“…Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka bir işim de yok zaten. Bakıyorum da öyle yaramaz taraflarım var ki söylemeye zor varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var ? Her an sendeleyip düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor bir böyle. Açken başka bir adamım sanki yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse hava da güzelse kötü kişi değilim; aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum bir kısa; aynı biçim bir hoşuma gider bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir haldeyken derken taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm, çeviririm orasını burasını okurum nafile; O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık bana…”
Merhaba
Güneş ve yağmurla karışık güzel bir Cumartesi sabahı Mavişehir’deyim. Dolu dolu geçen bir hafta. Yeni tanışlar edinme, yeni ve genç yüzlerde önemli kararların karar vericisi olmanın sorumlulukları. Rüzgarlı bir dağ başında bir konteynırın içinde anlamlı sohbetler. Milyon avroluk vincin göğe yükselmiş uçlarında bugün dönmesin, yarın düzgün dönsün diye tutulmakta olan rüzgar gülü. Günlük güneşlik bir tepe. Eteğinde bir köy. Tipik Ege köylerinden. Hayvancılık esas geçim kaynağı. Yunt Dağı’nın yeşillenmeye yüz tutmuş kırları. Henüz kış uykusunda yaşlı meşe ağaçları. Mikaşistlerle dolgu yapılmış sağlam bir yol. Yolun kenarında ve üst bitim yerinde beklemede beş TIR . Yirmiye yakın sayıda bir grup insan. Soluksuz çalışmalar. Şantiye görüntüsü. Ramo’nun köfteleriyle ekmek arası. Köyde bir süt kooperatifi. Kahvenin önünde sandalyesini atmış bize bakan bir köylü. Yanına yaklaşınca selamı sabahı tatlı güler yüzlü bir köylü. “Ben Mustafa” dediğimde “Ben de Mustafa” diyerek çay ikram ısrarında bir köylü. Karar verici, destek ekibi konuklarımız dönüş için acele etmeseler çay içmekten keyif alacağım bir yer ve zaman…
Tepenin eteğinde Seklik Köyünde kısa bir mola verdik. Tepeye doğru baktık. Rüzgar Gülümüzün köyden görünüşünü kaydettik. Yolların ustası Nevzat’ın komutasındaki Müjde’nin arabasıyla farklı bir yoldan dönüşe geçtik. Az biraz gidince bu saatte Aliağa Yolunun trafik yoğunluğu tekrar konuşuldu. Karar değiştirdik. Manisa yolunu seçtik. Geri döndük. İyi de öyle yapmışız. Hem çok güzel yerlerden geçtik. Kırk yıldır buralardaydım. Buralardan hiç geçmemiştim. Sadece otuz sene önce (1985) buraya yakın olan Şakran-Çaltıdere’de bir Ramazan gecesi yaptığım köy toplantısını anımsıyorum. O zamanlar pamuk ekilen tarlalar vardı çevrede. Sunum ve sohbetim için kahveci ve bana aracılık eden Şakran Eczanesi sahibi “Teravih namazından dönmelerini bekleyelim” dedi. Geç başladık. Gecenin yarısına doğru anlatımlarım bitti. Nezuş evde bekliyor. Babam rahatsız. Biran evvel dönmeliyim. Köylüler bırakma niyetinde değil. Sunum sonrası masalarda F2F görüşmelerde reçete yazıyorum. İlgileri hâla yüksek. Gece yarısını geçti zaman. Sordum eczacı arkadaşıma “ne zamana kadar sürecek ?”. Yanıtı kısa ve netti “Sahura kadar“. Canım sıkıldı. Eve haber uçurmam şart. Merak edecekler. O zamanlar cep telefonu da yok ki. Güzel bir şey yaparken sıkıntı çekmek ne acı. Acı sadece çaresizlikten dolayı. Eczaneye gidip eve telefon ettim. Biraz rahatladım ve sabah namazına kadar sürdü mesleki sohbetler…
Dün Işıkkent’te başlayan gün Yunt Dağında sevinçlerle doluydu. Rüzgar hızı 14 olduğundan dolayı vinç, henüz dönmeye hazır olmayan kanatları frenliyordu. Adım adım torklanan cıvataların dengeyle sıkıştırmaları sürüyordu. Her ek yük bindiğinde yeni baştan bir tork daha ilerleniyordu. Kör kuyunu dibinde su görünüyordu. Meşe ağacının gövdesindeki likenler koyu sarıya dönmüştü. Tüm bu anlattıklarım gözlerimi, yüreğimi ve ruhumu anlatıyordu. Dingindim. Ortak noktada buluşan “tripod management” ın dile düşen sözleri benzerdi. Antakya’dan Amerika tahsilli Hıdır, Netgilerden Kerem ve Semih, İzka’dan Sinem hanım, Dr.Fakı beyin sohbetine tanık olmak güzeldi. Herkes zor koşullarla bu aşamaya gelindiği bilinciyle daha bir fazla hoşgörülüydü bugüne eriştiren yolun üzerindeki engelleri dillendirirken… Az sıkıntılar çekilmedi. Hilti ile buz delmek, yola dört ton tuz atmak, yan yatan TIRı sabırla kurtarmak hep bu sonuca giden yoldaki engellerdi. Ve engeller zorluklarla öğretip bizi ustalaştırıyordu. Geçen Kasım ayındaki “ABG/YBGE/SSTC Plus Öğrenme Yolculuğu“nda birkaç kez yinelediğim gibi “quae nocent docent/yaralayan şeyler öğreticidir”. Öğreniyorduk. Sabrımız pekişiyordu. Aslında dün yaşadığım güzellikler bugün sözcüklere ve yazımın çerçevesine yansıyor. Çoktan beri bu açıdan bakmamıştım; yazmamıştım. Özellikle ülkemde “Ayakkabı Kutusu Perileri“nin pervasız serüvenlerine takılıp kalınca “ignore negatives” önerime kendi uyamıyordum. Bugün dünden dolayı daha dinginim. Bu ruh haliyle tuvalete girdiğimde birkaç kez okuduğum, ara sıra yeniden göz gezdirdiğim Montaigne (1533-1592)’nin “Denemeler” isimli kitabının sayfalarını rastgele çevirdim (Temmuz 1997; 29ncu basım).
Yetmişbeş yıl önce (1940) Sebahattin Eyüpoğlu tarafından Tükçeleştirilen kitabın önsözündeki şu sözcükler 75 yıl sonra bugün bana yabancı geliyor. Serbest düşünceden söz ediyor sayın Eyüpoğlu kırklı yılların başında Türkiye’de. Önsözün bir kısmını aynen alıyorum:
“…Bugün bizim de kavuştuğumuz serbest düşünceye o, 400 yıl önce ve bizim uyanış devremize birçok bakımdan benzeyen coşkun bir dönemde kavuşmuştur. Bugünkü Türkçe gibi değişen kıvrak ve başı boş bir dille; şimdi anlamları çok değişmiş taze Fransızca sözcüklerle halk deyimleriyle yazılmış olan “Denemeler“, çeviriye en az elverişli kitaplardan birisidir…Bunlar “Denemeler“in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir. Montaigne’nin bahçesinden her geçişte insan çok değişik demetler yapabilir…”
İşte bu kitaptan bir alıntıyla yazıma başladım. Amacım dünden önce atılan adımlarla şekillenen dünün, ruhumda yarattığı dinginliği aktarabilmekti. Biraz daha geniş bakınca bu haftanın diğer pek çok açıdan hep olumlu katkıları olduğunu anlıyorum. Ümit henüz Pakistan’dan dönmemişti. Ben 70, torunum Barış 15 yıllık oluyorduk (19 ve 20 Ocak). Ortada buluştuk (18 Ocak). Kule’de toplaştık. Bir düzine Copcu olarak nefis bir akşam yemeği yedik. İkinci pastamızı kestik. Duru pastayı doğrudan yedi. Barış Duru’nun başını pastaya gömdü. Şikayetçi olan olmadı. Yüzler hep güldü. Hediyelerimiz güzeldi. Hediyelerin sunumu güzeldi. Daha ne ister insan. Binlerce şükür.
Duru’nun dilinde bir şarkı. İrem Derici söylüyormuş “Dualar eder insan…” diye başlıyor. “Melekler nur saçmış...” diye sürüyor. “Seni bana verene…” diyerek binlerce şükür sunuyor şarkıda. Doğru dile, doğru gönüle yerleşmiş iyi dileklerin, iyi niyetlerin yansıması olan dualara ben de katılıyorum. Dün gecenin ekstra mutluluk veren gecesinin sabahında uzaklarda yoğrulan sabra da tanık oluyorum. “Teenage” sözleriyle hem güncellenen hem de globalleşen bakışların dilimizdeki “Ergenlik” tepkileriyle yetmişi aşan günlerdeki yorgunluklarımda depreşmeye çalışan çatışmalarda sabrı görüyorum. “Decide aslında sonundaki “cide”siyle seçenek öldürmek” demek olduğunu sakince anlatmaya çalıştıktan hemen sonra “kapı aralayıcı” yaklaşımların, konuşmak istemeyenleri konuşturma gayretlerinin sonucunu görmekten pek mutlu olmadım. Yazımın girişindeki alıntı aslında “gelgitler”imizi yansıtıyordu. Yapacak pek fazla bir şey yoktu. Sessiz kalmak en doğrusuydu. Yakın durup uzak kalmak gerekliydi. Çatışmaları körüklememek şarttı. Gençlik zor iş. Hele bir de beklenti ve elde edilen arasındaki farkın yarattığı doyum düşük kalınca bugünlerinin kritik yargılarında…Dikkatli olmak gerek. Hepimizin az çok Ahmet Clas’lığı (AK) var içimizde uykuda olan ve hazır bekleyen. Uyandırmamak gerek.
Gecenin bir vaktiydi. Yetmişli yılların sonuna doğruydu. Altmışekiz model bir Anadol’la gündüzden yola çıkmıştık. Nazilli, Kemer Barajındaki lojmanlarda keyifle yemek yerken kıyamet koptu. Apar topar dönüşe geçmiştik. Halbuki ne umutlarla ertesi sabah yapılacak sünnet töreni için gitmiştik. Hala oğlum ve eşi İstanbul’dan gelmişlerdi. Annem, babam sağdı. Soma’dan sonra ayrı düşen, savrulan yaşamların “reklam arasında” görüşüp özlem gidereceklerdi. Hala oğlum (kuzenim) ile yaş farkım adeta kuşak farkı gibiydi. Benden en az yirmi yaş büyüktü (belki de daha fazla). Onların oğulları ve gelinleri bizden bir kuşak ilerde gelişiyorlardı. Boğazlayan gurbetinde zor günler geçiriyorlardı. O zamanlarda da genç doktorların işi zordu. Ebeveynlerine yardım ellerinin uzanması konusu benden önceki kuşak arasında tartışılır oluyordu. Ara sıra küçük çaplı aile içi yardımlaşmalar oluyordu. Olmasa daha iyiydi ama o kuşak ikinci dünya savaşı sıkıntılarını (ekmek karnesi gibi) çektikleri için çok küçük yardımların (sigara parası kadar bile olsa) anlamı vardı kendi aralarında. Ne var ki kaynak zorlaması için bu yaklaşımlar farkına varamadığımız tepkilerin ve hatta öfkelerin birikmesine neden olmuştu. Gecenin ilerleyen saatinde genç doktorun açılan bayramlık ağzı büyük küçük dinlemeyince kaçmak tek çıkar yoldu. İzmir’e doğru dönüşümüz başladı. Kavgadan kaçmak ve sabretmek en doğrusuydu. Ne var ki bunu hiç unutmadık. Onca iyiliklerle dolu talebelik yıllarının paylaşılan ortak yaşamlarının birikimleri yetmedi. Kırılan kalplerimiz sızladı. Uzaklaştık. Tam uzaklaştık. En son babamın cenaze töreninde karşılaştık (1987). Genç doktorumuzun bu tepkisi içimizde hep “Clasvari Tepki” olarak yerleşti; kaldı. Bundan hep korktum; sakındım. Zaman zaman özümün ve aile bireylerimin olası iç çatışmalarda nereye kadar uzanabileceklerini kestirmeye çalışarak “Clas Katsayıları” bulmaya çalıştım. Allah hepimizi Clasvari yaklaşımların acımasızlığından ve yaşanacak sonuçlarından korusun.
Nereden nereye geldim ? Kule’den Yunt Dağının tepesindeki “Netenerji Rüzgar Gülü”ne uzanan aklım “Denemeler“den alıntıyla ruhumun gelgitlerini anlatmaya çalıştı. Güzel bir haftaydı. Dün gece ekstra güzeldi. Duru’nun “Dualar eder insan…” diye heyecanla sonuna kadar söylediği, henüz üç yaşını doldurmamış sesin peltekliğinde, köşeleri yuvarlanan sözcüklerle daha bir güzeldi. Dün gece de pasta kestik. Ağzımızın tadı hiç bozulmasın. Allah bizi şükürsüzlük gafletine düşürmesin. Sahip olduğumuz bunca güzellikten, nimetten şükürle, özümseyerek, kaynaklarımızı (akıl, sağlık, emek, zaman, para,vb) akıllı kullanma becerisiyle yararlanmayı nasip etsin. Özüm ve ailem adına binlerce şükür; daha ne ister insan !…
Nice gelgitlerle pekişen ustalıklarımızın, yaşam gölünün karşı kıyısına atılan kulaçların yarattığı yorgunluklarda; seçenek öldüren kararlarımızda hep aydınlık yollarda keyifle, gururla geçmesi dileklerimle.
Öykücü