayı sürdürdük. İşte otuz yıl önce ki “milking” bugün ülkemin yaşadığı süreci anımsatıyor bana. Seçilmişin biri çıkıp çobanla baş otoriteyi aynı tutup bizi sürü yapıyor. Bunu gören “GÜLĞAN” ve “METDAN” duble ikilisi de aklımızı sağmayı sürdürüyor.
Bu arada Florida (Key West) dan dostum Sam bir mesajı paylaşıyor ve uzunca iletisinden bir cümle takılı aklımda yeni bir pencere açıyor: “...Arap tvsinde ben arapça maç seyrederken babaannem durmadan dua ediyor…” Bunu okuyunca birkaç yık önce www.ted.com dan izlediğim Elif Şafak’ın konuşmasını anımsıyorum. Linkini bulup Sam’a onu gönderiyorum
http://www.ted.com/talks/elif_shafak_the_politics_of_fiction?language=tr#t-26990. Ertesi gün Sam’den gelen yanıt aynen şöyle :
Yine çok tesekkürler sana, Mustafa !
Kırk kusur senedir Okyanus ötesinde yaşadığım için , Türkiye’de yetişen yeni kabiliyetlerin isimlerini maalesef duyamadım. “Elif Şafak” gibi bir “mücevher”in uluslararası sahnede bir Türk kadını olarak yetişmiş olmasından çok büyük bir gurur duydum. Diplomat bir aile icinde yetismis olmanin verdigi avantajlari da cok guzel degerlendirip kendini yetistirmis. Kendisinin bu İngilizce şovunu tanıdığım arkadaşlarıma da göndereceğim. Bu arada sunu da ilave edeyim ki, E…….’in uluslararası beyanatları maalesef buralarda hiç takdir görmüyor ve bizleri de rencide ediyor…
Ne diyeli Allah islah etsin. Açlıkları ve açgözlüklülekleri yok etsin. Allah akıl fikir versin.Bizlere de aydınlık yollarda şükürlerle dolu sağlık ve esenlikler nasip etsin.
Öykücü