Yaşam Büfesinde “Evrimleşerek Öğrenme”

“…Akio Morita, 1945 yılında Sony’i kurduğunda hiçbir ürün fikri yoktu ve ilk çıkardıkları ürünler olan pilav pişirme makinası ve bir kaset kayıt makinası pazarda başarısız olmuştur. Bu şirketleri başarıya götüren, iş hayatındaki deneme-yanılma süreçlerini kalıcı bir öğrenmeye dönüştürmeleri olmuştur. Tepeden inme doğrular ve iş teorileriyle, ödünç başarılar elde etmemişlerdir. Doğru işlere, hatalardan geçerek, bedelini ödeyerek ulaşmışlardır…”

Merhaba

Volkan beye yardımcı olabilmek için bugün )15.11.2009) Çeşme’den erken dönmeliyim ve bu yazımı bahardan kalma bir pazar gününde çarşamba yayınlansın için önceden kaleme alıyorum. Yukarıda girişteki bakış açısıyla Sayın Melih Arat , Jim Amcanın Bay Porras’la birlikte 1994 de kaleme aldığı “Built to Last, Successful Habits of Visionary Companies” kitabına atfen şöyle bir çıkarımda bulunmaktadır:

“…Bazen evrim metoduyla en iyisini bulmak, devrimler yoluyla en iyi olduğu düşünülenleri uygulamaktan daha iyidir. Evrim, tek bir üründe artırımsal anlamda ilerlemek, gelişmek değil; öğrenme sürecinde artırımsal gelişmeyi yakalamaktır.”

Bugün yakın yarınlar için neden yeniden Sayın Arat’a döndüm; neden Jim Amcanın anılarıyla “evrim/devrim” kavramlarına takıldım. Belki aklımdan çıkmayan ve gün geçtikçe gerilemelerini gördüğüm Everest yolcularının kaderleri; belki yeni milenyumun ilk günlerinde 16 kişilik subaylardan 6 kişilik erlere döndürülmüş olan yapının yeniden rahatlık zonu için “back office“in güçlendirilip değer yaratmak yerine, varsayılan değerleri yeni çerçevelerle yeniden değerlendirmeyi kendilerine meşgale edinenlere bakınca Urfa’da feryat edenlere erişemeyen Adana’lıları anımsadım. Evrimi göz ardı edip üstten gelecek devrimlere bel bağlayanlara üzüldüm. Bir de herşeyini ortaya koyan Türkmen topraklarından Kenya’ya uzanan, beş kıt’aya açılma hedefiyle vizyonunu şekillendirmeye çalışanlara ve benzer şekilde NetDirekt’teki usta gibi düşünen çıraklarla, çırak gibi düşünen ustalara hayran olduğum için heyecanlandım.

Sayın Arat’ın oniki yıl önce ilk baskısını yapıp, iki yıl önce de baskısını yineleyen “21.Yüzyıl için Yönetim” isimli kitabının sayfalarını rastgele çevirdim ve 127nci sayfasına odaklandı bugün aklım. Yine F2 den F3e geçmeye çalışırken heyecanlarını yitiren, onca tavsiyeye karşın üç temel soruyu kendine soramayan “Şu GAT Dünyada MASlaşmak için RAW olma evrimini yaşamak istemeyen“ler için o sayfadan faydalar türetmeye çalışacağım.

İkibinsekiz yılının ilk günleriydi. Üç yıl içinde “çerçeve” çalışmalarıyla kuruma özgün liderlik stilinin omurgası çizilmişti. Yirmibin kişi tüm dünyada aynı ortak paydada buluşturulmuştu. Kurumsal çekirdek değerler saptanmıştı. Omurganın merkezine yön, sonuç, sınır ve potansiyelle ilgili saat ve pusula yerleştirilmişti. Seçilmişler FoL1 ve 2 de formatlanıyordu. Ülkelerine geri dönen INSEAD‘lılar ya da CCL lilerin tek yapmaları gereken öğrenme sürecinde gösterdikleri heves ve heyecanı uygulama aşamasında da tutkuyla sergilemeleriydi; örnek olmalarıydı. Heyhat; ne gezer ! Öğrenilenler orada kalıyordu. Hiç bir Kerim de insana yapılan bu yatırımın kuruma geri dönüşü için ROI (Return Of Investment)sini ele alma cesareti göstermiyordu. Ne evrim ne de devrim yoktu gelişme ve değişmenin gündeminde. Herkes vaziyeti idare ediyordu. Hiç kimse 2002 Kasımında Noordwijck’te SPIN’ci Neil’in öğretileriyle becerilerini geliştirip, İngiltere Üçgeni ile tek sayfada özetlenen yeni rollerin üstesinden gelmek istemiyordu. Hatta yeni baş Kerim, bir Şubattaki beş dakikalık sunumumun son tümcesinde yer alan “yeni roller” sözcüğünü duyunca tepkiye girmişti; çünkü ona göre öyle rol, mol denen radikal bir değişim yoktu; evrimin sözünü bile etmek ürkütüyordu. Halbuki orta Avrupa’dan ülkemize gelişi için ona da bir rol biçilmişti. Garibim, baş Kerim’lik yerine, önemli olayları öğrenme fırsatlarını bile teperek, Orhan’ın otobüsüne binme yerine, çıraklığı yadsıyarak, uzak kalmayı yeğlediği roller yerine mükemmel totemlerin ışık gölge oyunlarıyla zaman dolduruyordu. Ona uyan otobüscü koç da artistliği yeğlemişti. Yazık oldu Süleyman efendiye ve sol ayağının küçük parmağındaki nasırından çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemişti. Her neyse. Belki yirmi milyon dolar harcanarak yaratılan mükemmel çerçeveler içine konan dört aşamalı 32 küçük beceriden bile yararlanılmadı evrimi tetiklemek için. Orta daki Kerimler de Dr.Ken’in yükselttiği çıtaya bakmadan, kendilerine, ötekine, ekibe ve kuruma liderlik etmek için çaba göstermeden İsviçre’nin Grow‘uyla, Aker’in ACHIEVE‘yle ya da belki de bugünlerde onlar da Kuantum Koçluğuyla cin olmadan şeytan çarpmaya kalktılar (belki de kalkmadılar da ben o kımıldanışı kalkış gibi görmek istedim). Gelelim yukarıda sözünü ettiğim 2008 yılının ilk günlerindeki videokonferansa. Davetli değildim: Çünkü senaryoyu bozacak, katılımcıları zorlayacak açılımlarda ısrarcı oluyordum. Baktım yine merkez liderlik becerilerini geliştirmeden koçluğa odaklanıyordu. Dayanamadım. Söyledim ve yazdım. Koçluk, Dr.Ken’e inanıyorsanız eğer, durumsal liderliğin dört aşamasından biri. Gerektiği yerde, gereken kişiye, zaman ve konuya bağlı olarak yapılması gereken bir gayret. Herşey değil. Şimdi gelelim Bay Arat’ın 127nci sayfasına;

“… Öğrenen bir öğretmen, öğreten bir öğrenci olmaktır Koçluk. Bu kavramın Türkçe sözlüklerdeki karşılığı “antrenör, eğitmen, yönlendirici ya da çalıştırıcı” olarak geçmektedir. Antrenör kelimesi oldukça fazla kabul görmüştür dilimizde. Bir iş yaptırmak için, özgürlükçü ve kontrollu yönetim anlayışları kullanılır. Özgürlükçü yönetim, çalışana yönetim ve karar süreçlerine katılım hakkı ve yaratıcı katkılara izin vererek, işi beraberce oluşturup öz denetim mekanizmaları kurarken; kontrolcu yönetim çalışana işi verir ve sadece yapılıp yapılmadığını kontrol eder. Koçluk, özgürlükçü yönetim anlayışının bir parçasıdır…”

Koçluk kavramı spor dünyasında gelişmiş ve iş dünyasına geçmiştir. Özellikle Amerikan basketbolunde yer alan koçlar daha önce o yolun yolcusu olmuş olan tosunlardır. Sanki Kerim gibi bir role yükselmiş olan koçlar artık o oyununun içinde aktif yer almazlar. Bunun istisnası İngiliz Futbol Ligi’dir diyor sayın Arat ve ekliyor. Orada takım antrenörü eğer gerekli görürse sahaya oyuncu olarak çıkabilirmiş. Vay canına yeni duydum. Hoş futbolla başım hoş olmadığı için bu cehaletim normal sayılmalı. Bu bilgiyi edinince Ekim 2009 da Sarıgöl ve İznik bağlarında yaptıklarıma bakıyorum da ben fazla mı sahaya iniyorum acaba diye düşünmeye başladım. Böyle de olsa işe yarar, evrime katkı sağlayacak birşeyler yaptığıma inanıyorum. Tıpkı yandaki fotoğrafta onbeş yıl önceki kriz yılında Osman dahil herkese mesleğinin gereklerini inançla, tutkuyla yapmaları için kırmızı tulumumla sahaya inişim gibi.

Yazımı daha fazla uzatmadan, SSTC ile yaşam büfesinde sıraya girerek kurumsal kültürü oluşturma adımı atanların; SSTC İzleme Çalıştayları ile sırada kaldıklarını kanıtlayarak öne geçmeye hak edenlerin ve Liderlik ve Koçluk çalışmaları ya da sürekli öğrenme ve gelişme yolculuklarıyla öne geçerek kurumsal geleceği şekillendirenlerin çabalarına katkı sağlasın için Sayın Arat’ın şu sözleriyle satırlarıma şimdilik son veriyorum:

“…Koçluk, beraber çalıştıklarının ya da takımın, öğrenme becerilerini geliştirmesi; katkı ve performanslarının iyileşmesini sağlaması, bir taraftan da koçun kendisini geliştirmesidir…”

Egonu kapıda bırak.

Bir koç, bilmediğinizi bilen ve sizin bunu öğrenmenize yardımcı olandır.

Bilgi toplumun gerek kıldığı becerilere sahip liderlerin kolaylaştırıcı koçluklarıyla evrimle öğrenme yolculuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesi dileklerimle.

Öykücü