Yaşam Büfesinde “Gerçek ve Görünüm”

“… Aristo bir gün Atina’da bir meclise uğramış. Yaşlıların oturduğu masadan Aristo’ya seslenilmiş. “Ey Aristo gel de masamızı şereflendir!” Aristo yaşlıların masasını selamlamış, ama bu masaya oturmaya pek de hevesli değilmiş. Zira yaşlıların bütün sohbetleri; geçmişte yaşadıkları, hastalıklar ve ölüm üzerineymiş. Bir köşede yer alan Atinalı balıkçıların davetini de nazik bir şekilde redetmiş. Zira onların da konuşmaları, deniz maceralarından öteye geçmiyormuş. Bunun üzerine köşede yalnız başına oturan yakışıklı, şık giyimli bir delikanlının yanına doğru yönelmiş. Çünkü; “gençlik bulaşıcı bir şeydir, diğer insanlara da gençlik ve güzellik bulaştırır” diye düşünüyormuş…”

Merhaba

Bugün kendime soruyorum “ruhum nasıl; dingin mi; yorgun mu ?” ve doğru yanıtı bulmakta zorlanıyorum. Dün özel bir gündü. COPCULARdan C3 ün birgün gecikmeli yaş günüydü ve kırkaltı biterken akıl ve yüreklerimiz yine bir araya gelmişti. Kemalpaşa’dan dönüşümüz gece yarısını geçmişti. Bu sabah yürüyüşümüz sıcağa kalmıştı. Yine de herşey beklentilerimin ötesinde güzeldi. Haftasonucular kıyıları tutmuştu. Yürüyüş sonrasında çayın demlenmesini beklerken Fethinin yanında denize girmek C2 için keyifliydi. Benim elimde ise yaklaşık yirmi yıl önce aldığım bir kitap vardı. Kendimi kitaba kaptırmıştım. Halbuki birkaç sene önce bu kitabı yine elime aldığımda okumayı sürdürememiştim.

Neden son birkaç gündür bu kitap daha bir anlamlı geliyordu bana ?

Bir hafta önceydi, Dr.Sinem hanımla (C12) çatıda doktorların hastalarına yaklaşım yöntemlerini konu alan ve iyileştirme sürecinde hasta ve yakını ilişkilerine kimi zaman sert önlemler uygulayan uzun soluklu oyunumuzu oynarken senaryo geçişlerindeki sessizlik sürecinde hep bu kitap elimdeydi. Ara sıra kitaptan birkaç satırı yüksek sesle okusam da Dr.Sinem hanımın bunu anlayabildiğini sanmıyorum. Bu kitabı bir zamanlar (1995 olabilir) TÜBİTAK’tan bir set kitap alırken alıp rafıma koymuşum.Tıpkı çocukluğumdaki (1950li yılların ortaları) “Hissi Seyahat” kitabından birşey anlamadan defalarca okumaya çalışmam gibi; elime her alışımda birkaç sayfayı aşamamışım. Bu kez öyle olmadı. Kitap beni sardı. Her satırını özümsyerek okumaya çalışıyorum ve bu azmin nedenini de pek anlamış değilim. Neyi kişiselleştirip nel üretmek istiyorum acep !

Kitabın yazarı bir İngiliz matematik profesörü. Odağında “savunma” ve “matematikte estetik” arayışı var. Kitabın adı : “Bir Matematikçinin Savunması” ve yazarı da Prof.G.H.Hardy (1877/1947). Basım tarihi 1940 (http://www.goodreads.com/author/show/313252.G_H_Hardy)

Kitabın üçüncü bölümünden (S49) bir alıntı yaparak yine dün gecenin izleriyle bugüne döneceğim:

“… Varlığının ve yaptıklarının gerekçesini açıklamaya karar veren bir insanın şu iki soruyu ayırdederek düşünmesi gereklidir. Birincisi, yapmakta olduğu işi yapmaya değer olup olmadığı, ikincisi de değeri ne olursa olsun onu neden yapmakta olduğudur. Birinci soru çoğu durumda oldukça zordur; yanıtı da çok umut kırıcıdır. Buna rağmen ikinci soru çoğumuza kolay gelecektir. Bu soru eğer dürüstçe yanıtlanırsa, yanıtlar iki şekilde olacaktır. İkincisi birincisinin daha alçak gönüllü bir şeklidir, bu nedenler üstünde durulması gereken birinci yanıttır…”

 

Neden bu kitap elimden düşmez oldu hazla, hızla, hevesle, keyifle okurken ?

Sorusunun hâlâ dürüst bir yanıtını verdiğimi sanmıyorum. Çünkü itiraf etmeliyim kiben de bilmmiyorum. Şimdi bugün deniz kenarında kitabın sonundaki beyaz boşluklara yeşil renkli kalemle karaladığım kısa notları aynen buraya alıp kimilerini açıklamaya çalışacağım özellikle ruh halimi kendim için kendime açıklamaya çalışarak…

1.The day after (dünden fazla etkilenmişim. Ruhum iki uçta çırpındığı gelgitlerle incinmiş olmalı ki gecenin son sahnelerinde gördüklerime baktığımda önceki kapılışlarımın gereksizliğini anlıyorum. Hele bir de biraz sonrası için heyecanlarıma baktığımda, değmezmiş diyorsam da ruhum aklımla aynı yerde buluşmuyor. ).

2.Gerçek ve Görünüm (gözümün gördüklerine inanmamak ya da aksine gördüklerimi abartmakla avunmak istemişim bekleme sürecindeki ruh sıkıntılarımda, hani derim ya “nice turfa müneccim gökte yıldız ararken önündeki çukuru görmezmiş” ben de o misal aydınlık sanığım yolların alacakaranlıklarında duyarsız kalmışım gördüklerimin ürkütücü olası sonuçlarına… ve “hiçbir zaman geç değildir” deyip yola çıkmaya hazırlanıyorum. )

3.Predispoze akıllar (ben de dahil; şartlanmışlıklarımız; ön yargılarımız ve ne yaparsan yap yılların silemediği izlerle akıllardan yüreklere akan etkileşimler ki bu kez gelgitlerin durulması sanki biraz daha kısa sürede oldu. Bu da şükredilecek bir başka konu. Devamı için de; görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.)

4.Günün ilk anlarında Kordon Zirvesi (saatler 00.15 i gösterirken İzmir Kordon zirveyi yaşıyordu. Herkes daha bir canlıydı. Boş masa yoktu. Zabıtalar fazla masaları kaldırsalar da ertesi gün bir kat fazlası geliyordu. Bu çatışma sanki deniz kenarındaki balıklarla karıncalar arasındaki yaşamın çekişmesi gibi görünse de sembiyotik ortak yaşam oluşunun gizlenmesi oyunu gibiydi. Herneyse bu zirveye bakarken önümde bir araba ve… Mustafa Paşanın Venedik çıkartmasını çocuklarına öneren C5 in asıl kendisine gerekliymiş benzer uyarıyı yinelemek. Bu da yine bana nasip olacak gibi ve bugün “bir çıkartma daha yapmalıyım” diye bilinmezlerin burukluğunu yaşıyor ruhum bu satırları yazarken.)

5.Markalar ve ünleri (Hani meşhur bir marka vardır. Yıldızı üç köşelidir. Sınıfındaki yerinde sıkılmış olmalı ki o da filo işine girdi ve şimdilerde daha bir çoğaldı. Bunun rahatlığına sığınan “yorgun ruhların işlerin artan yükleriyle zaten azalmakta olan duyarlılıkları şimdilerde daha bir yok oldu” diye içimi kaplayan bir hüzünle onlarca senaryo geçiyor aklımdan yüreğime akan. Heykele geldiğimizde yola atılan sigara ve birkaç dakika sonra yeniden yakılan sigara ve yakından baktığımda arabada üç hanım… Aman Allahım ! İkisi çocuk ve hele biri daha birkaç aylık ve bu duyarsızlığa dayanamıyorum. İzlemekten vazgeçtim. Sağ, sol slalom C1 in ilerleyen yaşı ve C4 e zor gelen roketleme ile oralardan kaybolmak, yok olmak istedim. Fırladım otoyola. Ruhum kanadı. Gittim gittim; duruldum. Sağa çektim. Korkularımın arttığını hissettim. Korkularımla yüzleşmeye çalıştım. Kendime sordum “ne yapmaya çalışıyorum ?”. Otoyolun ikinci çıkışı öncesinde beklemeye koyuldum. Onları gördüm. Biraz olsun rahatladım ve bu sabahı zor ettim. Söylenmeyen korkularıma “Mora Metodu” ile çözüm üretmeye çalışan bizim akademik C4 müzün gayretlerinin yarısına sahip olmayan C5 e kızgınlıklarım bugün çok fazla ve “dualara sığınmak kaçmanın bir başka yolu olsa gerek” diye avunmaya çalışarak aklıma mukayyet olmaya çalışıyorum.)

6.Duaların gücü (belki de dünün gelgitlerinde en önemli olgu budur. Cuma hutbesinde de duanın gücü konu ediliyordu dün ama sanırım esas dualar C2 dendi. Böylece pekçok koşulun predispoze ettiği akıllarla “en iyisini umup en kötüsüne razı olma” aşamasında da olsa Kemalpaşa’daki beraberlik için beklentilerimiz “me and dozen /MİENDAZIN” ın düzinesini sağladı. Bu kez “teşekkürler” le biraz olsun rahatlıyorum.)

7.Spartaküs Sendromu (Yıllar önce Ulaş Bıçakçı’nın bir köşe yazısından alıp öğrenme yolculuklarıma kattığım bu öykünün ana mesajını “gölge etkisi” olarak da ele almak olanaklı. Son iki haftam Çeşme’de mükemmel geçti. Torunlarımdan üçü ile beraberliklerimiz keyifliydi. Fethinin yanından V-Kamp’a uzanan deniz sefalarımız dolu doluydu. Aralarında yaş ve cinsiyet farkı olmasına rağmen “I be” de denebilen “EBI” üçlüsünün çekişmelerine sessizce tanık olabilmek ve 6/12 yaş gelişmişlik farklarında ikiye karşı bir olmanın dezavantajına karşın  mücadele gücü kazanmanın bedeli (sağ gözün altı morarsa bile) ancak bu kadar güzel enstantanelere sahip olabilirdi. Ne var ki yorgunluklar ya da Marinada B.King’te kaybolma ya da çalınma korkularımla şekillenen predispoze aklımla veya gardımın düştüğü bir anda yükselen sesim bunca emeğe gölge düşürdü. Tıpkı yüzüncü kadına kadar aslan olan Spartaküs’ün son hamledeki başarısızlığı ile “i… Spartaküs” olması gibi yazık oldu Süleyman efendiye…Hem hak etmeye gitti bu yükselen ses ve hem de bana yakışmadı. Ne çare ki oldu bir kere ve ne denli pişman olursan ol, ağızdan çıkan söz geri gelmiyor, yaydan çıkan ok gibi. Bundan sonrası için rahmetli Prof.R.Pausch’un “gerçek özrün üç aşaması” uygulamalı bir “sevgi onarım süreci”ni gerçekleştirmem şart.  İşte tam bu noktada bir başka notuma takıldı gözüm)

8.Aile tutkalı (önceleri sevgi ve beraberinde saygıya öncelik vermiştim COPCULAŞMAK dediğim kavramın güçlenerek gelişmesindeki güzellikleri görüp de artan umutlarımla. Dün ve düne renk veren öncesindeki gecede anladım ki bunlardan daha önemli olanı “güven” duymak ve aynı anda “güven görebilmek“miş. Anladım ki “Musto Dede kavramı için güveni ağlamak, güveni artırmak ve güveni sürdürmek için biraz daha emeğe gereksinim varmış“. Yukarıda açıkladığım sıkıntı olmuşsa eğer “abicim vardır bu işin bir nedeni…” diyebilmek pek o kadar kolay değilmiş. Bir kere daha anladım ki “insan en büyük hatasını en iyi bildiği konuda yaparmış“. Otoda müziğin TRT FM den PowerTürk’e dönerse, ses şiddeti 7 den 20 ye çıkarsa; uykusuzluklarla sözleşmeli beraberlikte beş yıldız bire inerse, arka koltuktaki karmaşaya müdahil olman kulaklıktan duyulmaz ve yinelenen uyarıda sesin alışılmışın dışında setleşirse Musto Dede de bir Spartaküs Sendromu yaşar… “Ne var ki dün gecenin ilerleyen saatlerindedozen COPCUs” u bir kutlama ortamında bir arada görebilmek gelgitlerin doğruyu buldurmada yine de herkesten daha fazla şansa sahip olduğumuzu gösterdiği için şimdilik kendimi az da olsa bahtiyar hissediyorum. Binlerce şükür. Yine de bu noktaya gelirken yaşadığım ruh erozyonlarım için 2005 de Rio de Janerio’da Şeker Tepesinde yaptığım bir konuşmanın video karelerini de “parça film” olarak ekleyerek düne ait çekimlerime “kimin ipiyle kuyuya inersiniz ?” mesajıyla bugün montajlayamaya çalışacağım filme ).

9.Sarafinli torunlar (Kemalpaşa’da ikinci masada 2×12+6=30 yaş toplamlı torunların masasındaki kırmızı Sarafin kimbilir gelecekten hangi mesajları içeriyordu. İşlerin ve günün dayattığı kimi önlenemez çatışmalarda büyükler tepişmelerini sabırla zararsız atlatırlarsa küçükler için iyi ilişkileri geliştirerek sürdürmekte hiç bir zaman hiç bir sorun olmayacaktır. Yeter ki onları bizim zarar verici etkileşimlerimizin uzağında tutma becerisini ve isteğini gösterebilelim. İşte böylesi bir ortamda Sarafinin gözümüze soktuğu kimi mesajlarla iletişimimizi güçlendirip bir de üstüne kalıcı bir görsele sahip oluyoruz. Bu şansımı da bugün yapabilirsem film montajında özellikle vurgulayacağım.)

10.Amcaların özeni (C5 önemli bir iş toplantısı ve Kordon Zirveli iş yemeğinden dolayı gelemeyince EBI üçlüsünün küçük kızının mutluluğunu artırmak için iki amca da havuz sefasında ve futbol maçında en içten sevgilerini her zaman ki gibi, eksiksiz gösterdiler. Daha ne ister insan, bunca ayrıcalıklı güzelliklere sahipken. Büyük amcanın tenteli top atma oyununda heyecanla tenteyi kapatma muzipliği ya da muzurluğu çocukluğunun tipik bir yansımasıydı. Böylece 12lik delikanlılar arasındaki 6lık C11’in mücadele gücü gelişiyor ve kuşkusuz bu kazanımları bizim yaşlılık sürecinde direnci azalan karşıtlıklarımızda daha bir fazla d,kkat çekmiyor gibi görünüyor. Bu da Musto Dedenin görünümünde öne çıkınca “Gerçek ve Görünüm” yeterince net anlatılamıyor ya da anlaşılamıyor. Gerekli olan sadece “sabır”).

11.Yaklaşım ve Sabır (İlk anda görmezden gelme ve biraz sabırla “Ahmet beyler de buradaymış” benzeri bir görünüm bile canımı sıkmıyordu “dozen”ı gördükten sonra. Bu nedenle SSTC nin en kritik bölümü “approach/yaklaşım” dır ki müşteri ile karşı karşıya geldiğiniz o ilk onbeş saniyedir sizi başarıya eriştirmeyi belirleyen. Bunu da üç aşamalı yaparız biz ama burası şimdi SSTC anlatma yeri değil; zamanı hiç değil.).

12.RAW mı yoksa WAR mı ? (diye not düşmüşüm. İlki “cevher “anlamında “Hazır olmak/bilgi; Yetkin olmak /Beceri ve İstekli olmak/Tutum” la ilgili bir sıralamadır ki bunu “Şu GAT dünyada MASlaşmak için RAW mısınız ?” diye sorarım dört günlük öğrenme yolculuğuna çıktığımızın ilk dakikalarında… Şimdi burada bunu “WAR/Savaş” a çevirirken demek istediğim şu: “Hazır olmadan, yetkin olmadan hemen istekli olma hırsına girersen sen cevher olmaktan çıkar bir savaş çığırtkanına dönüşürsün. İstekli ol ama biraz sabır ve ön hazırlıkla yola çık yoksa predispoze olmuş akıl ve hatta yürekle değil…” Bu nedenle montaj filmimin fonuna Hande Yener’in “Yola devam” müziğini koyacağım).

13.Varlık içinde yokluğu…(Varlık ve yokluk… Sahip olduklarının değerini bilebilmek. Başta sağlık olmak üzere ve risklerin buna yükseldiği zaman ve mekanda bunlara özen göstermemek Allah’ın gücüne gider ve bunu nankörlük ya da en azında şımarıklık olarak değerlendirip cezalandırır. O halde… Diğer taraftan ne zaman “varlık ve yokluk” sözcükleri bir araya gelse aklıma hemen belki de kırk yıl önce Sevgili Ç.Altan’ın bir köşe yazısından aklıma kazınmış olan bir cümle düşer ve doğruluğundan olduğu kadar kaçınılmaz bedellerini düşünüp irkilirim. O der ki “varlık içinde yokluğu yok saymanın en kolay yolu uygulanamaz yasaklar koymaktır“… Gözümde şekillenen senaryo şöyle: Varoşların yamacında bir süpermarket. Ellerinde dolu torbalarla dışarı çıkanları izleyen yamaca oturmuş aç ve parasız insanlar. Kim, nasıl engelleyecek sosyal patlamayı ! Neden kırk yıl önceye gidip pencereden dışarı bakıyorum. Önce evin içine bakarsam stres, kilo, içki, yemek, sigara ve yarınlara yatırım yapıp kazanırken neler yitirdiğinin farkında olmayanlara baksam ya ! Yaşam bir büfe olsa bile bu kadar “hay huyla geçiştirilecek bir sorumsuzluk alanı değil ?” diyor yetmişe yaklaşan C1 in bugün aşırı yorgun yüreği. Korkuları artıyor ve dudaklarına yansıyan iki sözcük: ” Çok yazık”. Boğazım düğümlenirken varlık içinde olası yokluğun korkularıyla bunalıyorum ve önem ve öncelik konusunda odağımda değişiklikler oluşuyor. Altınköye gitmeliyim. Yazarken elim ayağıma dolanıyor; geç kalıverecekmişim, yetişemeyecekmişim gibi).

Yazımın girişindeki öyküyü sonuçlandırayım ve hemen Altınköy’e doğru yola çıkmalıyım; gerekirse yazıma görsel eklemeyi sonraya erteleyebilirim:

“… Aristo bir gün Atina’da bir meclise uğramış. Yaşlıların oturduğu masadan Aristo’ya seslenilmiş. “Ey Aristo gel de masamızı şereflendir!” Aristo yaşlıların masasını selamlamış, ama bu masaya oturmaya pek de hevesli değilmiş. Zira yaşlıların bütün sohbetleri; geçmişte yaşadıkları, hastalıklar ve ölüm üzerineymiş. Bir köşede yer alan Atinalı balıkçıların davetini de nazik bir şekilde redetmiş. Zira onların da konuşmaları, deniz maceralarından öteye geçmiyormuş. Bunun üzerine köşede yalnız başına oturan yakışıklı, şık giyimli bir delikanlının yanına doğru yönelmiş. Çünkü; “gençlik bulaşıcı bir şeydir, diğer insanlara da gençlik ve güzellik bulaştırır” diye düşünüyormuş. Aristo ilk önce gencin okumaya olan yatkınlığını anlamaya çalışmış; ona kitaplardan bahsetmiş.”Dostum Eflatun’un “İdeler Alemi” fikri hakkında ne düşünüyorsun ? Terentus’un “Hadım ve Çömlek” oyunlarını okudun mu ?” Fakat Aristo hangi eserden bahsediyorsa bahsetsin genç boş boş bakıyormuş. Daha sonra Aristo, hayat, ölüm, ihtiyarlık, dostluk, iyilik ve kötülüğün anlamı üzerinde genci yoklamış ama hiçbir yanıt alamamış. Üstelik düşünülmesi gereken yerde gülerek kafa sallıyor, gülünmesi gereken yerde de düşünüp duruyormuş. Sonunda iyiden iyiye canı sıkılan Aristo, kibarca delikanlının yanından ayrılmış ve dışarıya doğru giderken kendi kendine şöyle diyormuş “Yazık, çok güzel bir ev ama ne yazık ki içinde hiç eşya yok, bomboş“.

Dün ve dünü şekillendiren arife günlerinde ve hatta biraz sonra Altınköy’de açılacak yeni bir sayfanın “etki ve tepki“lerinde “özgürlük alanı” kavramı veseçimlerimizle nice verimli, yararlı yeni yolculuklara çıkacağımızın umutlu heyecanlarıyla yazımı noktalarken değişme, gelişme ve dönüşme yolcuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesini diliyor ve “sevgi bakım ister” sözlerine yürekten inanarak Çeşme’nin güzel bir Cumartesi gününden sevgiler sunuyorum.

Öykücü Musto Dede