Yaşam Büfesinde “Portofino & Roberta”

“…Kuş yakalandıktan sonra adama şöyle dedi: “Şimdiye kadar pek çok şey yemişsin. Şimdi beni yemen seni doyurmayacak. Beni bırak sana üç değerli öğüt vereyim. Birini elindeyken, ikincisini damın üstündeyken, sonuncusunu da ağaca konunca söyleyeceğim. Bu üç öğüt sayesinde bahtın açılacak.” Bu sözler üzerine adam kuşun teklifine razı oldu ve kuş ona ilk öğüdünü verdi: “Olmayacak şeye kim söylerse söylesin inanma.” Sonra adam onu bıraktı ve kuş damın üstüne kondu. İkinci öğüdü verdi:” Bir de geçmişte kalan için üzülme.” Bu öğüdün ardından da adama bir gerçeği açıkladı: “İçimde on dirhem ağırlığında bir inci vardı. Ama senin kısmetin değilmiş” Bunu duyan adam büyük bir pişmanlıkla feryad edip döğünmeye başladı. Bunun üzerine kuş ona verdiği öğüdü hatırlattı: “Geçip gidenin ardından üzülme dedim ya. Sonra ilk öğüdümü de hatırla. Ne demiştim ? Olmayacak şeye inanma. Peki, benim gibi üç dirhem bile olmayan bir kuşun içinde on dirhemlik inci nasıl olsun?” Bu sözlerle teselli olan adam kendine geldi: “Öyleyse üçüncü öğüdünü de ver”. Böylece kuş üçüncü ve son öğüdünü de verdi: “Uykuya dalmış bilgisize öğüt vermek, çorak toprağa tohum ekmektir.Ahmaklığın olduğu yere hikmet tohumu ekme” …”

Merhaba

Bugün 4 Nisan ve benim için, bizim (MNC) için anlamlı, önemli bir gün. Tam elli yıl önce bugün Portofino ile tanışmıştık; 45lik bir plağın cızırtılı melodisinde. Ondan kırk yıl sonra, bugünden on yıl önce Portofino’da yoğurtlu dondurma yemiştik. Dünden bugüne yolculuk yapmak istiyorum bugün. Yine de sonlandıramadığım akıl yorgunluklarımdan tam sıyrılabilmiş değilim. Kimi konular arada bir öne çıkıp beynimde sorgulamayı sürdürüyor. Bu nedenle önce bunları sıfırlamaya çalışayım.

Bugün gazetenin arka sayfasında tam sayfa olarak 1000Ali’nin seçim sonrası ilanı, mesajı vardı. Bugünden bir sonraki seçime hazırlık yapıyordu. Helal olsun. Bir sonraki seçimde gönlüm 1000Ali’ye gidecek gibi Allah nasip ederse. Onlar bu işi biliyorlar. SSTC öğrenme yolculuğunun dördüncü gününde “post call” bölümünü işlerken “süreklilik, kesintisizlik” konusuna vurgu yaparken “bir satış çağrısının sonu yeni bir satış çağrısının başıdır” deriz ya tıpkı onun gibi doğru davranışı biliyorlar. Bizimkiler de “birleştirici güç” sloganı ile yola koyulduklarında buna kendileri inanıyorlar mıydı acep ? Türkiye’nin her yerinde birinci, ikinci ya da üçüncü parti olarak yer alan AKPe nin el verdiklerine kıyasla muhalefetin üçüncü kanadı bile ülkesel görünümde dengeli bir durum ortaya koyarken, ana muhalefetin kimi yerlerde hiç olmadığına bakınca nasıl birleştirici güç olacaklarını ben bile anlayamıyorum. Bu iş böyle gitmez. Kendilerinin inanmadıkları ana mesajın arkası boşsa çöker ve kimse yemez. İnanmazsanız inandıramazsınız. Akıllarını başlarına derlemeleri gerek. Neye dayanıp, nasıl böyle konuşurlar cumhurbaşkanı adayına bakıp da “seçilemez, halk seçmez” sözünü söyleyip çok geçmeden yalamaktan çekinmemek neyin göstergesidir ? Yazımın girişinde yine Mesnevi’den aldığım öyküden çıkarılacak hisse ahmaklığı aşamayan batı yakasının siyasilerinedir ve bu kadar yeter. Artık bundan böyle ne seçimden, ne saçmalıklardan bir daha söz etmeyeceğim. Şimdi gelelim Portofino ve Roberta ikilisine.

Yıl 1964. Fakülte birinci sınıftayım. Günlerden 4 Nisan ve ilk resmi adım atılacak. Tepecik 1159 sokakta oturuyoruz. Atatürk Lisesinden çeşitli fakülteleri kazanmış beş arkadaşız. Bunlardan ikisi Almanya (hava meydanları inşaat mühendisliği) ve İngiltere (istatistik) üniversitelerine devam edecekler. Bin dokuz yüz altmış üçün son günleri pek iç açıcı değil. Bakkal babamın da işleri iyi değil. Kasım 1963 den bir gün enginar bahçesinin kenarından yola çıktığımızda babam bizi (MN) görüyor. Ses çıkarmadan görmezden geliyor. Evde fırtına kopuyor. Bizim evde ataerkil bir düzen var. Annem ara bulucu rolünde; babam kızgın. O kızgınlıkla “evlendirelim o zaman seni” deyince, ben hemen atılıp “kabul” diyorum. Şaka gibi başlayan ilk adımlar Kahramanlar’da oturan efendi (Osman’ın babası Mustafa Öztunç) nin de onayı ile yola çıkılıyor ve kız isteme ile tescilleniyor. Her iki aile de şokta. Hem “bizim kızımız küçük” ve “bizim oğlumuz da küçük” düellosu ile ortalık kızışıyor hem de mezuniyete kadar beklerler ön koşulu ile 04.04.1964 de nişan yapmaya karar vererek süreç hızlandırılıyor. Laf aramızda mezuniyete kadar beklemeyeceğiz. Ertesi yıl (19.09.1965) evlenip bir yıl sonra (05.07.1966) da çocuk sahibi olacağız. Kim tutar bizi ? Gelelim elli yıl önce bugüne. Tepecik 1159 sokak no 27 de alt kat salonunda bir telaştır gidiyor. Limonata pasta var mıydı, nasıldı ? anımsamıyorum. Bildiğim arkadaşım Mehmet Kaplan’ın getirdiği bir pikap ve birkaç ödünç alınmış plak vardı ve hayatımda ilk kez dans edeceğimdi. Seçilen müzik Portofino idi. Hâla çok severim. Dans falan bilmem de resmen dokunmak, dokunabilmek, sarılmak bambaşka ilk hazdı. O zamanlar şimdiki gibi özgür beraberlikler yoktu ki…

Nişanlılık gerçekten çok güzel bir süreç. Gerçi bizim için 1958 Orta okul ikinci sınıftan beri süren flört döneminin altı yıl süren uzunluğuna bakınca bir şeylerin daha hızlı gelişmiş olması beklenebilir. Pek öyle olmadı o altı senede. Her akşam üzeri ben okuldan Nezuş işten çıkınca Çankaya’da buluşmak, paramız varsa Gülhane Pastanesinde yarım saat sessizce oturup bakışmak ve önümüze gelen keşkülü kaşıklayıp kaşıklayıp yemeden kalkmanın pek ötesi olmadı heyecan dolu günlerimizde. Birbirine komşu evlerin çocuklarıydık ve bir ara evlerimiz ayrıldı. Şirinyer’e taşınmaları azıcık işleri zorlaştırdı. Ne var ki hepsi birbirinden heyecanlıydı. Akşam üzeri trenle Şirinyer seyahati bile haz verirdi  ve hemen ardından özlem dolu olurdu. Beraberlikler ailelerin çizdikleri sınırları zorlamaya başlayınca evlilik hızlanıverdi. Allah razı olsun. 

Eylül ayının 19 uydu 1965 de. Fuarın son günü. Evlendirme dairesi (nikah ve düğün) fuarın içinde. Sadece gelin arabası girebilir o da saat 24.00 den sonra. Biz de ailecek o tek arabanın (35 AY 958 / 1959 model Chevrolet-Impala) içine dolucaz gecenin bir vaktinde. Ertesi gün de dükkanı ben açacağım. Ne öyle balayı var ne de evde gönlünce keyif çatabilmek. Babamın bakkal dükkanı iflas etme aşamasında. Gelirimiz yok gibi. Ben sınıfın birincisiyim ve Maktaş A.Ş. nin karşılıksız bursuna hak kazandım. Ayda 250 TL iyi para. Üç ay birikmiş bursumla neler almadık ki evliliğe hazırlanırken. Babam da Emniyet Sandığından borç aldı. Evimize ilk defa buzdolabı girdi. Salon, yemek ve yatak odası takımları bile aldık. Annemle babam küçük odaya taşındılar bize de büyük yatak odası verildi. Artık biz evin kralıydık. Şimdi düğün gecesine dönelim. Osman’la oturup hangi müziklerin hangi sırayla çalınacağının programını yaptık. Komparsita ile başlayacak ve hemen ardından Roberta çalınacaktı. Düğün gününden bir hafta önce cebimde 50 TL kalmıştı. Orkestra arayışına girdik. O parayla iyi bir prkestra tutmak imkansızdı. Lise ve fakülteden arkadaştan da öte dostumuz Latif (Prof.Dr. ken 49 yaşında kanserden vefat etti) in Polis Armoni Mızıkasında Necmi abi diye bir arkadaşı vardı. Onlar 50 TL a üç kişilik bir orkestra (!) kurup düğünümüzü şenlendirdiler. Ancak Roberta’yı bilmiyorlardı. Bu nedenle 19.09.1965 de biz Roberta’yı dinleyemeden dünya evine girdik. Son zamanlarda yaptığım montaj filmlerin çoğuna “Roberta (Peppino Di Capri) ” başta olmak üzere “I know what it is to be young… (Orson Welles)” ve “Never be alone (Deepside Deejays)” şarkılarını fon müziği yapmanın esbab-ı vecibesi bu özlemdir.

Elli yıl önce resmen başlatılıp “şu ölümlü dünyada” yargısıyla hep hızlandırılan “COPCUlaşma” süreci bugün bize neler öğretti ?

* Ebeveynlerin fedakârlığı: Babamın parasal durumu iyi değildi. Yiyecek bir lokması vardı ve onu bizimle paylaştı.

* Çocukların minnet duygusu: Özellikle Nezuş (benden daha ileride olduğu kesin) on yıl beraber oturduğumuz, mühendis olup da ayrılma olanaklarımız geliştiği durumda bile annemi ve babamı yalnız bırakmadı. Bunun bedeli ödenemez ki !

* Kuşak çatışmalarını sabırla aşabilmek: Çok kolay değildi. Bugün köşelerimiz törpülenmişse sonraki kuşaklara daha hoşgörülü isek bunun temeli o zor günlerde gelişen sabırla atıldı.

* Üç kuşak iç içe yaşamak: Belki de en zor olanıydı. Babamın ölümünden üç gün önceydi. Hazirandı. Babam “evim de evim” diye tutturmuştu. Ümit’in ayağındaki beyaz pantolonu gösterip “o benim çıkarsın” diye ısrarcıydı. Dayanmak zordu. Ümit 21 yaşındaydı. Çeşme’den İzmir’e dönmek kaçınılmazdı. Geceleri takılan sonda tam dörtlü işbirliğini gerektiriyordu. Böylece iç ilişki yönetiminde hepimiz ustalaştık. Bugün C13 olarak beraberliğimizin güçlü bağlarıyla o günlerin sabır meyvelerini topluyoruz. Binlerce şükür.

Daha pek çok söz var yazacak. Şimdilik bu kadar yetsin. Demem o ki; bugün sahip olduğumuz, sürekli şükredip dua ettiğimiz, Pakistan’dan uzanan desteklere minnet duyduğumuz, profesör hekim oğul, baba, kardeş, abi, koca, amca duygularıyla kıvanç duyduğumuz, hemen hepimizin yeri geldiğinde sığınacak limanı olan küçük kardeşin de katkılarıyla ABİDE’leşen üçüncü kuşakla yola devam edişimiz her tür övgünün ötesinde… Binlerce şükür … Tüm bunlar 04.04.2014 de Portofino ile atılan ilk adımlarla ve 19.09.1965 de Roberta’ sız eğlenceyle başlayan “COPCUlaşma Süreci”nin kazandırdıkları…Daha ne ister insan ?

Mutluluklarınız hep aydınlık yollardaki gelişmelerle, dönüşmelerle ustalığınızın hüneri olsun.

Öykücü