Yaşam Büfesinde “Nena, gurişi nek’ra ren !”

“… Binlerce yıl önce dünya üzerinde yürüyen herkesin bir tanrı olduğuna inanılırmış. Ancak insanoğlu bir sınırsız gücü istismar ettiğinden üstün tanrı hiç kimsenin bulamaması için bütün potansiyellerin kaynağı olan tanrıyı saklamaya karar vermiş. Ancak asıl sorun böyle bir gücün nereye saklanacağına doğru karar verebilmekmiş. Birinci danışman yer altının derinliklerine saklanmasını önermiş. Fakat üstün tanrı “Hayır, bir gün biri yeterince derini kazıp onu bulacaktır” demiş. İkinci danışman “Peki tanrıyı en derin okyanusun dibine saklasak” diye önerince Üstün tanrı “Hayır, bir gün biri yeterince derine dalıp onu bulur” demiş…”

Merhaba

Yazımın başlığındaki Lazca ifadeyi ve girişe aldığım Hint Mitolojisinden bir öyküyü yazımın devamında özümde buluşturacağım. Geçen hafta salı sabahı saat yedide Çeşme’de ev telefonum çalmazdan önce İzmir’e doğru yola çıkmaya hazırdık. Ablam bir gece önce karnının ağrıdığını söyleyince onu doktora götürmeye gidiyorduk. Telefonda eniştem ablamın rahatsızlandığını söyledi. Hemen yola çıktık ve Karşıyaka’ya geldiğimizde ablam vefat etmişti. Ölümü aniydi. Sürpriz miydi ? Hayır. Hazır mıydık ? Pek değil. Kaderi anneme benzedi. Annem bir günde kalp krizinden gidivermişti. Ablam ve ben by-passlıyız ve son on yılda daha bir dikkatliyiz. Ne var ki zarın birisi daha doğuştan şeş atılınca ikinci zarı yekte tutabilmek öyle pek kolay değildi. Allah rahmet eylesin ablam çok iyi birisiydi. Hep sessizlikle süslediği 74 yılın içinde hangi gelgitleri yaşadığını bir tek o bilebilir. Ancak hepimizin gördüğü kabulleniş ve sessizlikti onu karakterize eden. Bu yazıma arşivimden bulabildiğim birkaç fotoğraftan derlediğim bir tek slayt ekleyeceğim. O fotoğrafta dokuz yıl önce vefat eden Hanife ablamla geçen hafta aramızdan ayrılan Ziyneti ablamın fotoğrafları var. O ikiliyi bir araya getirdiğimde tarih 10 Şubat 2002 i gösteriyordu. Hanife ablanın uzunca süren ciddi bir rahatsızlık sonrası o tarihte acıları dinmişti. Aynı tarih Ziyneti ablamın hem doğum günü hem de evlenme günüydü. Hüzün ve sevinç içiçeydi. Hep öyle değil mi zaten ? Öyle olmasa daha zor olmaz mı bu dünya !

Yirmi yedi yıl önce babam uzunca bir süre rahatsızdı. Damar sertliği hareketlerini kısıtlamıştı. Yarı felçli gibiydi ve bir günde annem ölüverdi. Annemin de o günlerde kolu ağrıyordu. Pek doktor alışkanlığımız yoktu; doktorlar ailemize pek yakın değildi. Kol ağrısı aniden kalp krizine dönüşünce Nezuş hemen hastaneye yetiştirmişti. Öğle yemeği saatinde ziyaret ettiğimde iyiydi annem. Evimiz hastaneye yakındı. Eve yemeğe geldiğimde telefon çaldı ve annemin öldüğünü öğrendim. Halbuki hastanede sağlıklı bırakmıştım. Demek ki göründüğü gibi değilmiş. Bu kayıp bana ders oldu mu ? Hayır. Serde gençlik var ya ! Ölüm bir tarafa hastalığı bile kendine konduramıyorsun ya ; yaşın kırka merdiven dayasa da alışkanlıklarından kolay vaz geçemiyorsun. Bereket sigara yoktu yaşamımda. Annemin ölümünden on altı yıl sonra bir pazar sabahı yürüyüşümde bir sıkıntı hissettim. Artık ailemde iki doktor vardı. Oğlum Eray ve eşi Özgen. Hemen Atakalp’e gittik. Eforlu testte sorun belirlendi. Ertesi gün anjio ve dört damar tıkalıymış. Üç gün sonra by-pass. Aradan onbir yıl geçti. Birkaç kez daha anjio oldum kimi ağrıları hissedince ve şimdi biliyorum ki hâlâ iki damarım tıkalı. Yoğun ilaç tedavisiyle ve yapılması gerekenleri yapmaya çalışarak sürüyor hayat. Binlerce şükür. Hep söylüyorum insanlar iki şeye mecburlar:

1.Ölmeye mecburlar.

2.Ölünceye kadar yaşamaya mecburlar.

Ben de birincisinin bilinciyle ikincisinde yaşam konforumu koruyarak mecburiyetimi yerine getirmeye çalışıyorum. Son iki ayda Çeşme ağırlıklı ve hep özlediğim beraberliği her an yudum yudum hissederek yaşarken gündemime yine bir danışmanlık girdi. Bu kez beni daha çok mutlu edecek bir beraberlik. Hem beklentiler açısından ve hem de bekleyenler açısından daha güçlü bir güven duygusunun ağır bastığı bir karşılıklı kazanma durumu olacak gibi görünüyor. Yeter ki sağlığım elversin.

Yazımın başlığı bir Lazca deyiş. Güzel bir deyiş. Atlas Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında gözüme çarptı. Odaklanıverdim. Hani Mısır 2004 deki yıllık toplantımda slaytlarımdan birine yazdığım gibi “beyin neyi ararsa onu buluyor“. Bu yargının öylesine çok örnekleri var ki yaşamda. Ben de duyarlı olduğum bu süreçte bu deyişe takıldım. “Nena, gurişi nek’ra ren!” nin anlamı” Dil, yüreğin kapısıdır” demekmiş. Ne güzel söylemiş Lazlar o kıvrak, o hareketli oyunlarını oynarken Uzungöl’ün yemyeşil yamaçlarında. Yüreğimde hüzün varken, dilim şu anda “Sis dağının uçları da pırıl pırıl parlıyor” diyerek kendini Çeşme’den alıp Hıdırnebi üzerinden Zigana’ya kadar uzanıyor bu Eylülün çok güzel bir gününde.

Yüreğimin kapısı olan dil acaba ablam için neler söylüyor şimdi sessizce iç dünyamda ?

Sahip olduğumuz güzelliklerin kadrini, kıymetini bilmek için bizim acılar yaşamamız gerekmiyor. Ancak acılar da, kayıplar da yaşamın ayrılmaz bir parçası. Baktım 20 Eylül 2011 de Karşıyaka’da ablamın evinde bir koltuğu oturmuş kalmışım. Yapılacaklar var. Kerem ve Eray hemen yanımdaydılar. Genç profesör oğlumuza nasip oldu halasının defin işlerinde yapılması gerekenlerin hepsi. Kerem’in ise eli ellerimdeydi “aman Musto dedeye de birşey olmasın” için. Ümit Bursa’dan yel gibi geliverdi ve o artık COPCUs ‘un babası rolünde her yönden. Pınar’ın sesi ve gözyaşları Bursa’dan hep teselli gönderdi. Doktor kızımız Özgen’e nasip oldu ablamın evinde hem hizmet etmek hem de kur’an okumak. Zeynep onüçüncü COPCU için sağlığına özen göstermek zorundayken yine camide yanımızdaydı. Nezuş Hüsnü Hoca’yı hemen bulup getirdi. Namazı kıldırmak da ona nasip oldu. Yeni’ler, Demir’ler ve Varol’la dayanma gücümüzü arttırdı. Binlerce şükür. Her şey benim gözümde öylesine yolunda, hafif ve kuş gibi geçti ki ablam sağlığında da böyleydi. Bulunduğu ortamda varlığı yokluğu belli olmazdı. Onun hiç bir zaman sesi yükselmedi. Nice haksızlıklar karşısında hiç bir zaman direnip dikleşmedi. Yaşamla hiç inatlaşmadı. On dört yaşında mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek evlendi. Yanlış anlaşılmasın, görücü usulüyle evlenmedi. Eniştemi sevdi ve babam evlendirdi. Kısa süre sonra Soma’da baba evinde başlayan evlilik Gördes’e taşındı. Sonrası Alaşehir ve nihayet İzmir. Biz hiç tartışmadık. Ne tartışacak konumuz oldu ne de konuları tartışmaya değer bulduk. Hayatında bir kez dik durdu o da 1987 de babamın ölümünden sonra gündeme düşen bir haksızlığa karşı bizi korumak için. Bugün onun yokluğunda hep iyi anılarla doluyuz ve şimdi geride kalanın güçsüzlüğü içinde eski hesapları açmak niyetinde hiç değilim. Ben rahibeyi sırtımdan indireli çok oldu. O olayların içinde hiç ummadığım öylesi bir güzellik yaşadık ki her şeye değer. Allah ablamın mekanını cennet eylesin ve onun yüzü suyu hürmetine de bizi de hatalarımızdan günahlarımızdan dolayı bağışlasın. Bu vesileyle listeme giren ve hemen ön sıralara geçen “rabbe mağfirli vel valideyni, vel müdmini, yevme yekün ül hesap” duası da ancak bu kadar güç katabilir inacımın süzgecinden yararlı olanları damıtmaya çalışırken. Duada yazım hatası yapmış olabilirim. Bağışlana. Anlamının “Allahım hesap günü geldiğinde beni bağışla, ailemi bağışla, tüm inananları bağışla” olduğunu herkes kolayca biliyordur.

Ablamla ilgili duygularım da burada paylaşılsın istedim ve yazımın girişindeki öykünün devamıyla mesajımı verip bitireyim.

 “… Binlerce yıl önce dünya üzerinde yürüyen herkesin bir tanrı olduğuna inanılırmış. Ancak insanoğlu bir sınırsız gücü istismar ettiğinden üstün tanrı hiç kimsenin bulamaması için bütün potansiyellerin kaynağı olan tanrıyı saklamaya karar vermiş. Ancak asıl sorun böyle bir gücün nereye saklanacağına doğru karar verebilmekmiş. Birinci danışman yer altının derinliklerine saklanmasını önermiş. Fakat üstün tanrı “Hayır, bir gün biri yeterince derini kazıp onu bulacaktır” demiş. İkinci danışman “Peki tanrıyı en derin okyanusun dibine saklasak” diye önerince Üstün tanrı “Hayır, bir gün biri yeterince derine dalıp onu bulur” demiş. Üçüncü danışman söze karışmış “Neden en yüksek dağın tepesine koymuyoruz ?” Üstün tanrı hemen cevaplar :”Hayır bir gün birinin en yüksek tepeye ulaşıp onu bulacağına eminim“. Bir süre düşündükten sonra üstün tanrı çözüm bulur: “Bütün insanların bu güç kayanağını, potansiyelini ve amacını bu gezegendeki tüm erkeklerin, kadınların ve çocukların kalplerinin içine koyacağım, çünkü oraya bakmak hiç bir zaman akıllarına gelmeyecektir”…”

Onun için sürekli söylüyoruz “güç sende” veya rahmetli Esengül’ün şarkısında olduğu gibi “uzaklarda aramam çünkü sen içimdesin; taht kurmuşsun kalbime en ince yerimdesin…” Bu inançla ve Lazca deyişin gücüyle bu yazıyı kaleme aldım. Bu arada 6 Ekim 2006 da İstanbul’da “awaking yourself/kendinizi uyandırmak” konulu dört saatlik söyleşisine katılmaktan hep mutluluk duyduğum Bay Sharma’nın “sen ölünce kim ağlar ?” kitabı da elimde. Geçtiğimiz Pazar günü hava soğumuş da olsa deniz kenarında okuyup birşeyler karaladığım 155 nci sayfasındaki kısa konunun başlığını “gününüzü ömrünüz gibi görün” olunca iki yıl önce Milano caddelerinde Nezuş’u da fotoğraf karesine alarak çektiğim “carpe diem/günü yakala, günü yaşa” deyişine takılıyor bu kez aklım.

O halde; geçmiş geride kalmıştır, gelecekse bir hayaldir, gerçekten tek sahip olduğunuz bugündür. Yaşamınız giysi provası değildir. Kaçırılan fırsatların tekrar yakalandığı çok nadir görülür. Her günün önemi vardır ve her bir gün sonucun kalitesine katkıda bulunur. Gününüze iyi yatırım yapın.

Nice sağlıklı günleriniz hep aydınlık yollarda geçsin.

Öykücü