Yaşam Büfesinde “Alamet ül Marifet”

“…Cami duvarının dibinde dört sufi arkaları dönük dua etmektedir. Erenler yanındaki stajyer sufiye der ki “Git; şu ilk sufinin ensesine bir tokat at“. Genç sufi adayı erenlerin dediğini yapar ve enseye tokatı yiyen sufi yerinden kalkıp ona bir tokat atar. Erenler “İşte bu şeriat” der. “Yol” demek olan şeriatte kısasa kısas vardır. İkinci ve üçüncü sufilerin ensesine atılan tokatlar sonrası nasıl tepkiler oluştuğuna değinmeyeceğim. Doğruca dördüncü geleyim; sufi ensesine tokatı yediğinde arkasını döner ve tokatı atanın elini öper. İşte bu da “Marifet” der erenler…”

 

Ormancı ve 4 Kapılı Kurum Kültürü

Merhaba

Bugün Pazar“…Kırk yıl önce “Bugün Pazar” dediğimde hemen arkasından “Özdemir Hazar” derdim. Allah rahmet eylesin. Otuz yıl önce görev sırasında 63 yaşında bir trafik kazasında ölen Özdemir beyi Yeni Asır’daki “Dert Babası” köşesinden anımsarım. O tarihlerde evimize annemgiller için Tercüman gazetesi girerdi. Ben de Cumhuriyet okurdum. Hafta sonları da Yeni Asır alırdık. Şimdilerde sadece Sözcü ile yetinince ne kadar izole olduğumu anlıyorum. Kırk yıl önce annem Cumhuriyet’te İlhan Selçuk’u ben de Tercüman’da Rauf Tamer’i okurdum. Böylece olayları çift taraflı olarak görürdük ve tartışmalarımızda aşırı uçlara savrulmazdık. Böyle yapmasaydık talebeyken evlenen ve ebeveynlerine ödenemez minnet borcu bulunan biz (MNC) mühendis olduktan sonra da aynı çatı altında birlikte geçen on yıla dayanamazdık ki… Hele bir de üç neslin olağan çatışmalarını hasarsız atlatamazdık ki…

Evet, bugün pazar ve Çeşme’de yoğun geçen bir haftanın sonunda dingin bir şekilde koronalı günlerin yakın yarınlarındaki korkular ve bilinmezlerle yüklü olarak günü yaşıyoruz. Geçen hafta Urla-Karşıyaka trafiğinde ilginç bir durum oluştu. Bu nedenle yazımın başlığı için birkaç seçenek geldi gitti tuşlarda. Önce “Alamet” sözcüğü öne çıktı. Hani çoklukla ülkemizin vanminitten bu yana savrulduğu uluslararası arenadaki durumuna bakıp da “bindik alamete gidiyoz kıyamete” sözlerinde olduğu gibi. Sözlüğe baktığımda alamet için yakın nüansta iki anlam grubu görüyorum:

* Belirti, işaret, iz, nişan
* Büyüklük, irilik bakımından şaşılacak durumda olan nesne

Sözlük böyle dese de benim için göre alamet “kıyamete götüren araç” olarak zihnime yerleşmiş. Ne yapmalı ? Binmemek elde mi ? Binmek ya da binmemek opsiyonel mi ? Kurbanlık koyunla sırat köprüsünü geçersek alametten kurtulur muyuz ? Alamete binince sosyal mesafe kuralları geçerli mi ? Alametin dümeni var mı ? Alameti kim kullanıyor ? Alamet kaç kişilik ? Alametin özel seferleri var mı ? Alamete binerken bilet almak gerekli mi ? Alamette gidiş dönüş bileti alsak dönüş şansımız olur mu ? Bu gidişle ben de fıttıracağım. Neden bu saçmalıklar ? Bugün neyin saçma (buzdolabı sayısı gibi) neyin gerçek (İstanbul Sözleşmesi gibi) olduğunu tam olarak bilebilsem…Belki o zaman teyzem dayım olurdu. Sadede geleyim (gelebilirsem)…

Önce EMOT‘taydık (Haziran sonu). Sonra Ata yoluyla Medikalpark‘lı olduk (Temmuz sonu). Dizden girdik; kalpten çıktık. O günlerde Mavişehir’de kapıma yapıştırılmış bir belediye ihbarnamesi notu gördüm. Konu uzmanı sevgili Melek gitti; konuyu öğrendi ve çözüm yolunu da öğrendi. On yedi yıl önce satın aldığımız ve ikamet ettiğimiz A1D4 ev sahibesinin tek evi olduğu için ve emekli olduğu için emlak vergisinden muaf olarak bugüne kadar gelmiştik. Her nasıl olduysa ev sahibesinin bir başka taşınmaza sahip olduğu bilgisi ile hem muafiyetimiz iptal edilmiş ve hem de son beş yıl için vergi ve ceza olarak yaklaşık on üç bin lira ” !)” yapılmış. Ne demek ola ki “tarhiyat ?” Ve işte yanıtı:

“…Verginin hesaplanması ve hesaplama üzerinden vergi mükellefinin borçlandırılması işlemidir…Vergilendirmenin 4t‘sinin ilk aşamasıdır. Tarhiyattan sonra sırasıyla tebliğtahakkuk ve tahsilat ile vergilendirme tamamlanmış olur.”

Demek ki kabul ya da mücadele açısından daha işin başındayız. Evet öyle bir taşınmazın varlığını anımsıyorum. Seksen sekiz yılının Ocak ayındaydık. Çeşme’de yaptığımız evin başta susuzluk olmak üzere sıkıntıları artarak sürüyordu. Keyifler eziyete dönüşüyordu. Babam yeni vefat etmişti. Ortanca oğluma göre Çeşme’de yazlık yaşamı “açık ceza evi” benzeriydi (hortum ser, hortum topla). Özel sektördeki üçüncü yılımda hem uyum sıkıntılarım sürüyordu hem de evden uzakta geçen günlerin evde kalana yükledikleri Nezuş’u bezdiriyordu. Manzara Kahvesi (Tepe Kahve)nde meslektaşım Ahmet’le sohbet ediyorduk odun sobasının üzerinde ekmekleri kızartırken (Öykünün tam burasında “Ormancı Türküsü“ndeki görüntüyü hayal ediyorum: “Çıktım Belen Kahvesi’ne baktım ovaya / Bay Mustafa çağırdı dam oynamaya/…” ). Nezuş, Ahmet’e dönüp “Şöyle dağ başında bir yer olsa da başımı dinlesem” dedi. Ahmet kendine yardımcı olan Barbaroslu Necati’ye dönüp “Çakır buraya gel” dedi. Çakır kızını evlendirmek üzereymiş ve paraya ihtiyacı varmış. “Tepe Kahve” den İzmir yönüne doğru bir kilometre kadar ileride yolun sağ tarafında, dereye inip karşı yamaca tırmanırken içinde zeytinler (!) olan bir tarlasından söz etti. Biz görmeden o zamanın parasıyla yarım milyon liraya satın aldık. Urla tapu dairesine gittiğimizi anımsıyorum. Hatta birkaç sene “Çiftçi Mallarını Koruma“ya makbuz karşılığı bir ödemeyi Ahmet vasıtasıyla yaptığımızı da hatırlıyorum. Ne var ki ne ulaşmak için yolu vardı ne de işlenecek toprağı. Diğer bir Tepe Kahve‘yi işleten Çetin’e köyden birisi baksa diye arayışa girdik; ancak kimse ilgilenmedi. On yıl kadar önce de bir orman yangını çıktı ve üzerindeki her şey yandı bitti kül oldu. Böylece korunacak mal da kalmadı ve bunun için ödeme yapmaya da… Masaldaki gibi inek bu dağa kaçtıysa o da yandı bitti kül oldu. İşte bu yerin tapu kaydında “zeytinlik” yazdığı için tek evi de olsa ev sahibesinin muafiyetinin kaldırılıp vergi ve ceza yazılması uygun görülmüştü. Çözüm yolu ise ilgili makamdan (Ural Tarım İlçe Müdürlüğü) bu taşınmazdan gelir elde edilmediğinin raporu isteniyordu. Çözüm basitti ve gerçekti. Urla’ya gittim geçen hafta. Gerek ilçe müdürü meslektaşım İbrahim bey ve gerekse görevlendirdiği bilirkişi iki ziraat mühendisi arkadaşım çözüm için çok ilgili davrandılar. Anında taşınmazı yerinde görmek için yola çıktılar. Baktılar, incelediler ve sonunda “cebel” nitelikte ve gelir getirmeyen bir yer olduğuna dair raporlarını net ve öz olarak yazdılar. İşte tam bu noktada “Alamet > Marifet > Cebel” sözcükleri buluştu ve lise yıllarımdan kalan bir beceri ile birkaç Osmanlıca (!) tamlama zihnimde yapılandı (isterse Osmanlıca değil Farsça olsun fark etmez). Bunlardan biri de “Alamet ül Marifet” oldu (“Alameti Marifet” demek daha doğru olsa da…). Raporu alıp Karşıyaka Belediyesine gittim. Birinci katta tahakkuk servisinde makineden sıra numarası aldım. Şansıma 9 numaralı sırada 102 sıra numarası çıktı. Genç delikanlı hemen çağırdı. Rapora eklediğim üst yazıda durumu açıklayan yönlendirici ifadeler olduğu için ekindeki raporu bu kabul kapısıyla okudu. “Gayet güzel olmuş tam istendiği gibi” dedi ve ekledi “Mustafa amca sen karşıda otur ben seni çağırıcam” diye ekledi. Adımı nereden bildi ki ? Dediği yere oturmadım. Çünkü iki kişilik yerin biri doluydu ve ben otursaydım sosyal mesafeye uymamış olurdum. Birkaç dakika ayakta bekledim ve hemen çağırdı. “Tamam” dedi “Muafiyeti başlattım. Bugüne kadar hiçbir vergi ve borcunuz yok” diye ekleyerek elime bir de belge verdi. İlginç ! Bu kez “alameti cebel” beni kısa yollardan kıyamete değil feraha çıkardı. Sevindim.

Laf aramızda bu sevinç “fakirin kaybolan eşeğini bulması” sevinciyle aynıydı. İlginç olanı koronalı günlerde gerek Urla’da ve gerekse Karşıyaka’da devlet memurlarından gördüğüm bunca olumlu yaklaşıma hazır olmayan zihnimdeki senaryoların “Adil Süreç” beklentimi karşılamadan gerçekleşmiş olmasıydı. İstediğim sonuç olmuştu. Sürecin gelişmesine katkım da olmuştu. Yine de “olası etki/tepki” ya da “Müşteri Responslarının Ele Alınması” uygulaması hazırlıklarıyla süregelen uykusuz gecelerin gereksizliğini yaşamaktan kendimi kurtaramamıştım. Peki neden Çeşme Adliyesinde aynı duyguları yaşamadım ?

Geçen hafta evdeki özel duruma rağmen oldukça hareketliydi. Yukarıda öykülendirdiğim gelişmenin yan ürünü olarak yeğenlerimizle Yasemin Kafe deneyimi iletişim hatasının kızgınlığı ile başlamıştı. Bereket ki yeğenlerin teyzelerine olan aşırı sevgileri bu tartışmayı her zaman olduğu gibi hoşgörü ile bitirdi. Geçen hafta ayrıca Reisdere, Ilıca ve Alaçatı pazarlarına hemen bir ucundan girip beş dakika bile oyalanmadan; kimse ile temas etmeden azıcık dışa açılımla geçti. Perşembe günü Ilıca pazarından azıcık uzaktaki Çeşme Adliyesi’ne bir dilekçe vermek için uğradım. Yedi yıl önce “Ortaklığın Giderilmesi Davası” açmıştım. Üç yıl önce sonuçlandı ve satılmasına karar verildi. Ancak süreçte anlamadığım bir sıkıntı vardı. Satışa geçilemiyordu. Avukat bir dostumdan resmen yardım istedim. Sonuç beklerken geçen yılın sonunda bir başkasının aynı taşınmaz için aynı içerikle yine, yeni bir dava açtığını aldığım bir tebligatla öğrendim. Anlamakta zorluk çektim. Eylül ayında duruşması olacak. Durumu anlayabilmek için bir dilekçe yazdım ve adliye binasına gittim. Evrak kayıt odasında dört banko var ve dört hanım oturuyor. Bir de müdürleri olsa gerek bankodan uzakta bir bey. “Hukuk Mahkemeleri” bankosuna gittim. Dilekçemi verdim. “Bekle” dedi. Bekledim. Dilekçeme baktı, baktı ve “Kimlik belgesini ver” dedi. Verdim. İnceledi ve “Fotokopisini getir” dedi. Birinci kata çıktım. Fotokopi çektirdim. Getirip verdim. “Bekle” dedi. Benden başka kimse yoktu. Bakıyorum ve yaptığı bir şey yapmadığını görüyorum. Boş boş gözlerle önündeki monitora bakıyordu. Dayanamadım ve “Neden bekliyorum ?” dedim. “Gidebilirsin” dedi. Dilekçemi iki kopya vermiştim. Amacım birinin üzerine evrak kayıt numarasını yazıp bana iade etmesiydi. Vermedi. istedim. Verdi ama üzerine bir şey yazmadı. Dayanamadım “Dilekçemi verdiğimi nasıl kanıtlayacağım ? Bana evrak kayıt numarası ile dilekçemin bir kopyasını verir misiniz ?” dedim. Şimdi Urla, Karşıyaka ve Çeşme kıyaslaması yapınca, işlerin önem derecelerini düşününce sadece “evrak kayıt” yapmanın neden böyle bir durumu yaşattığını anlayamıyorum.

Yazımın odağında “Marifet” olmalıydı (ki bana göre hâla öyle). Esas olarak Bektaşilikte birinci kapı olan Şeriattan “Marifet“e uzanan evrelerde “Dört Kapı” var. Her kapının onar makamından söz ediliyor. Dördüncü kapı olan Marifet’in makamlarına bakıyorum:

“…Marifetin makamları; Birinci makam, ilim, ikinci makam, cömertlik, üçüncü makam, haya, dördüncü makam, sabır, beşinci makam, perhizkârlık, altıncı makam, korku, yedinci makam, edep, sekizinci makam, miskinlik, dokuzuncu makam, mârifet, onuncu makam, kendini bilmektir...” Sen seni bil sen seni; bilmez isen sen seni patlatırlar enseni…

Marifet ! İlk ne zaman karşıma çıktı acep ? “Yaptığın sanki matah bir şey ! Marifet gibi anlatıyorsun” sözleri midir ilk duyduğum ? Yoksa “Marifet iltifata tabidir” diyerek “geribildirim“le bağ kurmamı sağlayan mıdır ? Marifet’in “alameti farikası” nedir ? Bunu bulmaya çalışırken “Alamet ül Marifet” diye bir şey uydurmak gün gelir bir anlam taşır mı ? (E.D.Bono‘nun “Surpetition” u gibi…)

İlim“den “Cömertlik” yoluyla ve “Sabır“la “Kendini Bilme” aşamasına eriştiren “Marifet” kapısındaki öğrenme ve ustalık yolculuklarınız hep açık ve aydınlık yollarda olsun.

 

Öykücü