Yaşam Büfesinde “Dostlar”

“…Genç adımın biri dermiş ki babasına her gün “Benim de dostlarım var sendeki dostlar gibi”. Baba itiraz eder “Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir belki iki, fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki...” Devam eder durur konuşma. Aralarında başlar bir tartışma. Karar verirler bir sınava, dostun hakikisini anlamaya…”

 

Merhaba

Bugün İzmir’de pazar. Hoş dün Çeşme’de yatılı kalsaydık orada da bugün pazar olacaktı. Dün Alaçatı pazarı sanki, kışı aşmış gibi neşeliydi. Ildırı balıkçısı gülümsüyordu. Hemen yanı başındaki Mardin’li pişiricinin kızı evlenmiş Finlandiya’ya gelin gitmişti. Hava kararmak üzereydi. Balıklıova’ya, Garip’e uzanmak zor geldi. Ildırı’da kalıverdik. İyi de yapmışız. Yorulmuşuz. Cumartesi sabahı camın mat yüzü üste gelmiş, ters olmuş, silikonsuz lavabo tehlikeli “gelir misin ?” dedik Sezen’e, ikiletmedi hemen geldi. Güvenlikten kolay geçince bana “siz de güvenlik zafiyeti var” diye söze başladıysa da sohbet biraz ilerleyince “beni artık tanıdıklarını söylediler” diye de açıklama yaparak neden kolay girdiğine değiniverdi.

Bay Sezen iki günde sanki ailemizin bireyi oldu. Bizi hiç üzmedi. Baştan istediği ücret makuldü, mantıklıydı. İtirazımız olmadı. Seramikler için Bay Mehmet’i de bulup getirdi. Hem kaliteli iş yaptılar, hem zamanında yapıp aksatmadılar ve hem de kimi ekstra işler çıkardığımızda “bu bizim işimiz değil” demediler. Lafı bırak yüzlerindeki tebessüm bile eksilmedi. Hatta Enzo’nun takımını monte ederken hem bilmediği konuyu öğrenmenin hevesini yansıttı Sezen ve hem de öğrenme sürecinde benim kimi yol göstericiliğime de karşı çıkmadan sakin ve sabırlı kabulünü hissettirdi. Gerçek bir memnun müşteriydim.

İşte tam o süreci yaşarken İstanbul’dan 4446333 no.lu telefondan Bosch müşteri hizmetleri servisi aradı. İki hafta önce ankastre buzdolabı almıştık. Ancak hem servis yetkilisinin hatalı yönlendirmesi (yerinden çıkan Elektrolux yandan  bağlantılıyken onların Bosch’u üstten bağlantılıymış; nereden uydurduysa; halbuki dökümalardaki kroki öyle olmadığını net gösteriyormuş) nedeniyle gelen dört ustayı da bilgisizlik, deneyim yetersizliği gerekçesiyle adeta kovalamış, kapak bağlantılarını yaptırmamıştık. Yeni dolabımız sözde ankastre olmuştu. İçimize sinmeyen, ve Bosch’tan da bize yönlendirici bir destek gelmeyince ruhen sıkıntı yaşadığımız, mutsuz olduğumuz bu süreçte müşteri memnuniyeti anketi yapmak ne kadar doğru bir zamanlamaydı tartışılabilir. Hem de iki kere ısrarlı telefonlarla. İlkinde Nezuş’tan fırçayı yiyen anketör kızımız konuyu bir üst yetkiliye aktarmış olmalı ki bir defa daha arandık. Bu kez bana düştü görüşme. Standart, sırada, rutin bir memnuniyet anketi yapmak isterken yaşadığımız ve Bosch’a yakışmayan sıkıntılı süreci dillendirdim. Baktım ki sesinin rengi değişiyor. Neredeyse Altaylı-Kırca gibi olucaz, biraz dinlemede kalmayı yeğledim. O kaybolan anahtarı ışığın altında arama kolaycılığında ve bana “servis zamanında geldi mi ? Size kullanmayı öğretti mi ?“. Bu sorular formlarda yer alan ama benim kişiselleşmiş olan sıkıntıma değinmeyen sorulardı. Bunlar benim memnuniyetsizliğimi yansıtmazdı. Bu soruların yanıtlarıyla Kaizenvari iyileştirme adımları atamazlardı. İsterlerse, hazırlarsa ben onlara “Dost Müşteri “kazanma adına fırsat sunacaktım. Müşterilerin benim gibi bir sıkıntı yaşamaması için yapmaya zorunlu olmadıkları ancak yardımcı olarak, yol göstererek, adres vererek, yandaş kazandırarak müşteriye yakın olma şansını verecektim. Ben onları anahtarı kaybolan yerde aramak için yol gösterici olacaktım. Baktım ki onların standart yoldan ayrılma, konuya özelleşme gibi bir niyetleri yok, o halde “sepeti koluna herkes kendi yoluna” dedim. Hoş bizim dolap hâlâ iki aşamalı açılıyor ve yarım ankastre görünüyorsa da varsın şimdilik böyle kalsın. İşte bu ortamın içinde Sezen bizim için bir şanstı; bu kez şanslıydık. Bizi hem zaman açısından hem de işin kalitesi ve kantitesi açısından hiç üzmedi; biz de onu sevindirdik.

Nezuş’un (haklı) geliştirme gayretleriyle çevremde bitmeyen bakım-onarım işlerinin bir yenisi bu kez Albatros’larda hep yapılan banyo iyileştirme ve yaşlılık sürecinde kullanımı daha bir kolaylaştırma girişimiydi. Bunlarla meşgul olup yorulurken son üç günümüzü sevgili Mehmet Ali Birand (MAB)‘ın ölümü sarmalayıverdi.

Dün gazeteme şöyle bir baktım. Köşe yazılarını sanırım ruhumda kendiliğinden oluşan bir filtre ile taramaya başladım. Hangi yazıları, yazarları neden sevip sevmediğimiz irdelemeye başladım. Nedense bu kez her birini olduğu gibi kabullenmedi ruhum. Ben gazetemi Çarşamba ve Cumartesi mutlaka Bay Ege için alırım. Onun kısa, net, mesaj yüklü ve farklı bölümleri bütünleştiren yazılarını hep okurum; kimi zaman iki kere okurum; keserim, defterime yapıştırıp saklarım. Bazen de sunumlarımda kullanırım. Pazartesi günü geç yürüyüş sonrası kalmadığı için gazetemi alamamışsam pek üzülmem, gidip başka bayilerden almaya kalkmam. Çünkü o gün Bay Yılmaz’ın köşe yazısı yoktur; okumasam da olur diye düşünürüm. Bay Ahmet’in köşesine üstünkörü bakarım; ancak yine de son günlerde kimi mesajlar bulurum diye eskisine oranla biraz daha özenli göz atarım. Bay Doğan’ın yazıları fazla edebi gelir sonuna kadar götüremem. Bay Fatih’in köşesine bazen bakarım bazen atlarım. Bay Yalçın’ın okurdan gelen konuları yansıtan yazıları bazen ilgimi çeker; bakmaya çalışırım. Dün ve bugün MAB için bu “Bay”ların hepsine özel olarak baktım. Yazılarını kesip defterime yapıştırdım.

Bay Ahmet’in inanç ve sevgi dolu MAB özelliklerini yansıtan yazısını çok sevdim. Bugün Bay Deniz’in Ege ekindeki yazısında da değindiği Bay Ahmet’in MAB niteliklerine bir kez daha baktım ve sevmekte haklı olduğumu anladım. Bay Fatih’in yazısının son sözü olan “her yerden bakabilme sanatının alaycısı” tanımını çok sevdim. Bu yaklaşımı 360 derece geribildirim ve “Çerçeve Çalışmaları” kapsamında “geribildirim verme ve alma hak ve zorunluğu” yaklaşımımıza denk düştüğü için bir başka sevdim. Bay Yalçın’ın MAB’ın ölümü üzerine Almanya’dan bir tıp profesörünün “ölümün nedeni” konusuna dikkat çeken yazısı eksilmeyen hüznümü körüklediği için “belki bir gün belli mi olur !” düşüncesiyle aldım defterime yapıştırdım. Bay Doğan’ın MAB’ın gözlerinden, sözlerinden, süslerinden (saat ve kravat gibi) hepimize yansıyan, bulaşan “hoşgörü ve yaşama sevinci”ne değinmesi nedeniyle yazısını kesip defterime yapıştırdım.

Bay Yılmaz’a gelince… Tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Bu nedenle yazımın başlığını “Yaşam Büfesinde Dostlar” koydum. “Dost Bildiklerim” de koyabilirdim. Kişiselleştirmek istemedim. Ben Yılmaz’ın yazılarının çoğunu severim, Yılmaz’ı da severim (severdim). Yılmaz’ın bazı yazılarını anlamakta, içine gizlenmiş mesajı bulmakta, sözlerin ötesindeki dokundurmayı kabullenmekte zorlanırım; ama yine de severim (severdim). Bu kez, dün yazdığı yazıyı sevmedim; Yılmaz’ı bu kez bu sevmeyişimle anlamaya çalıştım.

Bay Yılmaz’ın yazısını neden sevmedim ?

Bence;

Yazıda inanç yoktu. Zorla yazılmıştı. Yazının odağı MAB değildi. Yazı sevgisizdi. Yazı dostluktan yoksundu. Yazının başı ve sonu Üniversiteye gelerek meslekleri tanıtan kişilere (dolaylı olarak da bunu yapmış olan rahmetli MAB) dönüktü; amacı buydu. Bu yazının içine MAB laf olsun diye konmuştu. Bay Yılmaz kendini anlatıyordu. “Çıkabilir miyim ?” demişmiş de matah bir şey yapmış olmanın gururuyle (işte kendisiyle bu övünmeyi bugün bu yazıda öne çekmesini anlamakta zorluk çekiyorum) bu yazıyı da MAB a değil kendine adıyordu. “Sen neymişsin be abi ?” demek geçiyor içimden ve bay Yılmaz’a bu yazıyı, bugün, bu amaçla yakıştıramıyorum… Aralarındaki kırgınlık ne olursa olsun, eleştirdiği “timsah gözyaşları” ifadesine yer vermesi bile bu kırgınlığa karşı ölümün bile törpüleyemediği sivrilikleri yansıtıyordu. Keşke o da dostu, arkadaşı, kankası ve sanırım benzer kırgınlığa sahip olan Bay Uğur gibi iki satırla geçiştirmiş olsaydı da bunları yazmamış olsaydı. . Ruhum böyle şartlanınca bundan böyle Bay Yılmaz’a bakışım, yazılarını algılayışım eski mutlak kabulümle olmayacak; daha eleştirel olacak ve bu da beni okuma rahatsızlığına itecek ve bir süre sonra “gönüllü rahatsızlık” tan sakınmam gerekecek.  Hatta daha şimdiden öyle olmaya başladı ve bu köşe yazarlarının köşelerine seçip yerleştirdikleri fotoğraflarına bakıp karşılaştırma yaptım.

Bay Ahmet, Bay Yalçın, Bay Fatih, Bay Doğan dördü de fotoğraflarda doğruca bana bakıyorlar. Yüzleri bana dönük. Gülümsüyorlar tıpkı MAB gibi. Ya Bay Yılmaz… Bana yan dönmüş, bana bakmıyor. Yüzündekine gülümseme demek de içimden gelmiyor. Niye bana bakmıyor, niye yüzü bana dönük değil, neden net bir gülümseme yok ? Belki ki hâla ruhunda kavgalar var; köşeleri hâla sert. Demek ki o rahmetli MAB gibi barışın adamı değil, yazılarında düne kadar sevegeldiğim kavganın adamı. Dün ki yazı da kavgayı yansıtıyor. Bana MAB adına herhangi bir güzellikten çok, MAB vesilesiyle üniversitedeki yapılagelenle kendisinin yapmadığının kıyaslamasında bana kavgasını anlatıyor. Sevmedim. Sevemedim. Yakıştıramadım. Kızgınım. Şimdi yazımın başındaki öyküyü tamamlayıp yazımı sonlandırayım:

…Genç adımın biri dermiş ki babasına her gün: Benim de dostlarım var sendeki dostlar gibi”.

Baba itiraz eder : “Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir, belki iki, fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki...”

Devam eder durur konuşma. Aralarında başlar bir tartışma.

Karar verirler bir sınava, dostun hakikisini anlamaya.

Bir akşam bir koyun keserler ve koyarlar çuvala.

Baba der ki oğluna : “Hadi al bu çuvalı şimdi götür dostuna.

Çuvaldan kanlar damlamakta, sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala dıştan böyle sanılmakta.

Delikanlı sırtlar çuvalı, gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı. O dost bakar ki bir çuvala hem de kanlı, kapar hızla kapıyı delikanlının suratına, almaz içeri arkadaşını.

Böylece tek tek dolaşır delikanlı kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır evlat geriye döner.

Ama içten yıkılır… Babasına dönerek; “Haklıymışsın baba !” der. “Dost yokmuş bu dünyada ne sana ne de bana.”

Baba “Hayır evlat” der, “Benim bir dostum var bildiğim. hadi çuvalı al da bir kere de git ona.”

Genç adam çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlar. Gider, baba dostuna, kabul görür sevinir.

O dost delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte, çuvaldaki koyunu gömerler adam diye, üzerine de serpiştirirler toprak. Belli olmasın diye dikerler sarımsak.

Genç adam gelir babasına: “Baba işte dost buymuş diye konuşunca” babası “Daha erken o belli olmaz daha. Sen yarın git ona çıkar bir kavga. Atacaksın iki tokat hiç çekinmeden ona, işte o zaman anlaşılacak dostun hakikisi. Sonra gel olanları anlat bana.

Genç adam aynen yapar babasının dediğini, maksadı anlamaktır dostun hakikisini.

Babasının dostuna istemeden basar iki tokat. Der ki tokatı yiyen dost: “Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokata

Bilgelik Hikayeleri “isimli kitabında sayın Cevdet Kılıç bu öyküden sonra “dost matematiksel olmalı” diyerek açıklamasını şöyle sürüdürür: ”

Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile seni sevmeli…

Sarılacak biri olmadığın zamanlarda bile sana sarılmalı…

Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile sana dayanmalı…

“Dost” dediğin bütün dünya seni üzdüğünde sana moral vermeli,

Güzel haberler aldığında seninle raks etmeli,

Ve ağladığında seninle ağlamalı..

Ama hepsinden daha çok; “Dost” matematiksel olmalı;

Sevinci çarpmalı…

Üzüntüyü bölmeli…

Geçmişi çıkarmalı…

Yarını toplamalı…

Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı…

Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı…

İşi bitince seni bir kenara atmamalı… Vesselam.

İşte bu nedenle son bir kaç günde Bay Sezen’in yaptıklarından başka ne Bosch’un telefonunda ne de Bay Yılmaz’ın satırlarında ben bu anlamda bir dostluk görmedim. Belki de bu yazımı okuyanlar “göremezsin; çünkü bu beklenti rasyonel değil, akılcı değil.” diyeceklerdir ki işte o zaman “laf ola beri gele, yok aslında birbirinden farkı” çerçevesinde anketlerden vaz geçin ey “güven” den söz eden Almanyalılar; ya da bana kavganın çekiciliğinde hoşgörüden yoksunluğu yansıtan “geçmişteki kırgınlıklardan vaz geçememen ” in sevgisiz izlerinden sakının usta kalemler (!). Yakışmıyor.

Umarım yetmişe doğru giderken MAB gibi,  Ahmetvari, Doğanvari bakışlarla daha fazla gülebilme şansımı hep aydınlık yollarda, sağlık ve esenlikler içinde sürdürürüm. Bu da bana MAB dan yadigar olsun. Yapabilene ne mutlu…

Kalın sağlıcakla.

Öykücü

 

NOT: Bir gün sonra bugün (21.01.2013) blogumu yeniden açtım. Kimi eklemeleri faydalı buldum. Bunların bir kısmı sevgili Alev’in “Horoz ve Tilki” öyküsünden, bir kısmını Sevgili Mesut’un  verdiği yanıttan (biraz bana yakın biraz bana karşı ama her şeyden önce Bay Yılmaz konusunda samimi) ve birazcık da bugün Prof.Dr.O.Müftüoğlu’nun köşesinde yer alan Prof. Randy Pausch’a değinmesinden aklıma düştü ve ekledim. Biz hem “Gerçek özrün 3 Aşaması“nı ondan öğrenmiş ve hem de  rahmetli Pausch’u “Son Ders” isimli vidoesundan izlediğimizde gözyaşlarımızı uzun süre tutamamış ve ölümün yanı başında böyle durabilmeyi ve son anda bile mesaj verebilmeye gıptayla imrenmiştik. Genç yaşta (sanırım 42) böyle güçlü olarak ölümü karşılayan Bay Pausch ve huysuzluk, inatçılık, geçimsizlik lideri olsa da yine pankreas kanseri kurbanı rahmetli Bay S.Jobbs’un yine aynı davranışı gösterebilmesi, Stanford Üniversitesindeki mezuniyet töreninde yaşamından verdiği kesitlerle “aç kal budala kal” diyebilmesi ve “geleceğe uzanan noktaları geçmişe bakmadan birleştiremezsin” demesi birkaç yıldır  gündemimden, öğrenme ve ustalık yolculuklarımdan hiç düşmüyor. Meraklısına bir kez daha linklerini vereyim istedim. Maksat kolaylaştırmak. Neyi mi ? Yaşarken hazır olmayı, güçlü olmayı; güç bulmayı ve güç vermeyi… Asıl önemlisi savgili MAB ın dediği gibi “torunundan ötede de hatırlanabilmeyi” 

 http://www.youtube.com/watch?v=SVLoUWH0cmo

http://www.youtube.com/watch?v=5qRRKEcHfnM