“… Bir samuray, Zen üstadı Hakui’nin karşısına dikilip şu soruyu sordu: “Gerçekten de cennet ve cehennem var mıdır ?“. Üstad, “Kimsiniz ?” diye soruya soruyla karşılık verdi. “Bir samurayım“. “Sen mi ?” diye dudak büktü Hakuin, “Kendine baksana bir. Hangi efendi senden doğru dürüst hizmet umabilir ? Daha ziyade dilenciyi andırıyorsun”. Sinirden kıpkırmızı kesilen samuray kılıncını çekti. Hakuin susmak bilmiyordu: “Vay, kılıncı da varmış ! Ama o kadar beceriksize benziyorsun ki nasıl olsa kafamı kesemezsin !”. Kanı beynine sıçrayan samuray kılıncını kaldırdı. Ustaya vurmaya hazırdı. O anda Hakuin sakince “İşte cehennemin kapıları böyle açılır” dedi. Üstadın serinkanlı tavrına şaşıran samuray…”
Merhaba
Dün “Babalar Günü“ydü. Çeşme’de Ümitgiller dışında COPCU Plus olarak bir düzine kişiydik. Nezuş’un özgün ve leziz yemeklerinin keyfi ve böylesi birlikteliklerin gururu ile daha bir mutluyduk. Ümit’in Pakistan’dan gelişini beklerken ve onun ve Bursa grubu Copcuların özlemi ile bir burukluk yaşasak da Temmuz başı, Ramazan öncesi her zamanki Çeşme Bahçeleri programını hayal ederek avunduk.
Bu arada “Babalar Günü” hediyesi olarak “LG PB60G” i görünce yedi yıl önce sevgili İrfan’la ve Habeş dostumuz Seyfü dostluğunda yaşadığım bir anı canlandı gözümde. Boyun fıtığının en azgın dönemiydi. Oturamıyordum. Ağrıyı nasıl azaltırım diye kıvranıp acayip hareketler yaptıkça ustalık yolcuğu rehberimiz Dr.R.Davis’in şaşkın bakışları artıyordu. Yaklaşık yirmi yıl sonra yeniden SSTC Ustalık Yolcuğu tazeleme yolculuğuna çıkmıştım. İsviçre’de Cenevre’nin bir banliyö kasabasındaydım. Leman Gölü kenarında bir butik otelin küçük toplantı salonunda seçilmiş sekiz kişiydik. Günlük güneşlik bir hafta yaşamıştık öğrenirken, bildiklerimizi güncellerken… Gölün karşı kıyısındaki seçkin bir restorana tekneyle gitmiştik. Klasik SSTC öğretisindeki standart kalem satma başlangıcı yerine bu kez Shakespare’ e kuş tüyü kalem yerine dolmakalem satmaya çalışıyorduk. Bütün mesele ürüne ve kendine değil müşteriye odaklı yaklaşmak; varsaymamak; gerçekten dinlemekle ilgili temel prensipleri pekiştirmek gibi konuları yeniden ele alıyorduk. Otelin ikinci katında göl manzaralı, açık pencere ile gün ışığı altında açık zihinlerle daha etkili öğrenmenin aracı LGPB60G benzeri küçük, ansi lümeni yüksek bir projektöre hayran kalmıştım. “Ah benim de böyle bir aletim olsa…” diye hayıflanmıştım. Yürekten isteyince insan ve sabır da gösterebiliyorsa demek ki bir gün mutlaka sahip oluyormuş insan düne çocuklarımın hediyesini görünce anladım. Bu nedenle önerim: “Lütfen hayallerinize, dileklerinize dikkat edin, bir gün gerçek olabilirler”. Teşekkürler oğullarım ve kızlarım. Daha ne ister insan ! Binlerce şükür.
“Cehennemin Kapıları” ve Sincan’lı gezi Parkı neden daha bir fazla yüreğimi burkuyor ?
Bir ara umutlanıyorum “Birşeyler değişiyor galiba; yumuşayıp daha bir sakin yaklaşacak gibi...” diyorum ve hemen ardından donuk ve kızgın gözler ve kükreyen öfke dolu sözler, tüm umutlarımı yok ediyor. Bilerek ya da bilmeyerek ya da yandaşların gazına gelerek öfkeyi körüklüyor. Her ne kadar Nagehan hanım “mitinglerle karşı grubun gazını alıyor ve çatışmaları önlemeye çalışıyor” diye bir sav ortaya atsa da inanamıyorum. Çünkü sözleri, tavırları, beden dili tam tersini kesin olarak söylüyor. Aslında bunu neden yapıyor anlamış da değilim. Çünkü bence buna ihtiyacı yok; o hâla salt çoğunluğa sahip ve akılcı davransa bugün sahip olduğu avantajla bunca düşman edinmeden hedefine (başkanlık ya da sultanlık) rahat gidecek gibi. Bu gerginliğe neden olmasına gerçekten gerek yok. Belki eli ayağı dolaşıyor, belki yandaşları ve hocaları onu böyle bir tuzağa özellikle çekiyor belki de gözler kararıyor, sabır azalıyor ve yazık ediyor; yazık oluyor. Bugünlerde sürekli olarak “Cehennemin Kapıları” nı açık tutmak için elinden gelen kibir, öfke ve açgözlülük ateşine odun atıyor; odun atıyorlar. Allah akıl fikir versin.
“Kötüden daha iyiye” nasıl geçeceğiz ?
Bu soru ve olası yanıtları için yeniden Barbara Kellerman’ın “Kötü Liderlik” kitabının sonlarında doğru odaklanıyorum. Bu arada bakış açılarım değişsin, odaklanınca gözden bir şeyler kaçmasın diye diğer sehpanın üzerinde duran Prof.İ.Pala’nın “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” isimli kitabı okumayı da aralıklarla sürdürüyorum. Bu kitap beni “teenage” yıllarımda (1958-1964) Nezuş’la yoğunlaşan günlerimin romantizmine ve bu nedenle İzmir Atatürk Lisesi’nde Fen Bölümünde olmama rağmen Edebiyata duyduğum aşırı ilgi ile “Leyla ile Mecnun” öyküsünü şiirleştiren Fuzuli’ye götürüyor. Fuzuli’nin öğretileriyle, Prof.Pala’nın sağ görüşlü çerçevesi içinde bile bugün Cehennemin Kapılarını açık tutan Kötü Lider örneğine uygun pasajlar buluyor yine aklım. Beyin ne ararsa göz önü buluyor. İşte ikinci kitabın 272 nci sayfasında Liseden anımsadığım hiciv şairi Nef’i nin anlatıldığı kısa bir bölümdeki ifadeler:”… Sınıf atlamış bir taşralı gururu taşıyordu. En iyi yaptığı üç şey vardı: Övmek, övünmek ve sövmek…” İlginç değil mi ? Sanki bugün Cehennemin Kapılarını açık tutmak içinden elinden gelen her şeyi yapmaktan çekinmeyen kötü lideri anlatan ünlü bir şairin özelliklerinde bu üç şey arasında “sevmek” yok; bugün de dillerinde sevgi geçse de, bence yalan, seven böyle yapmaz.
Yine o zamanların bir diğer şairi olan Nabi’nin de güzel bir beyiti var; bugünün açık tutulan Cehennem Kapılarının dışarı taşan sıcağı yakarken:
“Hikmet, taleb-i mâlda kârun gibi şimdi,
Hâhişgeri-i lokmada Lokmân unutulmuş” demiş Bay Nabi ve anlamı da şöyle:
“Mal mülk peşinde koşarak Karun gibi yaşamanın adına hikmet diyorlar şimdi. O kadar ki, lokma peşinde koşarken Lokman Hekim’in öğütleri unutulup gitmiş”.
El mahkum kötü liderimizin sözlerinde Yunus Emre yer alıp da sözler çarpıtılınca, dinleyenler bir öfke selinden başka bir şey anlamayınca ne Yunus’un uysallığı ne de Nef’i nin sivri dili ve de Nabi’in arada kalan girişimleri kimseye birşey anlatamaz oluyor Cehennemin Kapıları açıkken.
Bayan Kellerman, “Kötüden Daha İyiye” geçebilmek için önerilerini sıraladığı sonlara doğru bir bölümün girişine E.Burke‘ye atfen şu sözleri yazmaktan kendini alamamış: “Şeytaniliğin zaferi için gereken tek şey iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır“. İşte sadece buna engel olabilmek için bence Gezi Parkı eylemleri ve yurda yayılan eylemler anlamlıdır.
Tam Barbara hanımın kitabının son bölümünden alıntılar yapıp “Cehennem Kapıları“nı kapalı tutabilmek için şanslarımıza bakmak istiyordum ki bu kez de araya öğle yemeği girdi. Yemekten sonra da Florida’lı Sam/Şükrü’nün özlem dolu telefonundan aklıma takılanlara dalıp gittim. İnşallah Kanada’lı dostunu Türkiye gezisine çıkardığında yolu İzmir ya da Çeşme’ye düşer de “Key West” e dönmeden önce bir kez daha hasret gideririz. Seneye Gaziantep diyoruz ama; seneye kim öle kim kala bilinmez ki hele bir de Cehennem Kapıları açık kalırsa… İşte o zaman yandı canım keten helva…
Üç yıl önce dördüncü baskısını yapan, o zamanlar Yrd.Doçent olan Kahraman Arslan’ın kitabındaki bir öykü bugün Gezi Parkı ve Cehennem Kapıları ikilisinin etkisi altındaki aklımın ve yüreğimin kıvrımlarını esir aldı. Onu da burada paylaşmak istiyorum. Ancak öykünün mesajı güçlü de olsa kahramanının Konfüçyüs olması nedense beni rahatsız ediyor. Sanırım Konfüçyüs’e toz kondurmak istemiyor aklım haklı bir ölüm vermiş olduğu belirtilse bile. Yine de alayım:
“…Konfüçyüs, hükümdarın isteği üzerine bir süre için bir şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng’i idam ettirdi (bizim buralarda ise tıpkı Keriz Fenerinden olduğu gibi terfi ettirilir; daha dokunulmaz mevkilere getirilir; hatta başkalarını denetleme ve ceza kesme yetkisi bile verilir). Cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti. Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: “Şao-Çenk bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur ? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı…”
Konfüçyüş “Yaptığımın nedenlerini size anlatayım” dedi ve anlattı: Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:
1.Birincisi, uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözü peklik…
2.İkincisi, aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık…
3.Üçüncüsü, çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık…
4.Dördüncüsü, herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek….
5.Beşincisi, hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek…
Şao-Çeng’te bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim…”
Yine Barbara hanımın öğretilerine yer kalmadı. Bu kısa öykü bugüne baktığımda Sincan’dan Gezi Parkı’na seslenişlerin köpüren öfkesine, yandaşların dur diyemeyişine, Yedi ölümcül günahla yoğrulmuş ruhlara, cami ve içki içme yalanı uyduracak kadar toplumun gelişmiş gençlerine dil uzatarak kışkırtmaktan geri durmayan gözü dönmüşlüğe, gözünü kapatarak sadece kendine gündüzü gece yapma çaresizliklerinde çırpınışlarına ve tüm bunlarla kirlenen aklımı açık Cehennem Kapılarının yakıcılığından koruma gayretlerimin cılızlığına takılıyorum; yoruluyorum ve “Allah’ım aklıma mukayyet ol” demekten başka bir arayışım olmuyor.
Şimdi ister Barbara’nın “Kötüden daha İyiye” yaklaşımı olsun isterse Cehennem Kapılarını açmak yerine Cennet Kapılarını açabilmek için anlam taşısın yazımın girişindeki öyküyü tamamlayayım ve bu yazı da bu arada bugünlük kapanmış olsun:
“… Bir samuray, Zen üstadı Hakui’nin karşısına dikilip şu soruyu sordu: “Gerçekten de cennet ve cehennem var mıdır ?“. Üstad, “Kimsiniz ?” diye soruya soruyla karşılık verdi. “Bir samurayım“. “Sen mi ?” diye dudak büktü Hakuin, “Kendine baksana bir. Hangi efendi senden doğru dürüst hizmet umabilir ? Daha ziyade dilenciyi andırıyorsun”. Sinirden kıpkırmızı kesilen samuray kılıncını çekti. Hakuin susmak bilmiyordu: “Vay, kılıncı da varmış ! Ama o kadar beceriksize benziyorsun ki nasıl olsa kafamı kesemezsin !”. Kanı beynine sıçrayan samuray kılıncını kaldırdı. Ustaya vurmaya hazırdı. O anda Hakuin sakince “İşte cehennemin kapıları böyle açılır” dedi. Üstadın serinkanlı tavrına şaşıran samuray kılıcını kınına soktu ve saygıyla eğildi. Üstad sözünü şöyle bitirdi: “Cennetin kapıları da böyle açılır”…”
Biraz sabır, hoşgörü ve önemseme lütfen. Çözüm hemen gözümüzün önünde. Onun eline de Kuzey Afrika’da soluklanırken, olayın şok etkisi sevmesem de Yıldıray’ın kardeşi tarafından alınmışken böyle bir Cennet Kapısı açma fırsatı eline geçmişti. İki gün süren sessizlik sürecinde umutlanmıştım. İlk sözleri de beklentimi pekiştiriyordu. Ancak ne olduysa oldu, öfke ve kibir baskın çıktı; kötü liderliği yeğledi. Hele hele dün artık inişe geçmiş olan, günlük yaşama dönme eğilimli Gezi Parkı olayları yatışıyor gibiyken aklına esti, yenilgi gibi düşündü ve kendine yediremeyip taarruza geçti. İyi olmadı. Yakışmadı. Üstelik “usta oldum” dediği bir dönemde ki 2014 seçimleri için bu tür ülkesel bir kavgaya gereksinimi yoktu bence. Akıllı adam işi olamaz bu. Yandı gülüm keten helva… Allah akıl fikir versin; Allah encamımızı hayreylesin; dünyanın gözü üstümüzde iken ve yakında akla karanın bile ayırdına varmada güçlük çekeceğimiz dumanlı bir hava oluşurken, Taksim varoşlarla birleşirken Allah yolumuzu aydınlık etsin.
Öykücü