“… En büyük ideali, judo sporunda dünya ÅŸampiyonu olmaktı. Okuldan çıktıktan sonra, judo okuluna devam etmek için trenle yirmi kilometrelik yolu göze alıyordu. Günlerden birgün kursa gitmek için yola çıktı; ancak, biraz geç kalmıştı. Trene yetiÅŸebilmek için biraz acele etti. Yürüyen merdivenlerden hızla perona doÄŸru koÅŸarken ıslak zeminin azizliÄŸine uÄŸradı. Ayağı kaydı ve ne olduÄŸunu anlamadan kendini rayların üstünde, trenin altında buldu. Hastanede gözlerini açtığında bir kolu yoktu… Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. SaÄŸlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine uzanan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaÅŸtırırmış. Bu durum iki yıl boyunca bu ÅŸekilde devam etmiÅŸ. Sucu her seferinde patronun evine sadece birbuçuk kova su ulaÅŸtırabilmiÅŸ…“
Merhaba
Bugün Temmuz’un son pazartesisi. Yarın Allah nasip ederse Adana yolcusuyum. Ä°ki gün önce sevgili Eray’ın, genç profesörümüz oÄŸlumuzun tutkuya dönüşen inançlı çabalarının meyvelerini derlediÄŸimiz mükemmel bir Poseidon macerası yaÅŸadık ÇeÅŸme’nin melteminde. Dört saati aÅŸkın zamanın nasıl geçtiÄŸini anlayamadık Aydın’ın keÅŸkeÄŸini yerken… Belevi’nin çöp ÅŸiÅŸlerinden sonra bir de baktık ki o ünlü kabak tatlısı gelmiÅŸ. Demek ki gecenin yarısı geçmiÅŸ ve Mehter marşıyla dönüş zamanına hazır olmak gerekiyormuÅŸ. Tadı damağımızda kaldı. Seçkin konukların hepsinin gözlerinde mutluluk ve paylaşılan sevgiler vardı. Allah hepsinden razı olsun. Paylaşımlarıyla daha bir arttı sevinçlerimiz.
Böylesi güzel bir anıyı dillendirecek olan yazımın giriÅŸine neden öyle iki öykü aldım ? Ä°lkinin ilintisi ve mesajı çok net: Sevgili Eray tüm hazırlıklarında ve hatta daha öncesinde karate misali tek el olarak davrandı kendi standarlarını gönlünce ortaya koyabilmek için. Bizden yardım istemedi. Bizi zora koÅŸmak istemedi. Daha düşünce aÅŸamasında bile gönüllü yandaÅŸ da pek bulamadı. Seçenekleri vardı. Ancak isteÄŸi “farklı, özgün” olsundu. Oldu da… Gerçekten oldu. Teknenin kimi zaman en üst güvertesinden çekim yaparken kameraya takılan görüntülere bakıyorum da Copcu’lar ve Demir’lerin yanı sıra bir kaza sonucu oluÅŸan korkularla onbeÅŸ yıldan beri tekneye binemeyen Varol’gillerde, tanıyabildiÄŸim dekan hocamızda, Mesut abisinde, Aydın’lı Yunus’ta ve diÄŸer tüm dostlarda ayrı ayrı güzellikler görüyorum. Ben bunlardan ne çok montaj filmler yapar ve mesajlar türetirim; hele bir Adana’ya gidip geleyim de…
Gecenin ilerleyen saatlerinde bu kez bahçede sabahın beÅŸine kadar uzanan sohbette saÄŸlık açısından tüm korkularımıza karşın, Åževki’nin kumrusu, iÅŸkembe çorbası ve üstüne soyulmuÅŸ yarımbaÅŸ anlatımlarında akan ağızların suyunu ancak Fethi’nin yanından denize girmek kesmiÅŸti. Orkestranın sahne performansı, palyaço ve sihirbazın alt güvertede çocukları boyayıp oyalaması ve havai fiÅŸek gösterinde çocukların sahne alması hep iyi bir organizasyonun ince noktalarıydı. Hepsi baÅŸarılıydı. Sordum Ä°rem’e havai fiÅŸek gösterisinden neden korktuÄŸunu “yangın çıkar sandım” dedi. Sünnet çocuÄŸunun asasını elinden bırakmadı. Yine de ta iÅŸin başında çiçeÄŸi burnunda profesör amcasına gelip de “bu gemi batar mı ?” diye sorması da belki anneanneden yansıyan korkuların bir iÅŸaretiydi. Ancak, amcasından aldığı güvence ona yetti ve önünde giden palyaçoya yüksek sesle “palyaço bekle !” diye yüksek sesle bağırarak arksından seyitti korkularından hemen sıyırılarak. Bu ses tonunda adeta bir yönetici tavrı ve kararlılık vardı. Ä°ÅŸte bu kararlılık, kendini yeter görmek ve atılan adımlardan emin olmak konusu yukarıdaki iki küçük öykünün ara geçisindeki mesaj bence ortak. Judocu olmak isteyen tek kolu gitmiÅŸ sporcu; patronun evine tam kova su taşımak isteyen çatlak kova hep öykünün ikinci yarısındaki gizli mesajı birileri aydınlığı çıkarıncaya kadar kendi yetersizliklerinden sızlanır olmuÅŸlardı. Pek çoÄŸumuz da böyle yapıyoruz. Kimi yetersizliklerimize takılıp kalıyoruz. Birisi bizi bu takıntıdan kurtarıncaya kadar izin verdiÄŸimiz için bu yetersizliklerimizden zarar görüyor gibi oluyor özellikle ruhumuz. Halbuki o yetersizliklerimiz hem bir erken uyarı sistemimiz oluyor; hem de bize yeni seçenekler, farklı yollar sunuyor. GeçtiÄŸimiz cumartesi öncesinde de kimi limitleri zorlarken bunlara da tanık oldum ve konuÅŸmakla, diyalogla çözümleri de gördüm. YaÅŸam büfesinde baÅŸarıların gerçekten self servis olduÄŸunu bir kez daha anladım genç hocamızın gayretlerine tanık olunca. O elimden düşürmediÄŸim ve kitaplığımın baÅŸ köşesine yerleÅŸtirdiÄŸim kitapta yazılı olduÄŸu gibi diyalogun bir “anlam akışı” olduÄŸunu ve “abra kadabra” nın “konuÅŸtukça yaratırım” olduÄŸunu bu mutlu geceye uzanan hazırlık sürecinin her aÅŸamasında gördüm. Sevgili Eray, Özgen ve Eren’i bir kez daha kutluyor ve sevgiyle öpüyorum. Bu mutlu birliktelik için onca kurumsal iÅŸinin arasından önem ve öncelik tanıyarak gelen sevgili oÄŸlum Ãœmit’e ve “acil durum sığınağı” olarak apartta sessizce beklemesine teÅŸekkür ediyorum. OÄŸullarımın en küçüğü ve fakat bizim gözümüzde en büyüğü olan Kerem ise sınır tanımayan yapısına karşın koruduÄŸu sakinlikle heyecanlarımızın iniÅŸ-çıkışlarında bize hep örnek olmuÅŸtur. Biz, Musto Dede ve NezuÅŸ olarak 2011 yılında COPCUsPlus5 olarak tanımladığım böylesi bir günde böylesi güzellikleri yaÅŸatan kızlarımıza (Pınar, Özgen ve Zeynep), oÄŸullarımıza (Ãœmit, Eray ve Kerem) ile torunlarımıza (Aslıhan, Barış, Eren ve Ä°rem) en içten teÅŸekkürlerimizle sevgiler sunuyoruz; öpüyoruz. Daha ne ister insan. Onları önce Allah’a sonra kendilerine emanet ediyoruz.
Yazımın girişindeki ilk öyküyü tamamlayıp ikincisine geçeyim:
“… En büyük ideali, judo sporunda dünya ÅŸampiyonu olmaktı. Okuldan çıktıktan sonra, judo okuluna devam etmek için trenle yirmi kilometrelik yolu göze alıyordu. Günlerden birgün kursa gitmek için yola çıktı; ancak, biraz geç kalmıştı. Trene yetiÅŸebilmek için biraz acele etti. Yürüyen merdivenlerden hızla perona doÄŸru koÅŸarken ıslak zeminin azizliÄŸine uÄŸradı. Ayağı kaydı ve ne olduÄŸunu anlamadan kendini rayların üstünde, trenin altında buldu. Hastanede gözlerini açtığında bir kolu yoktu. Trenin altında kalmıştı. Kendisini ziyarete gelen hocası, en gözde öğrencisinin bütün hayallerinin yıkıldığını gördü; ancak, hocası öğrencisinden umutsuz deÄŸildi. Ä°yileÅŸir iyileÅŸmez kursa beklediÄŸini söyledi. Çalışmalarda sadece bir hareket üzerine yoÄŸunlaÅŸtırdı öğrencisini. SaÄŸ eliyle rakibinin saÄŸ kolunu kavrayacak ve saÄŸ ayağıyla mindere serecekti.
Bir yıl boyunca sadece bu hareketi çalıştırdı. Bu harekette o kadar çok ustalaÅŸmıştı ki hocasını bile birkaç saniye içinde yere seriyordu. Yarışmalara katıldı. Rakipleri ne olduÄŸunu anlamadan kendilerini yerde buluyorlardı. Sonunda hayalllerine kavuÅŸtu ve dünya ÅŸampiyonu olarak madalyayı boynuna taktı. Saygıyla hocasının elini öptükten sonra kafasına takılan soruyu hocasına sordu: “Hocam niçin bütün rakiplerim bu harekete karşı savunmasız ve çaresiz kaldılar ?”. “Çünkü” dedi hocası “Bu hareketin judoda bir tek savunması vardır o da rakibin sol kolunu yakalamaktır. Yani görünürde senin zayıflığın olarak görünen sol kolunun olmayışı senin için bir avantaj oluÅŸturdu…”
Böylece judo oyunundan Karate geliÅŸmiÅŸ oldu. Sayın H.Büyükdere’nin “eÄŸer istersen yaparsın” baÅŸlığı altında kaleme alıp düzenlediÄŸi bu küçük öyküyü daha öncelerden de biliyordum. Bu öykünün baÅŸlığı sevgili Eray’ın pek fazla hevesli yandaÅŸ bulamadığı hazırlıklarındaki kimi zaman yaÅŸadığı yalnızlıklarını aÅŸmasının esasını yansıttığı için bu öyküyü buraya aldım. Bu öykünün temelinde MIT’den INSEAD‘a geçen Prof.Chan Kim amcanın ortaya koyduÄŸu “strateji tuvali” nden uydurduÄŸum VIP-ERIC (Katma DeÄŸerli Yenilikçi Programlar / Yoket-Azalt-Artır-Yarat) dörtlemesindeki uyarılara genç profesörümüzün ne kadar uyumlu olduÄŸunu gördüğüm için buraya aldım. Bu öykünün temel mesajını 1993 yılında Alicante‘ye ülkemi IPM (BütünleÅŸik Zararlı Yönetimi) konusunda yirmiki ülke arasında sunum yapmak için gittiÄŸimde bizzat yaÅŸadığım için buraya aldım öyküyü. Bu son örnekte kendimi ve eylemlerimi “çatlak kova” gibi de gördüğüm için her iki öykü arasında baÄŸ kurarak buraya aldım öyküleri. Uluslarası bir sempozyumda ilk Ä°ngilizce bildirimi sunacaktım. YetersizliÄŸim lisandaydı. Bunun farkındaydım. AÅŸmalıydım ya da en azından maskelemeliydim. Zorlayıcı koÅŸulları yaÅŸamadığımdan dolayı yabancı dilimi bir türlü geliÅŸtirmemiÅŸtim. “Ä°dare ediyor abicim !” e sığınmıştım. Zoru temeli saÄŸlam ve kalıcı aÅŸmak yerine kolay yolu yeÄŸlemiÅŸtim. Bu kez de sunum becerilerimi öne çektim. HoÅŸ bu konuda da 1997 yılında çıkacağım yeni bir öğrenme yolculuÄŸunda ustalıklarımı artıracaktım. Slaytlarımı süsledim. Mesajlarımı netleÅŸtirdim. Sunumun sonuna vurucu bir görsel ekleyerek mizahı da yerleÅŸtirdim. Gerçi pilicin arkasından koÅŸan horozun görüntüsü ilk anda derin bir sessizlik yaratmış ve beni ter içinde bırakmış ise de on saniye sonra alkışlanan tek ülke temsilcisi ben olmuÅŸtum. Demem o ki kimi zaman yetersizliklerimizi bilmek bize erken uyarı sinyali gönderip biraz daha emekle yoÄŸrulmuÅŸ leziz yemekler hazırlama olanağını sunuyor. Tıpkı sevgili Eray’ın desteksiz kaldığı kimi anlarda kendi özgün yolunu bulmada, yardım sunma adına gayret gösteren kimi dostları da standart farklarını görüp de devreden çıkarması ve yine de “aman kırılmasın abicim ” yaklaşımıyla eÄŸlencenin pik yaptığı anda sahneye çıkarması gibi açılımlar bence benzer konular. Åžimdi gelelim “çatlak kova“ya ve yazıma ekleyeceÄŸim resimlere.
“… Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. SaÄŸlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine uzanan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaÅŸtırırmış. Bu durum iki yıl boyunca bu ÅŸekilde devam etmiÅŸ. Sucu her seferinde patronun evine sadece birbuçuk kova su ulaÅŸtırabilmiÅŸ. SaÄŸlam kova baÅŸarısından dolayı gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor ve bu yüzden de suçluluk duygusu için de yaşıyormuÅŸ.
Ä°ki yıl sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kenarında sucuya seslenmiÅŸ; “Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.” “Neden” diye sormuÅŸ sucu “Niçin utanç duyuyorsun ?” “Çünkü” demiÅŸ çatlak kova “Ä°ki yıldır çatlağımdan su sızdığı için görevimin ancak yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana raÄŸmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun.” Sucu şöyle cevap vermiÅŸ: “Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçeklere dikkat etmeni istiyorum.” Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova, patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneÅŸi görmüş. Fakat, yolun sonunda yine sularının yarısını kaybettiÄŸi için özür dilemiÅŸ sucudan. Sucu kovaya sormuÅŸ “Yolun sadece senin tarafındaki çiçeklerin yeÅŸerdiÄŸini fakat diÄŸer taraftaki çiçeklerin tamamen kuruduÄŸunu fark etmedin mi ?… Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Senin tarafında çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. Ä°ki yıldır ben bu çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Ben o çiçeklerle patronumun evini süslemeseydim; o, evinde bu güzellkleri yaÅŸayamayacaktı. Belki de maaşımın artışında ve iÅŸimin başında bu kadar süre kalışımda da o çiçeklerin etkisi var…”
Ben bu öykünün görselleÅŸtirilerek anlatımını da CINOS‘un son aÅŸamasında Pazarlama Müdürlüğü görevimi devrettiÄŸim 2004 yılında Mısır’daki yıllık toplantıda gruba sunmuÅŸtum. Sunumuma “BeE/Be Effective/Etkili olmak” baÅŸlığını koymuÅŸtum. Performansı düşmüş olan bir çözümü nasıl üç kat bütçe aşımıyla yeniden ilk sıraya çıkarışımızı öyküleÅŸtirmiÅŸtim. Çatlak kovayı resmetmiÅŸ ve bilinçli olarak Robigon’ı aÅŸan “cesur adamları” da filmle kalıcı kılmıştım. Filmin başına da kendimle bay BHG i kırmızı tulumlayıp reji olarak “benim adım Kerim” ve senarist olarak da “bunu yazan Tosun” ibarelerini eklemiÅŸtim. Tıpkı dokuz sene önceki Alicante’nin horozu gibi yine rahat durmamşıtım. Ben bunu hep yapıyorum. Mısır’dan üç yıl önceydi. Atina’da pazarlama konusunda “value pricing/deÄŸere dayalı fiyatlandırma” konulu bir öğrenme yolculuÄŸundan dönüyorduk. Hava limanında bay TA bana dönüp “seni pazarlama müdürü yapacağım” derken yanıtım olumsuzdu. Yetersizliklerim gözümü korkutmuÅŸtu. O ise bu yetersizliklerimden dolayı hangi yan yollarda ne tür ekstralarla iÅŸi daha etkili kılacağımı görebiliyordu. Öyle de oldu.
Her neyse. Ä°ster karate örneÄŸi tek kolla ÅŸampiyon olmak ister çatlak kova örneÄŸi baÅŸka güzelliklerle yaÅŸamı daha anlamlı kılmak olsun, bilinçli olarak kimi yetersizliklerin farkına varıp zorlukların üstesinden gelme azmini güçlendirmek ve daha baÅŸarılı olmak bizim elimizde. Anonim öyküleri de kullansa, diÄŸer benzer kitaplardan farklı olarak kısa öykülerinin sonuna kiÅŸisel görüş ve yorumlarını birkaç kısa cümleye ekleyen Bay Büyükdere, Çatlak Kova öyküsünün ardından ÅŸunları söylüyor: “Hepimiz aslında birer çatlak kovayız; hepimizin kusurları var. Önemli olan bu kusurlarla birlikte yaÅŸamayı öğrenebilmek ve yaÅŸam içerisinde bu kusurlarımızdan bile yararlanarak gerçek gücümüzü ortaya koymaktır…” Yapabilene ne mutlu ! Heyecanla beklediÄŸimiz Cumartesi Poseidon yolculuÄŸunu mükemmel bir ÅŸekilde tamamladıktan sonra dün kısa bir yaz tatili için annesi ve babasıyla birlikte yola çıkan beÅŸ yaşındaki sevgili Ä°rem bizimle vedalaşırken aynen şöyle diyordu: “Orada hamburger yemeyeceÄŸim. Kilomu koruyacağım. Biraz dondurma yiyebilirim“. Ah bir de üçüncü nesil Copcu’lar yapabilseler.
Yaşam büfesinde self servis olan başarılar için sıraya geçmeye çalışan, sırada yerini korurken kusurlarının farkında olup iyileşme yolculuklarını sürdüren, sırada öne geçebilmek için safralarından kurtulup mükemmelleşmeye çalışan tüm dostlarımıza yollarının hep aydınlık olması dileklerim ve sevgilerimle.
Öykücü