“… Asırlar önce ateş yakmasını öğrenen bir adam, uzak bir adanın, ateşin bilinmediği uzak köşelerini ziyaret etmiş. Ateşin nasıl yakıldığını ve ondan nasıl istifade edildiğini araştırmış. Birinci bölgede ateş sadece rahiplerin bildiği bir sır olmuş. Onlar zenginlik içinde ve gayet iyi bir durumda yaşarlarken halk soğuktan titriyormuş. İkinci bölgede insanlar ateşe ve ateşten yararlanmaya yarayan aletlere tapıyorlarmış; ama kimse ateşten istifade etmeyi bilmiyormuş. Üçüncü bölgede halk ateşi onlara getirmiş olan kişinin totemine tapıyormuş… Büyük veya küçük ev ve tapınaklarda heykeli olmasına rağmen kimse ateşin ne olduğunu bilmiyormuş. Dördüncü bölgede ise ateşin hikayesi bir efsane haline gelmiş ve aşırı bir sevgiyle tekrarlanıyormuş; ama gerçekle hiçbir ilintisi yokmuş.. Günün birinde bir sufî üstadı, kendi müritlerine dünyayı tanıtarak daha fazla bilgi edinebilmeleri amacıyla onlarla uzun bir seyahate çıkmış…”
Merhaba
Bu öykünün devamında “eski köye yeni adet” getirmenin yolları ve bedelleriyle, “beyazların ülkesinde zenci dolaşılmaz” benzeri deyişlerin güncel anlamlarına değinmeye çalışacağım. Benim için Ekimin son hafta sonu sayılır. Haftaya Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle Eskişehir-Beypazarı hattında olacağız ve bu nedenle bu seslenişim Çeşme’den son Ekim yazısı olacak. Aydınlık ve sezonuna uygun sıcaklıkta bir gün. Kandil’den dolandık ve 49 terörist öldürdük diyen basın haberleri yüreğimin sızılarına ve aşamadığım çaresizliklere yetmiyor. Sabah yürüyüşündeki dualarım sanki daha bir puslu kalıyor. Önde gelen bir gazetenin (onun da adını pek anmak istemiyor canım) IK ekinin ikinci sayfasında Serdar Devrim’in “Antroprise” başlıklı yazısının giriş kısmındaki serzenişleri önceki yazımdaki sitemlerime benzettim. Fransız antropolog Pascal Picq’in kavramı olan “antroprise” sözcüğünde Darwinci evrimi şirketlere (ve son ulusal yasın nedeni olan beceriksizliklerde devlete) uyarlayarak “yaşanan krizler bir yol kazası değil, zaman evrim zamanı” demesi aklımı alıp bir yerlere bağlıyor. Diğer taraftan yine özel bir ek olan dünyanın altıncı önemli markası olan bir fast food zincirinin başarı öyküsünde de “markanın yarattığı sistem” sözlerine ve bunun altını dolduran üç temel değere (kalite, temizlik, servis) baktığımda her tür olanağı elinde tutanların neden “basiretli tüccar” olamadıklarını anlayamıyorum.
Prof.Telman‘ın bana bakıp da kulaklarımda çınlayan “… çalışma yöntemleri içinde kendilerine saçma gelen hiçbir şeye yer yoktur… Problemleri ele alışları genellikle hesaplı ve katıdır. Kendilerine özgü bir takım kural ve kaideleri uygulamayı yeğlerler… Eğitim ve deneyimde kazanılmış olan çözüm şekillerini kullanmayı tercih ederlerse de herhangi bir değişim karşısında da toleranslı davranır ve yeni şekli uygulamaya yönelirler…” sözlerinden sonra “Güvenilirlik” başlığı altında da şunları yazmış 02.02.2000 tarihli raporunda: “… Genellikle düşüncelerinde bir hesap ve davranışlarında akılcılık ve strateji söz konusudur. Bu nedenler sosyal açıdan başarılı olurlar. Öyle olmasalar bile başkaları tarafından insanları kullanan biri olarak görülebilirler…” Wooow ! Son sözler biraz sert geldi bana. “Mış gibi” görünse bile. İşte “algı”nın önemi burada. Tüm bunların yanında acaba “kişisel uyum” ları nasıldır diye test sonuçlarını irdeleyen Prof.Telman şunları yazmaktan da geri kalmamış bana beni anlatırken “…Ait oldukları kültürün incelik ve özelliklerine karşı sübjektif bir şüphecilik gösterirler…”
İşte bu son açıklamalar bu kez beni aldı yine çatıdan bir dosyada bulunan “Yeni Ufuklar” a götürdü. Şeffaf poşete koyduğum dört sayfalık özet notlarımı buldum. Üzerine boş bir sayfa koyup okunmasın diye zımbalamışım ve “26.05.1996-Çeşme. Hâlâ özel ve sakıncalı. Biraz daha sabret !” diye not düşmüşüm. O tarihten iki gün önce İstanbul’da CINOS’ un “NO….” sürecinin müdürler toplantısına katılmışım. Henüz üst düzey yönetimin ilk ilan edildiği şeklinden çıkabilme kulislerinin farkında olmadığımız en kritik süreç yaşanıyormuş. Global değişime koşut olarak CI../SA…. ikilisinden personel ve ürün portföyündeki ve bunların yansıması olan ciroda sayısal azlığına rağmen SA…. kanadının ağırlığı yeni yönetimlerde dikkat çekiyordu. Ülkemde de aynı olmuştu. Bir süre önce CI.. dan zorunlu olarak ayrılan lojistik müdürü SA…. da ülke müdürüydü ve NO….. da da aynı konuma konmuştu. SA…. kanadı bayram ederken adeta aly ediyordu. İşte o süreçte İstanbul’da toplanmıştık. Ben her zaman olduğu gibi durmadan konuşulanları not ediyordum. Toplantıya başkanlık eden CI.. nın CEO su aynen şöyle dedi “bağlayın şu adamın ellerini yazmasın; yoksa beş sene sonra çıkacak ve şöyle şöyle demiştiniz diyecek” . Adam haklıydı. Şimdi aradan 15 sene geçti ve işte bugün bunlara “”Antroprise” ile değiniyorum.
İstanbul’dan Çeşme’ye dönmüşüm ve elimde Bilim ve Teknik Dergisi’nin Mayıs 1996 sayısı var. İçindeki konulardan birisi de Dr.Drucker’ın “Yeni Gerçekler” isimli yazısı ve içeriğini o andaki duygu ve düşüncelerimle özdeşleştiriyorum ve diyorum ki “CINOS’un NO su da yeni gerçek“. İstanbul toplantısına 30.12.1987 tarihli bir istifa mektubunu da yanımda götürmüştüm. CINOS’un “NO” sunu oluşturan SA…. kanadının başında yer alan sevgili SE nin yukarıda verdiğim tarihte CI.. dan ayrılırken yazdığı istifa dilekçesinde sanki aradan geçen dokuz sene sonrasının ilk sinyalleri görülüyordu. Ne var ki Temmuz 1996 a geldiğimizde Çeşme bahçede bugün çimentocu olan TNR, ilk amirim ZZT, proje lideri MHT, teknik danışman THS ve eşi , baba Kutay ve eşi sevgili Prof.Kutay ile İsviçre’li dostumuz Dr.JR, Nezuş’un özgün bahçe şenliğinde şampanya kadehlerini kaldırırken tüm dengeler ogün değişivermişti. NO sürecine CI.. yine damgasını vurmuş ve kadro CI.. ağırlıklı kurulmuştu. Bu değişim, gelişim ve dönüşümler yüzelli yıllık deneyim ve bilgi birikimine sahip gerçek kurumsal kimliklerin birer evrim köşe taşlarıydı. Biz de birer piyonduk ve birgün geldi içimizden kimileri vezir oldular ve oyunun kurallarını yeniden yazdılar.
Şimdi rahmetli (!) Dr.Drucker’ın onbeş yıl önceki “Yeni Gerçekler” isimli yazısından biraz alıntı yapıp yazımın girişindeki öykünün devamıyla satırlarımı bitireyim:
“…En düz çevre görünümünde bile yolun önce bir doruğa doğru tırmanıp sonra da yeni bir vadiye doğru indiği geçitler bulunur. Bu geçitlerin çoğu, yalnızca topoğrafya ile ilgilidir; geçidin her iki yanında uzanan vadiler arasında, iklim, dil ve kültür yönünden pekaz farklılık vardır ya da hiç yoktur. Ama bazı geçitler farklıdır. Böyle geçitler gerçek sınır çizgileridir. Çoğu kez ne yüksektirler ne de gösterişli. Tarihte de bu tür sınır çizgileri görülür. Onlar da gösterişsiz olma eğilimdedirler ve kendi dönemlerinde fazlaca dikkat çektikleri pek görülmez. Ama bu sınır çizgileri bir kez aşıldı mı sosyal ve siyasi görünüm değişir. Sosyal ve siyasi iklim farklıdır; sosyal ve siyasi dil de. Yeni gerçekler oluşmuştur…”
Bugünüme bakıyorum ve hızlı büyüme gibi görünen ama aslında bir dönüşüm (switch) geçiren, grubun Adana-Bergama odakları yanında Meksika’dan Çin’e uzanan evrim yolculuğunda şu an pek fazla dikkat çekmeyen kimi adımların hangi yeni gerçeklerin doğum sancıları olduğunu bugün kimse kesin bilemez. Son üç yılımdan bir karma yapayım ve adını APBOGL diye bir kümede toplayayım; görebildiğim tümüyle benzer heves ve heyecanlar. Bunlara tanık olabilmek çok güzel. İnşallah bu maratonun hakkını verirler ve içinde 4×100 engelli ölçüm dönemeçleri de yerleştirip tutkularının bütçesini iyi yaparlar. Bence mümkün. Yeter ki nefes yetsin; destekler eksilmesin ve taş koyanlar ikna edilebilsin. Bunun da ilk koşulu otobüs yolcuları. Kimlerle yola çıkıyorsun ve otobüs koltuklarında nereye kimi oturtun ? İşte Jim Collins‘in dört metaforundan otobüsün verdiği mesaj da bu. “Ne”den önce “kim” önemli ki seni yarı yolda bırakmasın. Bunun için de kurumsal kalkanla, bireysel kalkan (personal shield)i uyumlu kılabilmek. Bu şansları var.
Şimdi gelelim yazımın girişindeki öykünün devamına:
“… Asırlar önce ateş yakmasını öğrenen bir adam, uzak bir adanın, ateşin bilinmediği uzak köşelerini ziyaret etmiş. Ateşin nasıl yakıldığını ve ondan nasıl istifade edildiğini araştırmış. Birinci bölgede ateş sadece rahiplerin bildiği bir sır olmuş. Onlar zenginlik içinde ve gayet iyi bir durumda yaşarlarken halk soğuktan titriyormuş. İkinci bölgede insanlar ateşe ve ateşten yararlanmaya yarayan aletlere tapıyorlarmış; ama kimse ateşten istifade etmeyi bilmiyormuş. Üçüncü bölgede halk ateşi onlara getirmiş olan kişinin totemine tapıyormuş… Büyük veya küçük ev ve tapınaklarda heykeli olmasına rağmen kimse ateşin ne olduğunu bilmiyormuş. Dördüncü bölgede ise ateşin hikayesi bir efsane haline gelmiş ve aşırı bir sevgiyle tekrarlanıyormuş; ama gerçekle hiçbir ilintisi yokmuş.. Günün birinde bir sufî üstadı, kendi müritlerine dünyayı tanıtarak daha fazla bilgi edinebilmeleri amacıyla onlarla uzun bir seyahate çıkmış.
Sonunda da bu uzak ve dünyadan habersiz adaya gelmişler. Öğrenciler birinci bölgeyi geçerken burada iğrenç duruma şiddetle karşı gelmişler. Onlardan bir tanesi şöyle demiş : “Siz yolunuza devam edin; ben halka nasıl ateş yakıldığını öğretmek için burada kalıyorum”. Öyle de yapmış ama meydanlarda konuşmaya başlar başlamaz, rahipler onu tutuklatmışlar ve kısa bir konuşmadan sonra korların üstüne oturtmuşlar. İ
kinci bölgeyi geçerken öğrenciler hayretler içinde kalmışlar; halk ateş yakacak aletlere sahipmiş ama onları kullanmasını bilmiyormuş… Öğrencilerden birisi şöyle demiş: “Siz yola bensiz devam edin; ben insanlara ateşin nasıl yakıldığını öğretmek için burada kalıyorum”. Öyle de yapmış. Ne var ki daha ilk ateşi yakar yakmaz halk korkmuş. Zira insanlar kutsal aletleri kullanmanın topluma faydadan çok zarar vereceğine inanıyorlarmış ve onu taşlayarak hemen öldürmüşler.
Üçüncü bölgede bir diğer öğrenci şöyle demiş: “Beni burada bırakın. Bu halka bir totemin hiçbir şekilde tanrı aşkına tekabül etmediğini öğreteceğim”. Öyle de yapmış. Ama o bölgenin insanları lisanlarını iyi konuşmadığı, dinlerini ve adetlerini yıkmaya teşebbüs ettiği, onları kötü yola düşürmeye çalıştığıdüşüncesiyle onu da öldürmüşler.
Dördüncü bölgede burada kalmayı teklif edip insanlara ateşi öğretmeye ve eski efsaneyi geçersiz kılmaya çalışacak olan mürit ülkenin rahipleriyle tartışmaya başlamış. Rahipler gencin kendilerini kandırmaya çalıştığını ve bu şekilde dini inançlarını yaymaya çalıştığını öne sürmüşler ve onu bir tımarhaneye kapatmışlar.
Dönüş yolunda üstad öğrencilerine şöyle demiş: “Bilmek öğretmekten daha kolaydır. Bilmeyen ve bilmeye karşı tamamen duyarsız olan kişi çok zor öğrenir; kendisine anlatılanları anlaması imkansızdır. Böyle bir kimse hiçbir şey bilmezken bildiğine inanır. Cahil böyledir; çünkü öğrenmek istemez. Bununla beraber kendi dar sınırlarının huzursuzluğu altındadır. Bunun için bilenlerden ve değerli olanlardan nefret eder…”
Çok şükür ki; böylesi dört bölgenin hiçbirinde yaşamadım. Her zaman öğrenmeye karşı olan hevese tanık oldum. Hele CINOS’un “S” nin ikinci evresinde (2005-….) yüksek performanslı ekipleri oluşturduktan sonra gerek kapasite ve gerekse yetkinliklerden tam olarak yaralanmak için “yaratıcı enerjiyi açığa çıkarma” amaçlı çerçeve çalışmalarının ikinci adımında yerlere yatarak kişisel kalkanlarını kurumsal geleceğe uyumlu kılma gayretlerini hayranlıkla yaşadım. Bugün çatıda bunlara ait video kayıtlarına baktığımda heves ve heyecanların yarattığı ortak yaşam alanındaki motivasyona bayılıyorum. İnşallah benzerleri bugünlerden sonrasında yerel dönüşümlerde de yaşanacak. Ben buna inanıyorum. Şanslarının daha çok olduğunu görüyorum.
Şimdi yan tarafa bir slayt ekliyorum. Bu görselin fonunda 1995 yazının bir hafta sonunda Enstitü önünde THN le buluştuğumda çekilen bir fotoğraf var. Yazılar biraz gizlese de gözlerimde başarının yarattığı bir muziplik gülümsemesi var. SMART‘ın çok çok büyük olan “A” sıyla çizdiğimiz bir hedefe ulaşırken yarattığımız ekstra yüklerin ağırlığını gizleme çabası var. İki yıl önce (1993) Adana’dan Ege’ye aktarılan deneyimle ve bu deneyimi yönetecek olan deneyimli liderle 150 kilo PL satıp dört büyük organize toplantı düzenleyip yüzelli kere tarladan kaçışımız varken, mesleğimizi inanarak yaparak, Tütün Otel’de karargah kurarak, organize olup belirsizlikleri riske çevirip riskleri yöneterek 3.5 ton hedef çizip 7 ton ve ertesi yıl da 7 ton hedef çizip 14 tona ulaşan PL u sadece “bütünleşik pull ve push strateji” öyküsü olarak sunmamızın temelinde SMART ve SSTC becerilerini yaşama aktarmak yatmaktadır. Her iki SMART arasındaki fark “ART” tadır. Yani işin sanatsal boyutunda. SSTC öğretilerimizde zamanın erozyonunu düşünerek yaklaşımımız daha serttir. SSTC nin “A” sı hırslı olmaktır: yine de hırs, ihtirasa dönüşmesin diye “R” de gerçeklik ayarı yapmalarını da isteriz. Ancak SSTC de beklemeye tahammülümüz yoktur. İkinci sefere katlanamayız ve “tak fişi bitir işi” deriz, “T” nin anlamına triger etkisi yüklerken, tetiği çekmelerini isterken… Performans yönetimine gelince SMART‘ın buradaki ART‘ında biraz daha yumuşaklık, soft yaklaşım görürsünüz. Artık “A” hırs olmaktan çıkmış ilk amir-çalışan beraberliğinde “erişilebilir hedefler” esas olmuştur. Buna da razıyız; yeter ki şike olmasın. “R” ise burada “ilişkili” anlamında performans ana kriterlerinin işin, görevin gerçek hedefleriyle ilişkili olmasının önemini yansıtmaktadır. Laf ola beri gele; dostlar alışverişte görsün misali performans yönetimine inançsız yaklaşmamaktır; kerhen yapmamaktır. İşi sadece planlama ile değerlendirme olarak yıl başı ve sonunda ele alıp geçiştirmemektir… Ve Geldik son harfteki değişikliğe. Artık “T” için de bir tolerans söz konusudur. Tamam triger etkisi olsun ve tetiği çeksin istiyoruz ama ilk amir, çalışanından bu değerlendirmeye esas olan eylem için, kriter için zamana bağlı iş planı istemektedir. “Ne zaman abicim ne zaman ?” diye sorar ilk amiri çalışana… İnşallah doğru ve akılcı olan zaman bağlamında bu kriter tartışılmaktadır.
Ateşin yakılmasında, üst sınırın oluşturulup belirlenmiş yönde potansiyeli serbest bırakarak sonuçlarla yönetmede, SMART’ın ART‘ında nice öğrenme yolculuklarının hep aydınlık yollarda geçmesi ve “yeni gerçekler”in tutkuyla oluşturulmasında yolunuz hep aydınlık olsun.
Öykücü